Kadınla erkeğin farklı gezegenlerden geldiği hakkında komik bir teori vardı bir aralar. İnsanlar her şeyi kategorileştirmeye o kadar meraklı ki iki cins arasındaki ilişkiyi bile etiketlemeye çabalıyorlar. Hâlbuki etiketlenemeyecek; değil bir cümleyle, bir kitapla bile tamamen ifade edilemeyecek bir olgudan bahsediyoruz. Oldukça karmaşık, nerede başlayıp nerede bittiği belirsiz, tanımlanamayan bir ilişkidir; kadınla erkeğin arasındaki.
Bunu anlatmaya yeltenen nice film oldu, olmaya da devam edecek. Çünkü hayatın bu kadar içinde olan, korkulan ve merak edilen bu olguya herkes ilgi duyuyor. Hatta tipiktir, filmin içinde olsun olmasın, yabancı filmlerin Türkçe adlarına mutlaka bir ‘aşk’ ekleniyor ki ilgi çeksin. Herhâlde çok azı Haneke’nin son eseri Amour (2012) kadar başarıya ulaşabildi. Adı bile sadece ‘aşk’ olan film, bu çetrefilli ilişkiyi yaşını başını almış bir çift üzerinden analiz eder.
Filmin merkezinde, yıllardır evli olduklarından gayriihtiyari birbirlerinin her şeyine vakıf olan bir çift vardır. Bir sabah kahvaltı ederlerken adam, çocukluğundan bir anı anlatır. Kadın ona neden daha önce anlatmadığını sorar. Adam gülerek ekler: “Sana anlatmadığım daha çok hikâye var.”
Filmi ilk izlediğimde çok etkilenmiştim ama bu sahne, sanırım beni daha çok etkiledi. Ara sıra hakkında düşünmüşümdür. Beni düşündüren ve sahneye hayran bırakan şey, ilişkilerdeki çok mühim bir öğeyi oldukça sıradan aktarabilmesidir.
İlişkiler de hayatın bir parçası. Hayat ne kadar sürprizlere gebeyse, ilişkiler de bir o kadar sürprizlere açık. İlişkinin ne kadar sürdüğünün, tarafların birbirini ne kadar sevdiğinin de önemi yok bu gerçek karşısında. Sonuçta insan denilen varlık, dipsiz bir kuyu. Düşünceler, bilgiler, anılar, bilinçaltı… Bir kişinin, partnerinin iç dünyasına tamamen sahip olması diye bir şey yok, olamaz da.
Haneke bu basit sahneyle bu gerçeği anlatıyor. Oysaki adamın hikâyesi gayet masum, ilişkiyi tehdit eden hiçbir tarafı da yok. Ama kadın yine de merak ediyor. Bunca yıllık ilişkiye rağmen bu masumane öyküyü bilmediği için az da olsa hayıflanıyor. Adam da doğal olarak dalgasını geçiyor.
Bu küçük sahnenin içine biraz tekinsizlik eklenerek tüm bir filme yayılmış hâlini ise geçen yıl izledik. Andrew Haigh 45 Years‘ta (2015) yaklaşık yarım asır önce yazılmış bir mektubun, 45 yıllık bir evliliği nasıl sarstığını anlatıyordu. Oradaki kadının gözlerindeki şüphe ve ne yapacağını bilememezlik hâli de seyirciyi sarsıyordu.
İlişkilerde olması gereken iki öğenin önemi tam da burada açığa çıkıyor: Güven ve saygı. İşte bu ikisi sayesinde Amour‘daki sahnenin sonunda kadın da erkek de dalgasını geçebiliyor. Bu sebeple filmin sonunda kadın erkeği Alzheimer yüzünden unutsa da, erkek kadının onu hâlâ sevdiğinin farkında. Aynı sebeple, o kültürlü adam acıdan perişan olacağını bile bile sevdiği kadını, sırf acı çekmesin diye öldürebiliyor.
Her ilişki farklıdır, kendisine hastır. Lakin ilişkilerin; emek istemesi, güvene ve karşılıklı saygıya ihtiyaç duyması gibi bazı özellikleri ortaktır. Böylece temeli sağlam olan ilişki, karşısına nasıl bir sürpriz çıkarsa çıksın yıkılmaz, hatta Amour‘daki gibi büyük bir engeli bile rahatlıkla aşar.
Haneke, hayatın içindeki küçük ama önemli anları yakaladığı ve peliküle tüm basitliğiyle aktarabildiği için harika bir yönetmen. Bu sahne de usta yönetmenin bu sihrini görebildiğimiz, özel anlardan.