Sinemanın büyülü dünyasında bazen öyle sahneler çıkar ki karşınıza, içinde büyük bir dramatik aksiyon olmasa bile hayatınızı tamamıyla alt üst etme kudretine sahip olabilirler. Eğer siz de benim gibi iflah olmaz bir sinemaseverseniz, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Birazdan üzerine konuşacağım sahne, benim hayatımda da böyle bir deneyimi simgeliyor.
American Beauty (1999) aslında içinden öyle kolayca cımbızlayarak sahne çekilebilecek bir film değil. Başından sonuna kadar sarsıcı bir bütün. Daha başlangıcından itibaren söylemek istediğini açık açık yüzümüze vurmaktan da hiç çekinmeyen bir yapım.
“Bir yıla kadar ölmüş olacağım. Tabii ki henüz bundan haberim yok benim. Ve bir bakıma ben çoktan ölmüş biriyim.”
Amerika’da zengin insanların yaşadığı nezih banliyö evlerinin görüntüleri eşliğinde böyle diyor Kevin Spacey’nin canlandırdığı Lester karakteri. Hâlbuki herhangi birimizin hayattan isteyebileceği her şeye sahip; büyük bir evi, işi, ailesi ve arabası var, ama tüm bunlar yaşadığını hissedebilmesi için ona yeterli gelmiyor. Peki, özgürlüğün herkese bol keseden vadedildiği, adına “Amerikan Rüyası” dediğimiz bu dünya tasarımı gerçekten de bize ihtiyacımız olan hayatı sunuyor mu yoksa farkında olmadan bireyleri elleri kolları bağlanmış zombilere mi çeviriyor? Düşünmeye cesaret edenlerimizin uykularını kaçıran ve bu filmin de aslında seyircisine cesurca sorduğu milyon liralık soru tam da bu, bana kalırsa.
Benim üzerine konuşacağım sahne ise film boyunca bu soruyu en etkili şekilde ortaya koyan anlardan birini oluşturuyor. Kendi cinsel yönelimini homofobi maskesi ardına saklayan ve bunu başarabilmek için sert disiplin yöntemleri kullanan bir babanın oğlu olan Ricky (Wes Bentley) ile Lester’ın asi ergen kızı Jane’nin (Thora Birch) televizyon karşısında dakikalarca rüzgârda uçuşan bir plastik torbayı izledikleri o ikonik sahne…
Ricky belki de kimseye göstermediği bu büyülü ânı ona en yakın olan kişiyle, Jane ile paylaşmayı seçer. “Şu ana kadar çektiğim en güzel görüntüyü görmek ister misin?” diye başlar sözlerine. Onlar rüzgârda dans eden torbayı izlemeye başladıklarında seyirciler olarak biz de hem torbayı hem de onları bir arada izleriz. Kamera ile birlikte onlara doğru yavaş yavaş yaklaşırız, böylece dans eden torba, Ricky’nin sözleriyle giderek büyür ve bizi tamamıyla sarıp sarmalar.
“Dünyada o kadar fazla güzellik var ki… Bazen kaldıramayacakmışım gibi geliyor.”
Ricky bu görüntüyü kendi kamerasıyla çekmiştir. Birçoklarına sıradan gelebilecek bu an, aslında onun için can alıcı bir öneme sahiptir. Rüzgârda kendi halinde uçuşan bu plastik torba, bir yandan modern hayatın koşuşturması ve yoğunluğu sırasında kimsenin farkına varamadığı güzelliklerin bir ifadesi iken bir yandan da aslında bu vahşi kapitalist sistemde hiçbirimizin sahip olamadığı bir özgürlüğün sembolü olarak sunulur seyirciye. Sistemin bize öğrettiğinden çok farklı, hayatımızı idame ettirebilmek için istemediğimiz hâlde yapmak zorunda olduğumuz tüm sorumlulukları bir an bile olsa bir yana bırakıp esen rüzgârda dans edebilme özgürlüğüdür bu. Hayatın sosyal ve ekonomik baskılarından uzakta, saklı kalmış o gerçek güzelliğinin eşsiz bir dışavurumudur.
Günlük hayatlarımızda bir dakika bile düşünmediğimiz bir nesnenin, bir plastik torbanın rüzgârda uçuşması, bu sahnede bir özgürlük özlemini yüklenir sırtına ve Sam Mendes’in müthiş yönetimi, Thomas Newman’ın etkileyici notaları ve Ricky’nin sözleri ile birlikte seyirciler olarak bizim de gözlerimizi dolduran bir dans gösterisine dönüşür sonunda.
Bahsi geçen sahne: