Gözetlenen Hayatlar: Pencereler
41. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’nin sahibi olan Gaspar Noe imzalı Vortex (2021), insanı huzura boğacak şahane bir prolog sahnesi ile başlıyor. Tatlı tatlı sahneye eşlik eden müzik, renkler, kamera açısı, tokuşturulan şarap kadehleri, karakterlerin yüzlerinden okunan mutluluk (?) ve o kısacık ama eşsiz sohbet…
“Hayat bir düştür/rüyadır değil mi?”
“Evet, düşün/rüyanın içerisinde bir düş/rüya.” [1]
Kısıtlanmış bir dünya yaratmak için tercih edilen kare format, bu huzur dolu kısacak anın ne kadar kompakt olduğunu anlatmak istiyor adeta. Ya da sadece bir film karesi kadar kısıtlı ama aynı zamanda hafızalardan asla silinip kaybolmayacak bir zaman dilimini ifade ediyor da olabilir. Zira bu prolog sahnesinden sonra böylesine tek bir karenin bile karşımıza çıkması gibi bir durum söz konusu olmuyor. Zaten dikkat edilirse Noe, bu bahsettiğimiz anlar da dâhil olmak üzere hiçbir zaman böyle bir beklenti de yaratmıyor. Aynı evin içerisinde karşılıklı pencerelerden iletişim kuran bireylerin hiçbir zaman gerçek anlamda bir çift olamadıklarını anlamak güç değil. Bu nedenle prolog sahnesindeki mutlu anların bile samimi olduğunu söylemek zor. Karakterler her ne kadar aynı masada buluşmayı başarabilse bile günün sonunda karşılıklı pencerelerin arkasına geçecekleri bilgisi, tüm büyüyü bozmaya yetiyor. Bu nedenle pencere detayı üzerinden ilerleyerek tüm filmi okumak mümkündür. Pencere, gizli bir kutuda açılan delik misalidir. Ya da beynin içine açılan iki göz mü demek lazım? Noe’in, filmin açılışında bize sunduğu sahte dünya, her ne kadar dışarıdan parlak bir kâğıtla ambalajlanmış olsa da kendini ele vermekte çok geç kalmıyor. Her iki duvarda pencereler sayesinde açılan delikler, bizi o kutunun içinde yaşanılan gerçeğe ulaştırıyor. Böylelikle Noe, biz seyirciyi her zamanki gibi hem manipüle ediyor hem de tasdikli bir röntgenci konumuna yerleştiriyor. Üstelik bu kez röntgenlememiz gereken iki hayat vardır.
Tüm Yaşanılanların Müsebbibi: Erkek
“Beyinleri yüreklerinden önce ayrışacak herkese…”
Sözleriyle perdede arzı endam eden Noe’in şimdilik son marifeti olan Vortex, hayatının son baharını yaşayan çiftin, gündelik hayatına odaklanan bir başyapıt. Üstelik Elle [2] aracılığıyla tüm kadınlara adanan bir film var karşımızda. Zira beyni yüreğinden önce ayrışan karakter, Elle’dir. Elle, kalbi; Lui [3] ise beyni temsil eder. Çünkü Elle’nin beyni çoktan isyan bayrağını çekmiştir. Yıllarca bir psikiyatrist olarak hastalarını tedavi etmeye çalışmış olan karakter, en değerli hazinesini, hafızasını kaybetmiş, beynine (Burada hem gerçek anlamda beyinden hem de beyni temsil eden kocasından kastediyorum.) söz geçirmeyi başaramamıştır. Erkek ise aklını korumuş ama kalbine (Yine aynı şekilde hem gerçek anlamda hem de karısından bahsediyorum.) karşı fazlasıyla hoyrat davranmıştır. Aslında filmi izledikçe bu durumun nedenini anlamak mümkün oluyor. Lui, kalbine sürekli mesai yaptırmış, Elle de bu mesailere kafayı fazlasıyla taktığı için yıpranmıştır. Bu açıdan bakıldığında günün sonunda tüm yaşanılanların müsebbibi bir anlamda erkektir.
Sonuçta olan, birinin kalbine diğerinin de beynine olur. Bu nedenle de aynı evin içinde yaşayan bu iki birey, ancak birlikte bir hayatı sürdürebilir. Ne de olsa kalpsiz bir bedenin yaşamına devam etmesi mümkün olmadığı gibi beyin olmadan da bedenin bekası söz konusu olamaz. Lakin bir hayatı idame ettirmek için ömür boyu aynı yatağı paylaşan karakterlerimiz bir olabilmeyi, yola birlikte devam edip birbirinden güç almayı başaramaz. Üstelik artık bu ayrışma öyle bir noktaya gelir ki tıpkı prolog sahnesinde olduğu gibi öyleymiş gibi de davranamazlar. Beynini yönlendirmeyi bırakan Elle, yıllardır bir arada tutmayı başardığı hayatı da kontrol edemez. Hem kendi beyniyle hem de ilişkide beyni temsil eden hayat arkadaşıyla iletişimi tamamıyla sekteye uğrar. Ve en önemlisi bunlardan birinin ortadan kalkması diğerinin de sonunu getirir.
Ortak Bilinç: Ev
Film, bu ayrışmayı sadece duygusal olarak değil aynı zamanda gerçek anlamda da gösterir. Çift, gece yatakta uyurken yukarıdan aşağıya inen keskin çizgi, geri dönülmez bir ayırımı ve geriye sayımı başlatır. Yanı başındaki radyodan her daim ölüm temalı konuşmalara kulak misafiri olduğumuz yatak, artık yalnızlığa, kalp krizine, intihara ev sahipliği yapar. “Aynı yastığa bir ömür boyu baş koymak.” olarak tarif edilen evlilik, tam da orada yara alır. O yara, öyle derin bir çizgi yaratır ki çift, ne gerçek anlamda ne de mental anlamda birlikteliği bir daha asla yakalayamaz. Noe, bu ayrımı iki ayrı kamera kullanarak çok net bir şekilde çizer. Adam ile kadının tüm sahneleri birbirinden bağımsız kameralarla çekilir. Bir nevi Noe, tek film niyetine iki tane çekmiştir. Bu nedenle de her ne kadar film, 142 dakikalık olsa da aslında bittiğinde 284 dakikalık bir seyir deneyimi yaşamış oluruz. Birlikte yaşanması gereken ve neredeyse bir ömür boyu süren evlilik, yapayalnız yaşanmıştır. Noe, sadece perdeye yan yana iki farklı yaşamı yansıtmakla kalmaz. Aynı zamanda bu yan yana iki filmi birbirine senkronize bir şekilde de kurgulamamıştır. Tıpkı karakterlerin yaşantısı gibi birbirinden bağımsız ilerleyen hayatlar, sadece belli anlarda kesişir.
Tüm bunların yanında çiftin uzun yıllara yayılan evliliğinin geçmişi hakkında da hiçbir konuda bilgi sahibi olamayız. Zira film, evine misafir olduğumuz çiftin sorununu geçmişte aramaz. Hatta geçmişe kapı aralayacak detaylara da hiç izin vermez. Oysaki ev başlı başına kadın ile erkeğin birlikteliğinin tüm detaylarına sahiptir. Aslında çiftin, çok büyük ihtimal evlendiği günden bu yana oturduğu, anılarını, eşyalarını biriktirdiği -hatta istiflediği bile diyebiliriz- ev, çiftin ortak bilinci gibidir. Yıllar içindeki birikimden yorulmuş ve hata vermeye başlamış bir bilinçaltı karşılar bizi. Eşyalardan, fotoğraflara kadar uzanan her şey tarihin bir dönemini temsil eden, geçmişe kapı aralayan detaylardır. Lakin karşımızda başta kadın olmak üzere geçmişi hatırlamaya istekli bireyler yoktur. En nihayetinde kadın, hafızasını tazeleme ihtimali olan bu detayları görmeye bile tahammül edemez. Bu nedenle de fotoğraf çerçevelerini ters çevirerek bunu bizzat beden diliyle de ifade eder.
Yaşamla Başa Çıkabilme Yöntemi: Bağımlılık
Kadın, bir yandan bilinçaltının derinliklerinde kaybolmamaya çalışırken bir yandan da ortak bilinci toparlamaya çalışır. Aslında kadının şuursuzca evin içinde dolanıp sürekli bir şeyleri toparlama çabası da tam olarak bununla alakalıdır. Kadın, her fırsatta darmadağın olmuş olan ortak bilinci bir araya getirmeyi, hayat arkadaşının onunla gerçek anlamda birlikte olmasını sağlamaya çalışır. Çünkü erkek, her ne kadar fiziksel anlamda o evin içinde varlık gösterse de aslında mental olarak orada değildir. Kadının gün geçtikçe daha kötüye gitmesinin en büyük sebebi de budur. Yine bilinçli ya da bilinçsiz olarak kadının kocasının müsveddelerinden kurtulması başka nasıl açıklanabilir? Adamın yazdığı kitap, tıpkı onun sevgilisi gibidir. Adamı kadından ayrı koyan etkenlerden de biridir. Oysa filmin bir noktasında adam kadına “Senin için ne yapabilirim?” diye sorar. Bunun karşılığında kadının verdiği cevap kısa ve vurucudur: “Burada ol!” Kadının kastettiğinin fiziksel anlamdan çok ruhsal anlamda olduğunu anlamak güç değildir. Zira adam, her zaman evdedir. Ama kendi dünyasının içindedir. Kadına hiçbir faydası yoktur. Kadın bunları söylediğinde adam, bir anlığına da olsa karısının ellerini tutar. Bu sahne aynı zamanda iki filmin nadir olarak kesiştiği anlardan biridir. Burada adeta çiftin mahvına sebep olan o keskin çizginin sınırları belki de ilk defa ihlal edilir. Adam, kadına gerçekten tüm varlığıyla dokunur. Bu dokunuş, kısa bir süreliğine kadını hayata döndürmeye yeter. Ama ne yazık ki bu anlayışın, desteğin devamı gelmez. Zaten ailedeki çocuk da dâhil olmak üzere kimse birbirine gerçek anlamda destek olmadığı için herkes madde kullanımında bulur çözümü.
Anne ve baba tıbbi ilaçlarla oğul ise eroin ile yaşadıklarıyla başa çıkmaya çalışır. Fakat her şeyi fazlasıyla tüketmiş olan bu aileye ne tıbbi ilaçların ne de uyuşturucunun bir faydası olur. Öncelikle her şeyin başlangıcından sorumlu olan adam, sonra kadın terk-i diyar eyler. Adam yıllarca dışarıda aradığı mutluluğu kaybettiğini anlayınca; kadın ise yıllarca içeride beklediği mutluluk kaynağının tam anlamıyla gittiğini anladığında son verir her şeye. Ki kadının gitmek istediğini çok daha önceki sahnelerden öğreniriz. Örneğin oğulları Stéphane ile babanın özel bir bakımevine yerleşip yerleşmeme tartışmasında anne, dileğini çok açık dile getirir. Lakin yine iki filmin kesiştiği ender anlardan biri olan bu sahnenin çok daha büyük anlamlar içerdiği de unutulmamalı. İki erkeğin sanki ortamda bir üçüncü kişi yokmuşçasına fikir beyan etmeleri, kadın adına karar alabilme cüretini göstermeleri tüyler ürperticidir. Noe, bu sahne özelinde bir değişikliğe gider. Karelerden birine babayı diğerine oğlu yerleştirir. Anne ise iki tarafın ortasında ve sessizdir. Kadına alan, konuşma fırsatı ya da karar verme şansı tanımayan iki erkeğin tartışması fazlasıyla eril ve rahatsız edicidir. Neyse ki “Ben de buradayım!” dercesine çarpıcı bir replikle ses veren anne, tartışmaya son noktayı koyar. Noe, bu sahne özelinde bir kez daha filmi kadınlara adadığının altını çizer.
Kuşaktan Kuşağa Aktarılan Yaşanmışlıklar: Kolektif Bilinç
Tüm bu detaylara ve daha da fazlasına ev sahipliği yapan Vortex, en çok da Françoise Lebrun ve Dario Argento’un muhteşem oyunculuğu ile akıllarda yer edecektir. Zira Lebrun ile Argento sadece ellerine verilen senaryoyu ezberleyip onu icra etmekten ötesini yaparlar. Filmin büyük bölümü doğaçlama çekilir. Bu iki oyuncunun omuzlarında devleşen filmin başında duyduğumuz müzik, sonunda da karşımıza çıkar. Aslında bir döngü tamamlanmış olur. Çiftin evlenmesiyle başlayan ortak bilinç, tıpkı ilk günkü gibi bomboş haliyle uğurlar bizi. Belki o ortak bilincin nasıl istiflendiğini, nasıl taşıyabileceğinden daha çok yük yüklendiğini, neleri hatırlamak dahi istemeyeceği kadar derinlere sakladığını bilmeyiz ama zamanla tüm anıların nasıl yavaş yavaş silindiğine bizzat şahit oluruz. Finaldeki bu anlar, ilginç bir şekilde bir rahatlamaya sebep olur. Sahiplerinin terk-i diyar eylemesinden sonra gelecek kuşaklara aktarılmasındansa iyisiyle ya da kötüsüyle yok olmaları daha iyidir. Lakin oğulları Stéphane’ın da şimdiden parçalanmış bir aileye sahip olması bu konudaki hevesimizi boşa çıkarır. Bir çiftin ortak bilinci, kuşaktan kuşağa aktarılan kolektif bilince [4] doğru ilerler.
Her ne kadar Vortex ile Noe’nin durulduğu, olgunlaştığı dile getirilse de izleyicilerin çoğunu gözyaşlarına boğması dışında yönetmenin tercihlerinde bir değişiklik gözlemlemeyiz. Zira Vortex, yönetmenin filmografisi içerisinde tıpkı diğerleri gibi izlenilmesi oldukça zor yapımlardan biridir. Bir çiftin iletişimsizliği, hastalık, yalnızlık, ölüm gibi korkutucu fikirlerle başa çıkamaması ve tüm bunların oldukça karanlık bir atmosferde sunulması yeterince rahatsız edicidir. Madde kullanımının, klostrofobiyi tetikleyecek görüntülerin ve daha nicesinin var olduğu, oldukça zorlayıcı bir film var karşımızda. Michael Haneke’nin Amour (2012)filmi ile sürekli mukayese edilen Vortex, tartışmasız daha zorlayıcı bir deneyimdir. Amour’da adamın kadına sunduğu sonsuz sevgi hem onlara hem seyirciye güç verirken Vortex, tek bir anında bile bize sevgi denilen duygunun zerresini hissettirmez. Evet, gerçekten de Noe, hastalık ve ölüm fikriyle yüz yüze geldiği için Vortex’i çekmiş olabilir. Bunu kendisi de defalarca dile getirdi. Ama filmin evliliğe, aile kurumuna, gençliğe, gelecek nesillere nasıl baktığı da gözlerden kaçmamalı. Noe, biz seyircinin kucağına küçücük bile olsa bir umut kırıntısı bırakmadan kapıyor perdesini. Belki kadının intiharından önce balkondan gelen seslerin, hayatın dışarıda öyle ya da böyle bir şekilde devam ettiğini dile getirmesiyle avunabiliriz.
[1] Edgar Allan Poe’dan bir alıntı. [2] O – Karakterlerin aslında bir ismi yoktur. Elle, Fransızca’da kadınlar için kullanılan birinci tekil kişi anlamına yani “o” anlamına gelmektedir. [3] O – Karakterlerin aslında bir ismi yoktur. Lui, Fransızca’da erkekler için kullanılan birinci tekil kişi anlamına yani “o” anlamına gelmektedir. [4] Durkheim’e göre, bir toplumdaki insanların sahip oldukları ortak duygu ve kabulleri ifade eden terimdir. Kolektif bilinç, toplumun fertlerinin tek bir ruh ve duygu etrafında birleşmelerini sağlıyor, böylece toplumların devamında önemli bir rol oynuyordu. [4] -1 Kolektif bilinçdışı, psikanalist Carl Jung tarafından kullanılan analitik psikoloji konusudur. Jung’a göre kolektif bilinçdışı, insan veya hayvan hafızasında kayıtlı ve yaşadığı kültüre dayalı her türlü imgeler, semboller, dil ve diğer tecrübeleri kapsar ve psikenin bu tecrübeleri kendi kendine nasıl organize ettiğini inceler. Jung kolektif bilinçdışını, kişiye özel tüm deneyimleri kapsayan kişisel bilinçdışından ayrı tutar. Kolektif bilinçdışı, tüm bir türün kişisel deneyimlerini bir araya getirip organize eder.