“-Annenin adını hatırlıyor musun?
-Evet. Anne.”
Yoksulluk, eksiklik, sefalet, açlık, susuzluk, çocuk olamamak ve daha birçoğuyla baş etmeye çalışan milyarlarca insan var içine sığamadığımız dünyada. Elimizdekileri yettiremediğimiz, elimizdekilerle yetinemediğimiz, azla yaşamayı öğrenemediğimiz ve her gün her gün daha fazla hükmetmeye çalıştığımız dünyayı, bir kesim huzur ve refah içinde yaşasın diye küçücük bedenlere dar ediyoruz. Ben bir insan olarak insanoğlundan çok korkuyorum. Ama hep deriz ya, dünya dönüyorsa yüzü gülen küçük bir çocuk hatırına dönüyor. Sormadan edemiyorum, acaba o gülüşlerin hakkını verebiliyor muyuz biz?
Dünyada her yıl 80.000’den fazla çocuk kayboluyor. “Kaçı olduğu gibi ailesine geri dönebiliyor, döndüğünde nasıl bir hâlde oluyor?”, “Girdiği travmadan ne kadar zamanda kurtulabiliyor?” gibi onlarca soru var sorulabilecek.
Saroo Brierley de kaybolan çocuklardan yalnızca bir tanesiydi. Ama o, şanslı olanlardandı. Bir tren garına gitti ve Ganesh Talai’dan Melbourne’a uzanan yirmi beş yıllık yolculuğuna başladı.
Gerçek bir hayat hikâyesinden sinemaya uyarlanan Lion (2016), beş yaşındaki Saroo’nun kayboluşu ile başlayan yolculuğuna odaklanıyor. Yönetmen koltuğunda Garth Davis’in oturduğu filmin senaryosu ise hikâyenin baş kahramanı Saroo Brierley’in A Long Way to Home kitabından uyarlayan Luke Davies’e ait.
Saroo (Sunny Pawar), annesi, kız kardeşi ve abisi Guduu ile Ganesh Talai’da tek göz bir evde taş toplayarak yaşayan beş yaşında küçük bir çocuktur. Saroo, Guduu ile trenlerden kömür toplayıp pazarda yiyeceklerle takas ederek evin geçimine katkı sağlar. Pazarda gördükleri jalebi adındaki kızartmaysa ise ikisinin de yemeye can attıkları ve hayalini kurdukları tek yiyecektir. Guduu söz verir, zengin olunca iki bin tane jalebi alacaktır Saroo’ya. Ama işler öyle gitmez. Guduu bir gece işe gitmek için evden çıkmaya hazırlanır ve Saroo da onun peşine takılmak ister. Her ne kadar küçük bir çocuğun yapacağı iş olmasa da abisi, kardeşini kıramaz ve yanında onu da götürür. Uykusunun ağırlığına dayanamayan Saroo’yu köşede uyusun diye bırakan abisi, döndüğünde onu bulamaz. Ve olanlar olur, trenler kaçar, abi-kardeş bir ömür boyu ayrılırlar. Saroo, uyandığında abisini göremez ve etrafta o tatlı seslenişiyle “Guduuuuu” diye bağırarak aranmaya başlar. Ama nafile, ses yoktur. İçine bakmak için girdiği trende koltukta uyuyakalır ve gözlerini açtığında trenin çoktan hareket etmiş olduğunu fark eder.
Saroo, yaşından ve boyundan büyük kişilerin arasında kalır, itilip kakılır. Ama hiç gıkını çıkarmaz ve yolunu aramaya devam eder. Çocuk oyuncu Sunny Pawar’ın daha öncesinde herhangi bir oyunculuk deneyimi olmadığını ve filmin geçtiği yerde yaşayan bir çocuk olduğunu öğrenince rolüne böylesi şahane bir şekilde bürünmesi, bizleri kendisine daha çok hayran bırakıyor.
Evinden binlerce kilometre uzaktaki Kalküta’da alt geçitte çocukları kaçıran kişilerden koşa koşa kaçması ve bunu gören polisin de elindeki sigarasını tüttüre tüttüre olan biteni izlemesi, sistemin çocukları ne denli görmezden geldiğinin bir kanıtı. Tam da bu noktada, bir çocuğun gözyaşının hiçbir şekilde onu etkilemiyor olması, söz konusu kişilerin insanlığını sorgulatır cinsten. Ama Saroo güçlüdür ve meydanı o kötülük dolu güçlere bırakmaz. Öyle ki, seyirci koltuğunda otururken kendinizi “Daha hızlı koş Saroo.” derken bulabilirsiniz.
Kalküta’da, kalabalığın getirdiği karışıklıkta, insanların getirdiği kötülüklerin arasında tek başına küçük bir beden… Etrafına baka baka, Guduu’yu, annesini çağıra çağıra ilerler. Ama nereye gittiğini bilmeden. Annesinin adını sorduklarında “Anne” diye cevap verecek kadar masum bir çocuktan yararlanmaya çalışan tüm kötü ruhlardan arına arına yolunu bulur Saroo. Aylar geçir, çöplerin yığıldığı yerde bulur kendini. Ara ara annesi gelir gözünün önüne, taş taşırken ona yardım ettiği zamanları anımsar.
Hayal gücü Himalayalar kadar zirvede bir çocuk olan Saroo, elinde çöpten bulduğu yemek kaşığı ile bir restoranın içinde yemek yiyen çocuğu taklit eder, önünde çorba olmadığı hâlde. Bu da onu Çocuk Yetiştirme Kurumu’na götüren hamle olur. İlk önce polise gidier ve orada yaşadığı yerin adını yanlış söylemesi Avustralya kapılarını aralar ona. Çocuk esirgeme kurumundaki en şanslı çocuk olan Saroo, şehrin her bir yerine dağıtılan fotoğrafına rağmen kimsenin ona ulaşmamış olmasıyla -annesinin bile- yeni bir hayata doğar, beraberinde taşıdığı geçmişiyle.
Avustralyalı bir aile olan Sue (Nicole Kidman) ve John (David Wenham), Saroo’yu evlat edinirler. Çünkü onlar, dünyada yeterince çocuk olduğunu ve bunların çoğunun Saroo gibi kayıp ve terk edilmiş olduğunu düşünürler. Yeni bir çocuk yapmaktansa, yalnız bir çocuğu evlat edinmek onlar için çok daha kıymetlidir.
Tazmanya’da yeni bir aileyle, yeni bir evde başlayan hayatı, Saroo’ya annesi,kardeşi ve abisini unutturmaz. Yeni ailesine alışmasının üzerinden çok vakit geçmeden yeni bir fert katılır aralarına: Mantosh. Karakter olarak Saroo’dan çok farklı, sorunlu ve zor bir çocuktur Mantosh. Evlat edinmenin kutsallığı olsa gerek bu da; tüm zorluğa rağmen onu büyütüp sıkıntılarını gidermeye çalışmak.
Yirmi beş yıl geçer aradan. Saroo (Dev Patel) geçmişinden tamamen soyutlanmış bir birey hâline gelmiş gibi görünür en başta. Otel Yönetimi okumak için Melbourne’e gider ve orada yaşamaya başlar. Annesi ve babası ile arası oldukça iyi, kardeşi Mantosh ise hâlâ sorunlu biri.
Okumaya gittiği Melbourne’da hayatının aşkı ile tanışır, Lucy (Rooney Mara). Bir akşam beraber arkadaşlarına gittikleri yemekte, Saroo geçmişi hakkında kimsenin bilmediği sırları anlatır. Lucy ile o gece sonrası daha da yakınlaşırlar. Ve yine o gece Google Earth ile tanışır. Eski evinin nereden olduğunu hatırlaması adına bu onun için çok büyük bir gelişme olur. Bundan sonraki günlerini ve gecesini bununla, harita üzerinden karış karış eski evini bulmaya çalışarak geçirir. Hatırladıkları, abisini akaybettiği gardaki bir su deposu ve evine giden yoldaki küçük bir geçittir. Bu iki ipucu ona eski evinin kapısını açabilecek ve orada yirmi beş yıldır onu beklediğine inandığı ailesine sarılabilecek midir?
Saroo’nun, bütün gününü ve gecesini bu araştırmaya ayırması, Lucy’yle arasında büyük tartışmalara neden olur. Lucy, bu araştırmanın bir yere varmayacağını düşünse de Saroo için mesele bu şekilde ilerlemez. Çünkü o gelişmiş bir ülkede, huzur ve refah içinde hayatını idame ettirirken; annesinin ve Guduu’nun her gün onu arıyor olması hiç adil değildir. Ayrıcalıklı hayatlarında mutlu mesut yaşarlarken onu yıllar boyu merak eden ailesinin yokluk çekiyor olduğu düşüncesi bile Saroo’yu huzursuz eden nedenlerden biridir.
Günlerce, haftalarca evinden dışarı çıkmayıp sadece Google Earth ile vakit geçiren, evinin bir köşesine koca bir harita çıkaran Saroo, yavaş yavaş umudunu yitirmek üzeredir artık. Bu tek başınalığı ve depresifliğini dışarıda yemek yiyerek taçlandıracakken yürüyen merdivenlerde Lucy ile karşılaşır. Uzun zamandır görüşmeyen iki sevgiliden Lucy’nin hayatında birtakım değişiklikler olsa da, Saroo hâlâ aynı yerdedir. Tam bütün elde ettiği verileri sileceği noktada hatırladığı kumdan tepeler detayı, onu varış noktasına götürür. Hayat burada da yapmıştır yapacağını, yüzüp yüzüp kuyruğuna geldiğimiz ama artık takatimizin kalmadığı zamanlarda önüne atılan bir halatın seni çekmesi gibidir Saroo’nun son anda karşısına çıkan bu şey. Çocukluğunu, kaybettiği ailesini, ilk yuvasını bulduktan sonra ilk işi bunu Sue ve John’a açıklamak olur. Geçmişiyle evlat edindikleri oğullarını Ganesh Talai’ya gidip de annesini bulmak için desteklerler.
Saroo yola çıkarken seyirci koltuğunda oturan bizleri de bir heyecan sarıyor. Hepimiz onunla bu anı beklemiş gibiyiz. O karşılaşma ve sarılma ânını istiyoruz.
Evet, o evine döner. Ama beş yaşındayken bildiği tek dil olan Hintçeye dair tek bir şey hatırlamamaktadır ve annesine “anne” dahi diyemez. Kimseyle anlaşamaz ve başına gelenlerin hiçbirini anlatamaz. Benim içimi burkan şeylerden biri bu olsa da, o karşılaşma ve sadece sarılarak anlaşmaya çalışan hâllerini hakkı yenmez.Ah Guduu. Tren garının iki kardeşi, o gece sonsuza dek ayırmış olması ve bunu yirmi beş yıl bilmemek, tarif edilemeyen bir his olmalı.
Lion, gerçek hayattan uyarlama bir senaryo olmasaydı da etkileyici bir havaya sahip olurdu. Müziklerinin dinginliği, mekana ve zamana uygun bir şekilde içimize işleyişi ile akıllarda yer ediyor. En İyi Film dâhil altı dalda Oscar’a aday olan filmin, hiçbir ödül alamasa bile yılın unutulmayacak eserlerinden biri olacağı kesin.Kaybetmek, kazanmak, kurtulmak, vazgeçmek ve hatta vazgeçmekten de vazgeçmek gibi bütün fiilleri sonuna kadar yaşatan Lion, dünyanın bütün kayıp çocukları için bir umut niteliğinde.
Gittikçe kirlenen ve kirinin akamayacak duruma geldiği bu dünyanın en masum canlıları için, hep bi’ umut yok mudur?