Sıcak hava dalgalarının tüm dünyayı kasıp kavurduğu bu yaz günlerinde, geçmişten günümüze yazın en güzel ve en ferah olduğu yerlerden birinde, Güney Fransa’nın doğu sahillerinde ufak bir gezintiye çıkalım. Fransız sinemasında özellikle 60’lı yıllarda mekân olarak önemli bir işlev gören Fransız Rivierası, diğer ismiyle Côte d’Azur, Brigitte Bardot ve Jane Birkin gibi büyük oyunculara kucak açmakla kalmamış, bireysel özgürleşmenin sinemaya yansıdığı bu zamanlarda Fransız Yeni Dalga için önemli bir ortam olmuştur. Bu listemizde kıyı şeridi boyunca dizilmiş Riviera şehirlerinde geçen, havuzlu yaz evlerinden orman içindeki gözlemevlerine, kaktüs bahçelerinden masmavi Akdeniz’e, Côte d’Azur ruhuna konuk olduğumuz filmleri okurlarımız için derledik.
La Piscine (1969, Yön. Jacques Deray)
Geçtiğimiz günlerde yaşama veda eden Fransız-İngiliz sanatçı Jane Birkin’i genç bir kadın kimliğiyle yaşama henüz adım atan Pénélope rolünde seyrettiğimiz La Piscine (1969), isminden de anlaşılacağı üzere bir havuzun etrafında geçmektedir. Tenha Saint-Tropez kırsalında bir yaz güneşi ışığı altında parıldayan bu masmavi ve sepserin havuz, hayata ayak uydurmaya çalışan iki erkek ve iki kadın için başlangıçta türlü fiziksel doyumları yaşadıkları bir alan olur. Jean-Paul ve Marianne çifti arkadaşlarına ait bu yazlık evde tatili yaparken, Marianne’in eski sevgilisi Harry ile onun kızı Pénélope tesadüfen ziyaretlerine gelirler. Dört karakter arasındaki fiziksel ve psikolojik etkileşim geri dönüşü olmayan bir facianın yaşanmasıyla sonuçlanır. Dram olarak başlayan filmin ilerleyen bölümlerinde gerilim dolu dakikalar hâkim olsa da havuz çevresinde esen tatsız hava Fransız Rivierası’nın davetkâr rüzgârını gölgeleyemez.
Başrollerinde Alain Delon ve Romy Schneider’in bulunduğu La Piscine, François Ozon’un mekânsal açıdan çok benzer özellikler taşıyan ödüllü filmi The Swimming Pool (2003)’a esin kaynağı olmuş, 1995’te Berlinale’de özel gösterim kapsamında yarışmıştır.
L’Arnacœur (2010, Yön. Pascal Chaumeil)
Alex Lippi, ablası ve ablasının eşinden oluşan ekibiyle, yalnızca mutsuz olup bunu kabul edemeyen kadınların ilişkilerini yeniden düşünmelerine aracılık eden bir baştan çıkarma işi yapmaktadır. Yolları Monaco’da evlenmek üzere düğün hazırlıklarıyla meşgul olan Juliette’in milyarder bir çiçekçi olan babasıyla kesiştiğinde, Alex kendi duygularının işine bu kadar dahil olabileceğini hesaba katmaksızın iş teklifini kabul eder.
L’Arnacœur (2010), yani “gönül avcısı”, Monaco prensesi Grace Kelly’nin büyüleyici bahçelerinden varlıklı şehir-devletin pitoresk kıyı şeridini izleyebileceğimiz limonata tadında bir yaz filmidir. Başrollerini Molière (2007)’in “arnaquer” (dolandırıcı) rahibi Tartuffe rolünden tanıdığımız Romain Duris ile Vanessa Paradis’nin paylaştığı filmin baş karakteri modern dokunuşlu bir Robin Hood-Casanova hibridi gibidir. Gönül Avcısı, romantik-komedi türünü sevenler için hareketli ve eşsiz Côte d’Azur manzaralarıyla dolu bir 1 saat 45 dakika vadetmektedir.
To Catch A Thief (1955, Yön. Alfred Hitchcock)
“Eğer hayatı seviyorsanız, Fransız Rivierası’nı da seversiniz.”
David Dodge’ın aynı isimli romanından beyazperdeye uyarlanan To Catch A Thief (1955), Güney Fransa sahillerini tanıtan nostaljik afişlerin ardından keskin bir sahneyle başlar: Nice kentinde bir seri mücevher soygunu meydana gelmiştir. Bu suçtan sorumlu olarak akıllara gelen ilk isim eski mücevher hırsızı John Robie olur. Masumiyetini kanıtlamanın tek yolunun yeni hırsızı iş üstünde yakalamak olduğunu anlayan Robie, bölgedeki en pahalı mücevherlerin sahiplerinden olan Amerikalı bir turist, zengin bir dul kadın ve onun kızı Frances ile arkadaşlık kurar. Zengin kadının mücevherlerinin çalınmasıyla başlayan olaylar silsilesinde hırsızın gerçekten Robie olup olmadığı ortaya çıkacaktır.
Kartpostalvâri Côte d’Azur çekimleri, lavanta ve ortancalarla bezeli bahçeler, taş evler, Akdeniz iklimi ve mavi renkli denizin birer karaktere büründüğü bu Hitchcock filminde eğlenceli bir gizem oyununa tanık oluruz. Başrollerinde Cary Grant ve Grace Kelly’nin oynadığı To Catch A Thief, Grace Kelly’nin Monaco Prensesi olmadan önce rol aldığı son filmlerinden biridir.
Pierrot le Fou (1965, Yön. Jean-Luc Godard)
Hayatından, evlilik ve aile yaşantısından bezmiş işsiz Ferdinand, gangsterlerin peşine düştüğü eski sevgilisi Marianne ile birlikte sıkıcı dünyasından kaçarak alışılmışın dışında bir yolculuğa çıkar. Godard’ın deyişiyle bu “son romantik çift” politikadan sanata, felsefeden var oluşa, hayatın şartları, ön kabulleri, fırsatları ve tercihlerine dair absürt bir etkileşim içinde Güney Fransa sahillerine uzanır.
Fransız Yeni Dalga’nın en önemli yapıtlarından biri olan Pierrot le Fou (1965)’nun başrollerinde ahenklerine hayran bırakan Jean-Paul Belmondo ve Anna Karina ikilisi yer almaktadır. Pierrot le Fou, Côte d’Azur semalarında gözümüzü alamayarak izlediğimiz, dahası yolculuklarına hem akışkan diyaloglarını yakalamaya çalışarak hem de var oluş biçimlerinin anlamlarını zorlayarak dahil olacağımız, sonundaki nihilist ve ironik belirsizliğin bize kaldığı bir yol filmidir.
De Rouille et d’Os (2012, Yön. Jacques Audiard)
Beş yaşındaki oğlu Sam ile Belçika’dan Antibes’e, ablasının yanına yerleşmek üzere gelen eski boksör Ali, bir gece kulübünde bodyguardlık yaptığı sırada Stéphanie ile tanışır. Stéphanie, Antibes’teki deniz dünyası parkında gösteri yapan orkaların eğiticisidir. Bir gösteri sırasında yaşanan feci bir kaza, Stéphanie’nin hayatını alt üst eder. Temel içgüdüler ve derin bir öfke haricinde hayatında herhangi bir duyguya yer yokmuş gibi resmedilen Ali, Stéphanie’ye iyileşmesinde destek olur ve hayata yeniden dönmesinde yol gösterir. Diğer yandan Stéphanie Ali’ye duygularını yaşamanın ve dahası onları ifade edebilmenin ne kadar hayati olduğunu öğretmeye çabalar. Birbirinden çok farklı perspektifleri olan bu iki insan, öğrenmekten aciz kaldıkları yanlarını birbirlerinin gücünde keşfederler.
Başrollerinde etkileyici performanslarıyla Marion Cotillard ve Matthias Schoenaerts’i izlediğimiz Pas ve Kemik (2012), Fransız Rivierası’nın paslanmış varoşlarından gün ışığında ışıldayan Akdeniz’e uzanan bir dramdır.
Magic In The Moonlight (2014, Yön. Woody Allen)
1920’lerin Rivierası’nda geçen Magic In The Moonlight (2014), Stanley isimli bir İngiliz illüzyonistin Côte d’Azur’da yaşayan zengin bir Amerikalı aileyi etkisi altına almış Sophie Baker ismindeki bir kadını görmeye ve yaptıklarının arkasındaki oyunu çözmeye gitmesiyle başlar. Sophie, özel yetenekleri olan genç bir kadındır, bir çeşit trans haline geçtiğinde karşısındaki kişiyle ilgili hayli kişisel bilgilere detaylı şekilde erişebilmektedir. Stanley, hayatı boyunca akılcılığın izinden gitmiş biri olarak Sophie’nin gizemini çözmekte kararlıdır. İkili arasında gelişen ilişki yer yer illüzyonlarla doluymuş izlenimi veren, ferah ormanlarla çevrili kırsal atmosferde gerçek ile hayalin karıştığı bir yolculuk haline gelir.
Yönetmenliğini Woody Allen’ın yaptığı filmde Colin Firth ve Emma Stone başta olmak üzere Marcia Gay Harden ve Eileen Atkins gibi yıldızlar oyuncu kadrosunda yer almaktadır.
La Collectionneuse (1967, Yön. Éric Rohmer)
Mavi suların, kayalık sahilin ve parlak gökyüzünün doğal görkemiyle çevrili bir yazlık evde kalmakta olan iki adam ve bir kadın “koleksiyoncu” arasındaki çok yönlü çekimin konu edildiği The Collector (1967), dönemin yaygın ahlâk kodlarını bireycilik ve kadın-erkek ilişkileri açısından irdeleyen yenilikçi bir filmdir. Çekimleri Saint-Tropez’de yapılan film aynı zamanda Rohmer’in ilk renkli filmi olma özelliğini taşır.
Éric Rohmer’in en iyi filmlerinden biri olarak listelenen La Collectionneuse,17. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Gümüş Ayı ödülüne layık görülmüştür.