Uygar Şirin’in üçüncü romanı “Karışık Kaset”, geçtiğimiz yıl yayımlandığında kısa sürede hatırı sayılır bir ilgiyle karşılanmış ve ses getirmişti. Yirmi yıla dayanan üç duraklı bir aşk hikâyesini çerçeveleyen romanın beyazperde macerasıysa fazla gecikmedi. Hamam (2010) ve Sadece Tek Bir Gün (2013) adlı kısa filmleriyle tanıdığımız yönetmen Tunç Şahin’in ilk uzun metraj tecrübesi Karışık Kaset, ana akım tür sinemasına ait temiz bir örneğe hasret olduğumuz bu günlerde sinema salonlarımızı renklendiriyor.
Karışık Kaset, müzik delisi kahramanı Ulaş ile bizi 1990’dan başlayarak Türk pop müziğinin sarıp sarmaladığı yirmi yıla yayılan sıcak bir aşk hikâyesine götürüyor. Ulaş on üç yaşında. İrem’e âşık. Ve İrem’in de onu sevebilmesi ihtimali üzerine kurulmuş olan dünyasını, yüzlerce kaset ve binlerce şarkıyla inşa etmiş. On yılda bir karşılaşacaklarından habersiz aynı şarkılarla unutmaya çalışıp aynı şarkılarla hatırlayarak geçen yıllara şahitlik etmek, sıcak ve samimi bir deneyim. Sinema yazarlığı ve senaristliğiyle de tanıdığımız Uygar Şirin’in romanında akıcı ve sürükleyici kalemiyle bahsini ettiği şarkılar, perdede ses bandına kavuşarak hayat bulurken, popüler kültürümüze ait birçok önemli isim de filmin içinde anılarak ölümsüzleşiyor.
Film, ana akım romantik-komedi kulvarına ait olsa da bu kulvarın sunduğu denenip onaylanmış formüller ve klişelere yüz vermeyip kendi çözümleriyle kendi yollarını buluyor. Teknik hamlelerde ve görsel tercihlerde ise bir ilk filmin cesaret edemeyeceği denemelerden başarıyla sonuç alıyor. Uzun tek planlar, aktif kamera hareketleri ve renkli sanat yönetimi, seyircinin altında huzur bulacağı atmosferi güçlendiriyor.
Günümde… 1990
Film de bu uzun planlardan biriyle açılıyor. Kıvrak kamera, Nilüfer’in “Dünya Dönüyor”u eşliğinde Ulaş’ın tüm odasını dönerek bize dolaştırıyor. Duvarlarındaki Türkçe pop müziğin ve dünya müziğinin büyük isimlerinin posterlerini, stickerlarını, kasetlerini ve plaklarını gösteriyor ve kamera odanın orta yerinde dönen Ulaş’ı buluyor. Şarkı bitmeden yüz kere dönebilirse İrem de onu sevecek. Düşüyor.
1960 – 1980 Türk pop müziği araştırmasıyla kapsamlı bir başucu kitabı yazmaya çalışan bir babası (Bülent Emin Yarar) ve onun bu tutkusundan ve sorumsuzluğundan bıkmış mutsuz bir annesi (Sevinç Erbulak) var Ulaş’ın. İrem’le aynı apartmanda oturuyor ve sıkça vakit geçirmeye başladıkları senenin sonunda ise elinde ilan-ı aşkını içeren, özel olarak hazırladığı karışık kasetle gittiği İrem’in doğum gününde, onu bir çocukla görüp ilk kırılma anını yaşıyor. Annesiyle babasının boşanma kararı sonrasında taşınmak zorunda olan İrem’le vedalaşırken bile eline tutuşturduğu kasetten başka pek bir şey söyleyemiyor. Kaset var ya işte…
Film de Ulaş gibi gerektiği yerlerde konuşmasını biliyor. Ya da gerekmedikçe konuşmamayı… Yine ana akım tür sinemasında pek rastlamadığımız bir özellik olmasına rağmen bu özelliğini güçlü mizanseninin etkisiyle dengeliyor. Her açı, her hareket, her ışık, içerisinde bulunduğu sahneyi tamamlamakla kalmayıp dile geliyor ve diyalogları balla bölüyor.
Gecemde… 2000
Kasedin tekerine bir adet kurşun kalem sokup on yıl ertesine sarıyoruz. Ne kadar süreceğini bile kestiremediğimiz ömrün ne kadarlık kısmını mucizevi atfedilen olaylar kaplar ve bunun ne kadarı rastlantılara dayalıdır? x = kader. Bu kez yirmili yaşlarının başında karşılaştığımız Ulaş (Sarp Apak), gazeteye albüm eleştirileri yazmakta ve hayatının en garip günlerinden birini yaşamaktadır. Sırasıyla; Sezen Aksu’nun Deliveren’i çıkacak, ilk kez imzasıyla yazı yazma şansı önüne gelecek, hayatının aşkı İrem’le (Özge Özpirinçci) on yıldan sonra ilk defa karşılaşacak… Daha birçok aksiyonla ve heyecan verici bir dizi kargaşayla dolu hem filmin hem de kitabın en sürükleyici ve yüksek bölümü, bu ikinci bölüm.
Şirin’in romanındaki tıkır tıkır işleyen ve her yeni aksiyonda güçlenen ritim bu özel günü okuyucu için de unutulmaz kılıyordu. Bu ritim Ulaş’la İrem’in on yılda aralarına giren mesafeyi hızlıca eritmelerine de sebep oluyordu. On yıl uzun bir süre… Ama içerisinde Barış Manço’nun öldüğü, Sezen Aksu’nun ve MFÖ’nün yeni şarkılar yaptığı, kasetlerin yerini CD’lerin aldığı bir 10 yıl, daha da uzun bir süre. Kitabın sahip olduğu bu ritim, filmin bu noktasında aksıyor. Birbiri ardına gelen sahneler düzensiz kesmelerle içeriğini öldürüyor. Sonucunda da arka arkaya dizildiğinde Aksu’nun “Deliveren” albümünün rehberliğinde ritmik bir gerilim kazandırmak yerine, oradan oraya koşuşturulan, üstünkörü geçilmiş bir gece hâlini alıyor. Halbuki sabaha yetiştirilmesi gereken bir Deliveren yazısı ve 10 yıldır gerçekleşmesi beklenilen karşılaşmayla başlayan hiç bitmeyecek bir gece bu.
Film, bu malzemeyi her ne kadar tempo adına kullanamasa da karakterlerin derinine inme işlevinden yararlanıyor. Bu noktada aradan geçen yılların pek de değiştirmediği güçsüz ve savruk Ulaş’ı tanıyoruz. Annesi, babasını terk etmiş. Babası yalnız başına hâlâ müthiş kitabı üzerine çalışırken Ulaş hayata tutunmaya çalışıyor. İrem ise ana akım piyasanın olay mahaline tebeşirle çizdiği romantik-komedi kadını kontürünün içinde ölü gibi yatmayan sağlam bir karakter. Bizimle birlikte kendileri de birbirlerini birlikte geçirdikleri bu harika gecede tanıyorlar.
Rüyamda… 2010
Her rüyanın da bir uyanışı oluyor. 2000 Haziran’ında geçirdikleri o rüya gibi gecenin ardından, Ulaş’ın İrem’in nişanlı olduğunu öğrenmesiyle çiftimizin yolları bir kez daha ayrılıyor. Bir 10 yıl daha sonrasında, 2010’da, başarılı bir müzik yazarı olan Ulaş’la karşılaşıyoruz. Bir yıl öncesinde kaybettiği babasının hayaletiyle yaşayan, ondan bir türlü kopamayan, işlerini bir türlü bitiremeyen ve gittikçe babasına benzeyen bir Ulaş’la…
Tüm güçsüzlüğünden, alınganlığından, kırılganlığından ve (etrafında dönen kasetler, şarkılar ve kameraların etkisiyle belki de) dünyanın kendi etrafında dönmesinden de yine İrem onu uyandıracak. Bu seferki karşılaşmaları çok da tesadüfi değil. Ortak çocukluk arkadaşları, aynı zamanda Ulaş’ın en yakın arkadaşı olan Yusuf’un düğünü vesilesiyle ve davet usulü… Karakterlerin birbirleriyle bu kadar aralıklı ve az karşılaşmalarının beraberinde getirdiği çatışma eksikliği ve karakter gelişimindeki buna bağlı tehditlerin üstesinden geliniyor. Adım adım yaklaşan finaline kahramanlarını hazırlıksız götürmüyor. Finale geldiğimizde ise olması gerektiği için olmuşluk hissinden çok uzakta buluyoruz kendimizi. Film, bunca ayrı kalmalar ve kaderin oyunuyla bir araya gelmelerin havada kalmamasını gerçek karakterlerine borçlu. İrem, gerçekten seven, sevmiş ve sevebilecek genç bir kadın. Her an gidebildiği gibi her an da dönebilen. Biz, –hikâyeyi Ulaş’ın uzattığı kulaklıktan dinleyen seyirci– ise doğal olarak İrem’e Ulaş’ın olduğu yerden bakıyoruz. Biz duruyoruz ve İrem on yılda bir karşımıza çıkıyor. Filmin sahip olduğu üç durağı da İrem belirliyor. Ulaş on üç yaşında, yirmi üç yaşında, otuz üç yaşında ve İrem’i seviyor. Maria Rita Epik’in 1979’a sığmayan harika şarkısı “Seviyorum”daki gibi; gecesinde, gününde, rüyasında seviyor. Du-ba-di-da!