Yakın Dostluk, Ortak Hatıralar ve Sinemayla Kurulan Derin Bir Bağ
Usta yönetmen Martin Scorsese, yakın dostları Rob Reiner ve Michele Reiner’ın trajik ölümlerinin ardından duygularını The New York Times’ta yayımlanan kapsamlı bir yazıyla dile getirdi. Scorsese, metninin daha ilk satırlarında yaşadığı kaybın ağırlığını saklamadan ifade ederek, “Rob Reiner benim arkadaşımdı, Michele de öyle. Bundan sonra geçmiş zaman kullanmak zorunda kalacağım ve bu beni tarifsiz bir kedere boğuyor. Ama başka bir seçeneğim yok” sözleriyle okuru derinden etkiledi.
78 yaşındaki Rob Reiner ve 70 yaşındaki eşi Michele Reiner, 14 Aralık’ta Los Angeles’ın Brentwood semtindeki evlerinde bıçaklanarak öldürülmüş halde bulunmuştu. Çiftin 32 yaşındaki oğulları Nick Reiner, olayın ardından tutuklanarak anne ve babasının ölümüyle ilgili iki ayrı cinayet suçlamasıyla yargılanmak üzere cezaevine gönderildi. Bu sarsıcı gelişme, yalnızca Hollywood camiasını değil, Reiner ailesini yakından tanıyan dostlarını da derin bir yasa sürükledi.
Scorsese, yazısında Rob Reiner ile tanışıklığının 1970’li yılların başına, Los Angeles’a ilk taşındığı günlere uzandığını anlatıyor. O dönemde oyuncu George Memmoli’nin ev sahipliği yaptığı, komedyenler ve oyuncularla dolu samimi buluşmalara katıldığını belirten Scorsese, Reiner’la burada yollarının kesiştiğini aktarıyor. “Rob ve ben bir bakıma Doğu Yakası’ndan gelmiştik” diyen Scorsese, Reiner’ın köklerinin New York mizahına dayandığını vurguluyor. Carl Reiner ve Estelle Reiner gibi eğlence dünyasının efsane isimlerinin oğlu olan Rob Reiner’ın mizah anlayışını ise “tam anlamıyla New York esprisi; soluduğum havanın bir parçasıydı” sözleriyle tanımlıyor.
Sinemada İz Bırakan Bir Ruh ve Unutulmaz Performanslar
Scorsese’ye göre Rob Reiner, yalnızca yetenekli bir yönetmen ve oyuncu değil, aynı zamanda bulunduğu ortamı domine etmeyen, ama varlığıyla hissedilen nadir insanlardan biriydi. “Onunla vakit geçirmeyi anında sevdim. Çok komikti, zaman zaman sivri dilli olabiliyordu ama asla ortamı ele geçiren biri değildi” diye yazan Scorsese, Reiner’ın hayata karşı duyduğu coşkuyu “sınırsız bir özgürlük duygusu” olarak tanımlıyor. Bu özgürlük, Scorsese’ye göre Reiner’ın kahkahasında bile hissediliyordu: yüksek, içten ve bulaşıcı.
Yazıda, Reiner’ın onurlandırıldığı bir Lincoln Center gecesinde yaşanan bir anekdot da yer alıyor. Oyuncu Michael McKean’in resmi tören konuşmalarını ti’ye alan performansı sırasında Reiner’ın esprinin sonunu beklemeden kahkahaya boğulduğunu anlatan Scorsese, “Rob o kadar yüksek sesle güldü ki, kahkahası salonun her köşesinde yankılandı” ifadelerini kullanıyor. Bu sahne, Scorsese için Reiner’ın doğallığını ve hayatı olduğu gibi yaşama becerisini özetleyen simgesel bir anı olarak hafızasında yer etmiş.
Scorsese, Reiner’ın yönettiği filmler arasında kişisel favorisinin Misery olduğunu açıkça dile getiriyor. Film için “Kathy Bates ve James Caan’ın olağanüstü performanslarıyla bezeli, son derece özel bir yapım” değerlendirmesinde bulunan yönetmen, This Is Spinal Tap içinse “kendi başına bir kategori… kusursuz bir yaratım” ifadesini kullanıyor.
Reiner ile profesyonel yolları 2013 yapımı The Wolf of Wall Street filminde yeniden kesişen Scorsese, Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Jordan Belfort’un babası rolü için aklına gelen ilk ismin Rob Reiner olduğunu söylüyor. “Doğaçlamada ustaydı, komedinin tüm inceliklerini biliyordu ve karakterinin insani çelişkisini derinlemesine kavrıyordu” diyen Scorsese, Reiner’ın filmdeki performansını sevgi dolu ama çaresiz bir babanın portresi olarak tanımlıyor.
Scorsese, yazısını sonlandırırken yaşananları “yaşanmış gerçekliğin içindeki bir uçurum, bir obscenity” olarak nitelendiriyor. Acıyı kabullenmenin tek yolunun zaman olduğunu belirten usta yönetmen, Reiner’ı zihninde canlı tutmak istediğini şu sözlerle ifade ediyor: “Bir gün bir yemekte ya da partide onun yanına oturduğumu hayal etmeme izin verilmesi gerekiyor. Kahkahasını duymak, yüzündeki huzuru görmek ve bir kez daha onun dostluğuna sahip olduğum için kendimi şanslı hissetmek istiyorum.”
Bu satırlar, Rob Reiner’ın yalnızca sinemada değil, insan ilişkilerinde de nasıl derin ve kalıcı izler bıraktığını bir kez daha gözler önüne seriyor.

























