2002’de İstanbul Film Festivali’nin küçük kardeşi olarak 15 filmlik bir seçkiyle doğan Filmekimi, artık sonbaharın vazgeçilmezlerinden biri. Havanın soğuması ve yağmurların başlamasıyla beraber, yeni Filmekimi programının açıklanması da beklenmeye başlanıyor. Her yıl daha da artan film sayısı ve ilgiyle ekimin bu on günü, artık buram buram sinema kokuyor. Böylece sezona sıkı bir başlangıç yapılıyor.
Bu yıl 7-15 Ekim tarihleri arasında on beşincisi düzenlenecek olan festivalin şerefine, geçmiş yılları bir hatırlayalım istedik. Her yıldan birer film seçerken bahaneyle içinde bulunduğumuz yüzyılın kalburüstü yapımları da alt alta sıralanmış oldu. Buyrun o zaman ilk festivalden bugüne bir yolculuğa…
Hable con Ella (Pedro Almodovar – 2002)
Almodovar’ın -şahsi fikrimce- en olgun eseri olan film yüzeyde, komadan uyanamayan iki kadını ve onları bu hâlleriyle de seven iki erkeği anlatır. Derinlerindeyse arkadaşlık, aşk, tutku ve saplantı hakkında eşsiz saptamalar barındırır. Ayrıca sinema antolojisine geçmiş, film içindeki siyah-beyaz kısa film gibi kimi önemli sekanslarıyla da ayrı bir ilgiyi hak ediyor.
Los Lunes al Sol (Fernando Leonde Aranoa – 2002)
Gösterildiği yıl ufak çaplı bir popülarite yakalayan İspanyol filmi, eskiden tersanede çalışan bir grup işsiz arkadaşın hayatlarını tüm gerçekliği ve samimiyetiyle aktarıyor. Tüm günlerini bir pazarmışçasına keyifle geçiren bu ekibin aslında dört gözle pazartesinin gelmesini beklemeleri, boğazımızda film bitince bir süre kaybolmayan bir yumru oluşturuyor.
Oldboy (Chan-wook Park – 2003)
Park’ı uluslararası çapta bir anda yıldız yönetmen yapan ünlü film, kolay kolay unutulamayacak bir intikamı anlatıyor. Yönetmenin enfes intikam üçlemesinin ikinci ayağı; içerdiği ağır şiddet sahnelerine rağmen seyircinin gözlerini ekrandan koparamayacağı kadar akıcı, dinamik, stilize ve farklı.
Caché (Michael Haneke – 2005)
İnsan doğasının gizli saklı sırlarını didiklemeyi ve seyircisini her daim diken üstünde tutmayı pek seven Haneke bu ünlü filminde; geçmişte yaptığı bazı suçlar cezalandırılmadığından bunları unutan, hiçbir şey yaşanmamış gibi keyifle ve konforla hayatını sürdüren burjuvaziye yöneltiyor eleştiri oklarını. Bilhassa tek plandan oluşan açılış ve kapanış sahneleriyle izleyenlerin hafızalarından uzun süre çıkmayan yapımda, günümüzün önemli sorunlarından olan ama 2005’te o kadar göze batmayan mültecilere de değiniliyor.
Brick (Rian Johnson – 2005)
Gelecek yıl gösterime girecek Star Wars: Episode VIII (2017) ile popülaritesi daha da artacak olan Rian Johnson; bu popüler seriye katılmadan ve son filmi olan ayrıksı bilim-kurgu Looper‘dan (2012) çok önce,sıradan görünen ama kendisine bir sürü hayran edinen kara film/polisiye/gençlik filmi karışımı Brick ile radarımıza girmişti.Bize ayrıca Joseph Gordon-Levitt’i armağan eden filmi izlemediyseniz hemen izlenecekler listenize adını yazın.
Le Scaphandre et le Papillon (Julian Schnabel – 2007)
Engelli olma deneyimini gerçeğe oldukça yakın bir şekilde aktarmayı başaran film, bu teknik başarısıyla yönetmenine başta Cannes olmak üzere bir sürü yerden ödül kazandırdı. Ünlü bir Fransız moda fotoğrafçısının geçirdiği trafik kazasından sonra sadece tek göz kapağını oynatarak hayata tutunması ve bir kitap yazması, şaşkınlık ve ibretle izleniyor.
Vicky Cristina Barcelona (Woody Allen – 2008)
New York âşığı Allen’ın bu İspanya kaçamağı; iki Amerikalı dilberin, içlerinden birisinin düğünü öncesi yaptıkları ufak bir tutku gezisini anlatıyor. Rebecca Hall, Scarlet Johnasson ve Penélope Cruz gibi üç afetin Javier Bardem etrafında dört döndüğü film, aslında Allen’ın dört dörtlük bir cinsel fantezisi olarak yorumlanabilir.
A Serious Man (Joel & Ethan Coen – 2009)
Coen Biraderler’in ışıldayan filmografilerinin önde gelenlerinden olan film, elini attığı her şey ters giden Yahudi bir matematik profesörünün hayatından bir kesit sunuyor. Fragmanı bile bir kurgu harikası olan yapım, seyircisini hayat üzerine çok derin düşüncelere daldırırken güldürmeyi de ihmal etmiyor.
I Saw the Devil (Kim Ji-Woon – 2010)
Güney Kore imzalı bu gerilim-maceranın içerdiği –Oldboy’un bile yanında hafif kaldığı- aşırı şiddetin yanında zekice yazılmış senaryosu ve mekik gibi işleyen kurgusunun olduğunu görmek oldukça şaşırtıcı. Benim gibi bir şiddet karşıtının bile kayıtsız kalamadığı eser, aynı zamanda 21. yüzyılda Uzak Doğu’dan gelen en önemli filmlerden biri.
We Need to Talk About Kevin (Lynne Ramsay – 2011)
Seyircisini diken üstünde tutma konusunda oldukça iddialı olan yapım, bunu seyircisini ana karakterine gıcık etmesiyle başarıyor. Daha doğarken annesiyle zıtlaşan Kevin, büyüdükçe bu çatışmayı daha da derinleştiriyor. Tilda Swinton ile Ezra Miller’in karşılıklı döktürmelerini izlemekse ayrı bir keyif.
The Hunt (Thomas Vinterberg – 2012)
Çocukça bir iftiranın toplumsal bir lince dönüşmesini yer yer şaşırarak, yer yerse hiddetlenerek izlediğimiz Danca film, toplumsal yaşamın yazılı olmayan kurallarını görünür kılıyor. Tekinsiz bir duygu, ilk sahneden finale kadar havada asılı kalırken Mads Mikkelsen’in alkışlanılası performansı, filmin içine girilmesine daha fazla imkân veriyor.
Sen Aydınlatırsın Geceyi (Onur Ünlü – 2013)
Bazı sakinlerinin çeşitli süper güçlere veya anormalliklere sahip olduğu ama bu ilginçlikleri kendileri dâhil kimsenin umursamadığı bir Anadolu kasabasında geçen bol acılı bir aşk öyküsü… Eskişehirli yönetmen Onur Ünlü’nün arızalı zihninden çıkan bu garip ve son derece dağınık fikir, ilginç bir şekilde kendi içinde bir bütünlük oluşturarak ülkemiz sinemasının en ayrıksı ve kaliteli filmlerinden birine dönüşüyor. Hikâyesi kadar şarkıları, oyuncu kadrosu ve siyah-beyaz görüntü yönetimi de takdire şayan olan eser sayesinde alternatif film gösterimi/dağıtımı konusuna ilk defa dikkat çekilmişti.
Boyhood (Richard Linklater – 2014)
Daha ilk filmi Slacker (1991) ile hayatın içinde küçük görünen ama ona renk katan detayları, daha önce pek denenmemiş yöntemlerle peliküle aktaran Richard Linklater; bu stilini farklı türlere uygularak Dazed and Confused (1993), Before Sunrise (1995) ve A Scanner Darkly (2006) gibi önemli filmlere imza attı. Bu sefer 13 yıl boyunca her sene belli bir bölümünü çektiği Boyhood’da; bir insanın ergenlik sürecini gerçek zamanlı anlatarak oldukça ayrıksı bir olgunlaşma (coming-of-age) filmine imza atıyor. Tekniğinin yanında senaryosu, müzikleri, oyuncu kadrosu ve kurgusuyla da göz dolduran bir başyapıt.
Carol (Todd Haynes – 2015)
Aşkın zaman, yaş, cinsiyet ve ekonomik sınıf ayrımının olmadığını bu kadar şık anlatan ikinci bir film zor bulunur. Douglas Sirk’e bolca öykünen ayrıksı yönetmen Todd Haynes –Far From Heaven (2002) ve Mildred Pierce (2011) gibi- önceki çalışmalarında tam tutturamadığı kıvamı bu sefer tutturmayı başarıyor. Kostüm, makyaj, sanat yönetimi, müzik ve görüntülerinin muazzam olduğu filmde, Cate Blanchett ve Rooney Mara’yı karşılıklı izlemek her sinemaseverin yaşaması gereken bir deneyim.