Sinema ilk gösterimiyle birlikte kısa süre zarfında popüler bir hale gelmiştir. Mekanik gelişmeler ve insanın anlam arayışı ard arda gösterilen hareketli görüntülerin yeni bir sanat anlayışına dönüşmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Kurgunun gelişmesiyle yedinci sanat olarak anılmaya başlayan sinema, bu karakteristik yükselişine sovyet kurgucularının geliştirdiği sıralı görüntülerle anlam yaratma tekniğine borçludur. Sinema farklı disiplinlerle etkileşim halinde olan bir sanattır. Edebiyattan resime birçok alandan etkilenmiştir; ancak zamanla gelişen estetik ve sosyolojik kaygılar sinemayı da başka alanları etkiler bir noktaya getirmiştir. Akira Kurosawa’nın 1950 yılında çekmiş olduğu Rashomon filmi literatüre Rashomon etkisi olarak yeni bir terim kazandırmıştır. Bu terim aynı olaya şahit olmuş tanıkların konuyu farklı şekilde; ancak benzer derecede bir yakınlıkla anlatmasını temsil etmektedir. Sinemanın etkilediği alanlardan bir diğeri ise psikolojide kullanılan bir terim olan Gaslighting’dir. Gaslight tekniği ise bir duygusal manipülasyon taktiğidir. Birey kurbanının algılarıyla oynayarak her şeyden şüphe duymasına, eylemlerinde emin olamamaya ve gerçeklik duygusunu sorgulamasına neden olur. Yönetmen George Cukor’un Gasligt (1944) filmiyle literatüre kazandırdığı terim, genç bir kadının kocası tarafından manipüle edilişini konu almaktadır. Verilen iki örnekte de zaman içinde sinemanın toplumsal hayatı ve farklı disiplinleri etkilediği görülmektedir. Bu hususta konusu, kurgu teknikleri, çekim açıları kapsamında gelişim gösteren sinema sanatı, yeni bir dil oluşturmaya da başlamıştır. Türlerin ortaya çıkmasıyla filmler, içerdiği hikâye bağlamında bölümlere ayrılır hâle gelmiştir. Hukuk konulu filmlerin, hukuk türü olarak sinema başlığı altında birleşmesi sinemanın katettiği yolu ve filmlerin kitlesel işlevini görünür kılmaktadır. Propaganda aracı olarak da kullanılan sinema, çağımızda birden çok ideolojiyi, felsefeyi, inancı yönetebilecek bir konuma gelmiştir. Bu listemizde hukukun sinemasal görünümü ele alınmaktadır.
12 Angry Man (Yön. Sidney Lumet, 1957)
Babasını öldürmekle suçlanan göçmen bir gencin on iki kişilik mahkeme jürisinde yargılanmasını anlatan 12 Angry Man hukuk temalı filmlerin başında gelen kült bir eserdir. Hem katil hem de “göçmen” olan genç adam, kanun hükmünde azılı bir suçlu olarak resmedilir. Tüm jüri gencin suçlu olduğu konusunda hem fikirdir; ancak sekiz numaralı jüri üyesi Davis, masumiyet karinesi kapsamında gencin suçunun henüz ispatlanmadığı gerekçesiyle suçsuz sayılabileceğini öngörmektedir. Geriye kalan on bir üye ile insan hakları için mücadele eden Davis, jürinin suçlu olarak hemfikir olduğu birliği bozmaktadır. Sisteme ve adalet kavramının bireylere göre değişebilirliğini sert bir dille eleştiren 12 Angry Man neredeyse tamamı tek mekânda geçen filmlerden en önemlileri arasında yer almaktadır. Ayrıca Sidney Lumet’in ilk filmi olarak da ayrı bir yere sahip olan yapım, Lumet’in ustalık eseri olarak anılmaktadır. 12 Angry Man, 2007 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından ABD Ulusal Film Arşivi’nde koruma altına alınmıştır.
And Justice for All (Yön. Norman Jewison, 1979)
And Justice for All, Amerika’nın yozlaşmış adalet sistemini ve orantısız gücün verdiği yetkinin yolsuz bir devinimle hayata geçirilmesini merkeze almaktadır. İdealist ve başarılı bir avukat olan Arthur, görüşleri tamamen zıt olan Yargıç Fleming’in taciz davasını üstlenmek zorunda kalır. Genç bir kadına tecavüz etmekle suçlanan Fleming, hukuki yetkisini kullanarak davadan beraat etmeyi hedeflemektedir. Kendisini en iyi savunacak kişinin Arthur olduğunu düşünen yargıç, özgürlüğünü genç avukatın savunmasına bırakır. Tüm salon ve etik komite yargıç Fleming’in kuşkusuz temize çıkmasını beklemektedir çünkü eril toplumların kendi özel adalet sistemleri vardır. Özellikle Amerika gibi toplumların çokkültürlü yapısı ve yönetimin “özgürlükler ülkesi” ideası, And Justice for All filminde sıkça eleştirilen bir kavramdır. Yargıcın suçsuz olarak temize çıkma beklentisi aslında davacı tarafın şiddet gören ve tacize uğrayan bir “kadın” olmasıdır. Müvekkilin erkek oluşu, yargıç oluşu, güç sahibi oluşu patriyarkal sistemde suçsuzluğunun kanıtlanabilirliğinde hele ki karşı taraf bir kadınsa geçerli nedenler olarak görülebilecek önemli maddeler olarak sayılmaktadır. Filmin asıl eleştirdiği konu ise bir yargıcın, hukuk insanının suç işleyebildiği ve mesleki gücünü kullanıp davayı lehine çevirebileceğini düşündüğü bir yönetim sisteminin çürümüşlüğü üzerinedir.
Kramer vs. Kramer (Yön. Robert Benton, 1979)
Yaşadığı evlilik hayatından bunalan Joanna, kendini bulma gerekçesiyle eşi ve çocuğunu bırakarak evden ayrılır. Her şey yolundayken bir anda evliliğini sonlandıran genç kadın, aylar sonra çocuğunun velayeti için geri döner. Bill’in tüm sorumluluğunu üstlenen Ted, hem anne hem de baba vasfıyla başarılı, güçlü bir ebeveynlik temsil etmektedir. Yemek yapmak, ev temizlemek, çocukla ilgilenmek gibi tamamen kadına biçilmiş toksik kodlarla yaşamak zorunda olan Ted, velayet için mahkeme karşısına çıktığında tüm jürinin dikkatini çeker. Joanna ise eşini ve çocuğunu bırakıp gittiği için toplum nezdinde suçlu sayılan bir kadın olarak tepki konusu olmaktadır. Film, içerdiği konu gerekçesiyle feminist eleştirilere sıkça maruz kalmış ve gösterildiği dönemde büyük yankı uyandırmıştır. Aile hayatının mahkemeye taşınması, kadın ve erkek kodları arasındaki farkların geçirgenliği üzerine kurulu Kramer vs. Kramer aslında baba ve çocuk arasındaki ilişkilenmeyi öne çıkarmayı hedeflemektedir. Çocuk bakımının baba perspektifine odaklanan yapım, kadın karakterin gereğinden fazla kötü gösterimiyle bu amacına pek ulaşamayan filmlerden biri olarak anılmaktadır.
The Devil’s Advocate (Yön. Taylor Hackford, 1997)
Başarılı bir dava avukatı olan Kevin, müvekkilini suçlu olmasına rağmen savunarak temize çıkarır. Tek motivasyonu aldığı davaları ne pahasına olursa olsun kazanmak olan genç adam, bu girişimi ardından New York’ta bulunan popüler bir hukuk bürosundan teklif alır. Kariyer gelişimi açısından önemli bir basamak olan bu yükseliş, sonrasında Kevin’ı hiç beklemediği bir yolculuğa çıkarır. Önemli iş adamlarından olan John Milton manipülatif bir hukuk lideridir. Yolları kesişen ikili suçlu ve suçsuzun karşı karşıya geldiği kaçınılmaz bir adalet savaşında iki ayrı kutba ayrılır. Şeytan’ın avukatlığını yaptığını fark eden Kevin inandığı hukuk sistemini geri kazanabilmek için büyük kayıplar vermeyi göze almaktadır. Hukuk sistemini kapitalizm nüanslarıyla ele alan The Devil’s Advocate prestijin, kariyerin kanun önündeki görünümünün asılsızlığını eleştiren önemli filmlerden biri olarak dikkat çekmektedir.
The Insult (Yön. Ziyad Duveyri, 2017)
Orta Doğu’nun sert siyasal iklimini iki farklı yaşam tarzı üzerinden ele alan The Insult, Hristiyan Toni ile Filistin göçmeni Yaser’in aralarında geçen gerilime odaklanmaktadır. Eşi ile birlikte sıradan bir hayat süren Toni, yaşadığı sokakta gerçekleşen bir çalışmadan ses ve hava kirliliği sebebiyle rahatsız olmaktadır. Yürürlükte olan çalışmanın ekip lideri olan Yaser, Toni’nin evinden gelen bir aksaklık sebebiyle genç adamı uyarır. En kısa sürede evin tamir edilmesi gerekmektedir; ancak Toni bu göçmen adama yardımcı olmaz ve tamir isteğini reddeder. İşin aksaması sebebiyle Toni’yi ikna etmeye çalışan Yaser genç adam tarafından hakarete maruz kalır. Irkçılık söylemi içeren bu hakaret sonucunda dava mahkemeye taşınır. Lübnan’da Hristiyan olarak ötekileştirilen Toni ve Filistinli olduğu için ötekileştirilen Yaser’in yer yer aynı tarafta olup yer yer karşı karşıya geldiği filmde adalet kavramı siyasi, dini ve kültürel verilerle aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Hırsın ve haklı olma durumun erkek dünyasından anlatıldığı The Insult, cinsiyet kavramını ve devletin yasalarını hukuki düzlemde eleştirmektedir.
Ballad of a White Cow (Yön. Maryam Moghadam, Behtash Sanaeeha, 2020)
Kocası haksız yere idam kararıyla infaz edilen Mina, geç gelen adaletin kurbanıdır. İnfaz sonucu aslında suçsuz olduğu anlaşılan kocasının kan parası işlemleriyle uğraşan genç kadın hakkını hukuk aracılığıyla aramaktadır. Babak’ı idama sürükleyen Reza yaşadığı vicdan azabından kurtulmak için Mina ile yakınlık kurmaya başlar ve genç kadının borçlarını ödemeyi teklif eder. Çok geçmeden kocasının katiline âşık olan Mina, Reza’nın gerçek kimliğinden habersizdir. Yeni bir eve taşınıp yeni bir hayat kurmaya çalışan Mina, Reza’dan şüphelenmeye başlar. İran’ın kadınlara yönelik adaletsiz yaptırımından muzdarip olan Mina, Reza ile birlikte olduğu için ayrıca toplum dışına atılmıştır. Şüphelerindeki tutarsızlığı gideren Mina, Reza ile aralarındaki bağın çok eskiye dayandığını acı bir gerçekle öğrenmek üzeredir.
Saint Omar (Yön. Alice Diop, 2022)
Rama adında genç bir yazar Saint Omar mahkemesinde sıra dışı bir davayı yakından gözlemlemek için duruşmaya katılır. Rivayete göre Laurence Coly, on beş aylık kızını öldürmekle ve sorumsuz bir anne olmakla suçlanmaktadır. Rama’nın kendi çocukluğu, yetişkinliğe geçişi ve kendi annesiyle yaşadığı ilişki dava sürecinde genç kadının belleğinde yeniden canlanarak vicdan muhakemesi yapmasına sebep olmaktadır. Hayat arkadaşıyla yaşadığı ilişki ve ebeveyn olma korkusu Rama’yı yakından takip ettiği bu davada farklı bir bakış açısına yöneltmektedir. Kadının bir anne olarak bu kutsal atfedilen görevinin gölgesinde eş zamanlı olarak da suçlu oluşu Rama’nın ve Laurence’ın bakış açısından toplumla birlikte paralel gitmektedir. Fransa’da farklı kesimden iki kadın; toplumsal normları, kadınlığı ve anneliği yeniden sorgulatmaktadır. Laurence’ın piskolojik nevrozları ve toplumda yer edinme çabası onu cani bir katil olmanın ötesinden eğitimli ve kültürlü bir kadın olarak yaptığı şeylerin sorumluluğunun alınabilirliği üzerinden teslimiyetini kurmaktadır. Dava birkaç duruşma boyunca devam eder. Asıl suçlunun sistem olduğu ve kadına atfedilen düzen çerçevesinde geliştiğini vurgulan Saint Omar yönetmen Alice Diop’un karakter ve seyirci ilişkisini ustalıkla yakaladığı güçlü mahkeme filmlerinden biri olarak dikkat çekmektedir.
Anatomy of a Fall (Yön. Justine Triet, 2023)
Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünün sahibi olan Anotomy of a Fall, Samuel’in beklenmeyen ölümü sonucunda eşi Sandra’nın cinayet suçuyla yargılanmasını merkeze almaktadır. Evlilik ilişkileri çalkantılı olan çift, söz konusu cinayeti Sandra aleyhine kuran bir yapılanmayı teşkil eder. Ölümün bir cinayet mi yoksa intihar mı olduğu üzerine gelişen kurgu, salt olarak gerçek suçluyu çözümlemeyi tercih etmez. Mahkeme yolculuğu boyunca gelişen hikâyede genç çiftin geçmiş yaşantısı, ilişki dinamikleri ve aile yapılanması üzerine eleştirel bir yargılanma süreci perdelenmektedir. Aile dostu olan Vincent bu davada Sandra’nın avukatlığını üstlenir. Sandra’nın suçsuzluğu psikolojik tahlillere ve verdiği cevaplara göre şekillenmektedir. Vincent’ın Sandra’ya duyduğu sonsuz güven, davayı kazanma parıltıları taşısa da gerçeğe kolaylıkla ulaşılamayacaktır.