“Kadının Filmi”: Caramel (2007)
Nisrine, Layale, Rima, Jamale ve Rose… Beyrut sokaklarında belki her gün yüzlercesiyle karşılaşabileceğiniz; hayal ve umut arayışıyla bakan gözleri vitrin arkalarında, eşarp gölgelerinde, kapı eşiklerinde saklanan hayatların adları. Hepsi de aynı kuaför salonuna giriyor, koltuğa oturup arkasına yaslanıyor ve sırasıyla birbirlerinin saçlarını, hayatlarını, düşlerini kesip biçiyor, renkten renge boyuyor, bazen kat kat, bazen dalgalı, bazense arapsaçına dönmüş yaşantılarını her muhabbette yeni baştan kuruyorlar. Fakat bir yandan her birinin içinde düğümlenmiş birer sır yumağı… Hep bir şekilde engellenmiş, ukde ukde dürülüp sandıklara kaldırılmış o umut dolu beklentilerin bir gün gelip ipin ucundan tutmasını ve yumağın düğümlerini çözmesini bekliyor. Ama bu dokunuş için önce kadının dilini anlamak gerek; kelimeler olmaksızın, tıpkı bir anahtar-kilit uyumu gibi bakışlardan, kalbin içindeki fırtınayı hissetmek gerek.
Beyrutlu yönetmen Nadine Labaki, tüm çocuksu hâlleri, şaşkınlıkları, hüzünleri, olgunluğu, anaçlığı ve gizemiyle kadının dilini beş farklı ağızdan, beş farklı hayat hikâyesi ve hayal üzerinden, oldukça zarif ve bir o kadar da doğal bir üslupla anlatıyor Caramel’de. Kurguda yer alan her bir karakterin kimi zaman akışkan, kimi zaman duru; kimi zaman ağırlaşan, kopacak kadar incelen, gözyaşı gibi damla damla düşen, kimi zamansa yeniden yoğunlaşan, güçlenen, taşan, ama ne olursa olsun hep şeker tadında olan hayatları ve kişilikleri düşünüldüğünde filmin adı ayrı bir anlam kazanıyor. Karamel kıvamında hayatlar, karamel tadında hayaller… Fakat yine karamelin bir özelliği olan yoğunluğu, bu yüzden de su gibi etrafa kolaylıkla dağılmaktansa kimselere kendini açmak istemez gibi her damlanın kendi içine doğru dertop oluşunu da görüyoruz bu beş kadında. Yani kadınlıklarıyla aynı karamel tadını paylaşırken her birinin içinde, tamamen kendine özgü bir fırtına, yalnızca onlara aşikâr olan bir dilde kopuyor. Her ne kadar kelimelerin, birbirlerine anlattıkları olayların, gündelik yaşamlarının, ev hâllerinin, düşlerinin, sitemlerinin aynı tencerede piştiği, birbirine karışıp karamelize olduğu o küçücük, dört duvarlı kuaför salonundan içeri girerken dillerindeki sır perdesini vestiyere asıyor olsalar da kadın dilinin şeffafken de nasıl örtülü olduğunu, kâh neşenin kâh hüznün renginde anlatıyor film. Duyguların dili konuşmaya başlayınca da kelimeler ortadan kalkıyor, yalnızca en derin ve mahrem varlığıyla kadın kalıyor.
Bir “Kadın” Filmi: Oyun (2005)
“Adımız ister bilinsin ister duyulmasın; sonuçta bir oyun sahnesi bu, hepimizin bir ucundan tozunu yuttuğu…” Kadının adı, bu sefer eliyle, koluyla, yüreğiyle, yani tüm benliğiyle dipdiri bir şekilde sahneden beyaz perdeye taşınıyor Pelin Esmer’in objektifinde. Mersin’in bir dağ köyünde kadının sesini duyuyor Esmer ve kimseleri rahatsız etmeden, kamerasını usulca köyün sokaklarına, tarlalarına, evlerin sessiz duvarlarına kuruyor. Tan vaktinde başlıyor kadını izlemeye, güneşin doğuşunu izler gibi; öğleye dek var gücüyle çalışıyor, bir yandan türlü muhabbete konuk oluyor, kimi zaman uzun sessizlikleri dinliyor ve gurup vakti güneşi uğurlarken, ona biçilen “kadın” kimliğinden sıyrılıp kendi özündeki “kadın”a bürünen dokuz cesur yüreği bu kez sahnede görüntülüyor. Bir tiyatro sahnesinde!
Fikir ilk olarak Ümmiye Koçak’tan çıkıyor. Küçükken okumasına izin verilmeyen Koçak, içinde dindirilemez bir coşkuya dönüşen okuma arzusuyla yıllar sonra köydeki kadınların hayat hikâyelerini, köy öğretmeninin de yardımıyla kaleme alıp bir oyun hâline getiriyor. Böylece köyün ataerkil dilinin biçtiği “kadınlık vazifesi”, bu kez kadının dilinde yeniden yorumlanıyor, yer yer eleştiriliyor, sorgulanıyor; tüm hüznü, hayal kırıklıkları, mahrem kalmış acılarıyla birlikte kadının tabiatındaki o bastırılamaz üretkenliğin ve azmin ellerinde neşeyle yoğruluyor. Tabir yerindeyse ellerinin hamuruyla kollarını sıvıyor bu dokuz kadın ve köyün bakış açısına, kadının adına, yerine, sahip olduğu değerlere şekil veriyor her biri. Esmer’in kamerasında belgesele dönüşen, baştan sona kadın eli değmiş bu hikâye, bölgesel ve ulusal boyutun çok ötesinde bir kuşatıcılıkla evrensel bir boyuta taşıyor kendini. Çünkü nerede olursa olsun kadının adı tüm dillerde aynı heceleniyor; aynı acılarla, aynı hüzünlerle, aynı hayal kırıklıkları, annelik duygusu, merhamet ve umutlarla telaffuz ediliyor. Bu evrensel Oyun’u üç yıllık titiz bir çalışma sonucu beyazperdeye taşıyan Esmer, kadının filmini ortaya koyarken aynı zamanda sinema dünyasına oldukça başarılı bir kadın filmi kazandırıyor.
(Rabia Elif Özcan)