Kim, hangi ucundan bakmak isterse o yönünü görür bu filmin. Ben, tartışmalara sebep olan, soykırım filmi olduğu iddia edilen hicivleri değil; turnaları, yolları ve günebakan çiçeklerini görmeyi tercih ettim.
Fatih Akın’ın çok kültürlü, kimi zaman Türk ve İtalyan azınlıkların, kimi zaman Kürtlerin içtimai sorunlarını ortaya koyan, bir dönem kesif şekilde Almanya’da yaşayan Türkler üzerinden tarif ettiği olgularla, kendine has diliyle göçü, gurbeti anlattığı sineması; özünü ve geleneklerini bir şekilde içinde yaşatmaya devam eden karakterlerle ördüğü, çoğu zaman başladığı coğrafyayla sınırlı kalmayıp geniş bir alana yayılarak dertleri, ırksal odaklı değil, evrensel sorunlar olarak ele alan hikâyelerin yeşerme alanı olmuştur.
Son filmi The Cut (2014), Mardin’de yaşayan Ermeni demir ustası Nazaret Marukyan’ın (Tahar Rahim), Tehcir Kanunu gereği evinden alınarak kızlarından kopma ve yıllar sonra kızlarının hayatta olduğunu öğrenince tekrar peşlerine düşme hikâyesini, destansı bir perspektifle anlatır. Ne salt bir Ermeni Soykırımı ne de rafine bir arayış hikâyesi bu. Fatih Akın’ın, yollarda geçen filmografisine bir yenisi olarak eklediğini söyleyebileceğimiz The Cut, duygusallığa gömülmeden, bir babanın, kızlarını bulma ümidiyle bir ülkeden diğerine bağlanan yollarda sürdüğü izlerin ve umudun yolculuğu. Yönetmenin, yol ve yolculuğu filmlerinde sık sık kullanması, çoğu zaman azınlıkları ve göç olgusunu ana izlek olarak yerleştirdiği sinemasında, “öteki” olmakla sınanan karakterlerini ancak yolculuk esnasında özgür kılabildiğini ifade eden bir metafor olarak da yorumlanabilir. The Cut‘ın Nazar’ı da bu ifadeyi olumlar şekilde, evinden uzakta, yollarda olsa da özgür olduğunu hissettiği gökyüzünün altında, geniş coğrafyalarda, uçsuz bucaksız düzlüklerde, ufuk çizgisiyle neredeyse bir olmuş vaziyette çizilir zaman zaman.
Fatih Akın, Gegen die Wand (2004) filmiyle başlattığı “aşk, ölüm ve şeytan” üçlemesini, ölüm eksenini var eden Auf der anderen Seite (2007) filmiyle devam ettirmişti. The Cut‘la ise üçlemeyi tamamlayarak ölümün ve yaşamın şeytani yönünü ortaya koyar. Şeytan ifadesinin, Nazar’ın yolculuğu boyunca karşısına çıkan kötü insanlarla, alnına yazılmış makûs talihle bağdaşabileceğini söylemek yanlış olmaz. Daha derin bir gönderme ise filmin ikinci yarısında, Nazar’ın hayatında ilk kez tanıştığı ve hayranlıkla, göz yaşlarıyla izlediği Chaplin için halkın, “şeytan işi hareketli suret” dediği sahnede saklıdır.
1915’te Mardin’de başlayan film, önce Nazar ve ikiz kızları Lusine ile Arsine’nin sıcak baba kız ilişkilerini gözler önüne serer. Üstlerinden turna sürüsü geçerken turnaların, uzun bir yolculuğun habercisi olduğunu kızlarına anlatan Nazar, o akşam Tehcir Kanunu gereği diğer erkeklerle birlikte Mardin’den götürülür. Kendi uzun yolculuğunun habercisi olan turnaların başlattığı yolda, boynunda kızlarının, üzerine adını işlemiş olduğu yazmayla birlikte, bir avuç yeşilin dahi olmadığı bozkırın ortasına, çorak topraklarda yol yapıp taş toplamaya gider.
Kavruk dağları, susuzluğa ve açlığa direnircesine toprağa saplanan eğreti bir kürekten alınan destekle ayakta kalmanın zorluğunu, tozu, gündüz vakti çöken pusu, özellikle filmin ilk yarısında yoğun şekilde kullanılan az hareketli kadrajlarla, uzak ve genel planlarla, sarı tonlarla, ağır tempolu Ermeni ağıtları ve ninnileriyle birlikte izleriz. Arap coğrafyası içinde dolaşma şansı bulur, bu tınıların yarattığı arketipsel kodlarla birlikte Nazar’ın yolculuğundaki her bir unsurla hemhâl oluruz.
Filmin başında, kızlarına günebakan çiçeklerinin başlarını, güneşe olan boyun ve gönül borçlarından dolayı hep göğe çevirdiğinin hikâyesini anlatan Nazar, ne zaman bedeninde güç bulamasa, kum fırtınalarına göz kırpmaksızın başını göğe çevirir; eşinin, hayattayken kendisine söylediği Ermeni ninnisinin tınısıyla yoluna devam eder.
Türk bir çete tarafından arkadaşlarıyla birlikte kolları zincirlenerek bir dağın eteğine getirilen Nazar, diğerlerinin öldürülüşünü izler. Kendisi ise merhametli bir Türk’e denk gelince, sesini kaybetme pahasına da olsa, yalnızca boğazından yaralanarak hayatta kalır. Türk arkadaşıyla birlikte kaçan Nazar, kendisine yardım eden diğer Türkler sayesinde, Mardin’deki kızların ve kadınların götürüldüğünü öğrendiği Resulayn’a doğru yola koyulur. Yanına aldığı bir matara su, Arap entarisi ve, kızlarının verdiği yazmayla bileğindeki haçı saklayarak Arap topraklarına girer. Resulayn’a vardığında, kıtlıktan, susuzluktan ölmüş insanlarla, ölümün en korkunç yüzüyle karşılaşır ve cesetler arasında ölmek üzereyken bulduğu yengesinden karısının öldüğünü öğrenir. Öfkesi, inandığı Tanrı’ya, belki kaderine, belki de güneşedir artık. Ama başını öne eğme şansı yoktur.
Halep’te, sabun tüccarı Ömer Nasreddin adlı bir Arap, kimliğini önemsemeksizin Nazar’a yardım eder. Kasım 1918’e kadar bu ihtiyarın yanında çalışarak günlerini devirir. İngilizler savaşta galip gelince, Osmanlı’nın bu topraklarda işi biter ve halkın hakaretleriyle, suçlamalarıyla, attığı taşlarla birlikte kentten çıkarlar. Merhametini hiçbir zaman kaybetmeyen Nazar ise kendisine yardım eden Türkleri, kendi kızları gibi göçebe, sefalet içinde yaşayan çocukları düşünerek taş tutan elini indirir.
Mardin’deyken çıraklığını yapan Levon’la karşılaşıp kızlarının sağ olduğunu, eşinin, ölmeden önce onları bedevi bir aileye verdiğini öğrenen Nazar’ın umudu canlanır ve tekrar yollara düşer. Tüm yetimhanelerin adreslerini alarak hepsini tek tek gezmeye koyulur. 1922’de Lübnan’daki bir yetimhanede kızlarının fotoğrafını bulur. Kızlarının, evlenerek Küba’ya gittiğini, Lusine’nin yolculuk sırasında düşüp bacağını kırınca topal kaldığını öğrenir. Filmin bu yarısına kadar çöllerde, kurak topraklarda, seraplar eşliğinde süren yolculuk, yerini mavi denizlere ve soğuğa bırakır. Günlük işlerde çalışarak parasını denkleştiren Nazar, Havana’ya ulaşır. Lübnan’daki yetimhaneden aldığı adrese vardığındaysa kızlarının altı ay önce Minneapolis’e gittiğini öğrenir. Eli boş ayrıldığı her kapı sonrası başı biraz daha öne eğilen Nazar, aklına yol yordam bellediği ninni ve ezgileri getirerek mutlu sona inanmaya devam eder. Bulaşıkçılık yapar, kömür satar, hayatına giren iyi insanları arkasında biriktirerek, bu esnada kötü insanların hayatına da bir yerden dokunup tehlikelerden sıyrılarak yoluna devam eder. Önce Florida’ya, oradan da Minneapolis’e varır. Farklı coğrafyalarla birlikte renkler, kadrajlar da değişir. Tükenmemek için direnen ümidi, kımıldamayan otlarda, durgun denizde, puslu havada hissetmeye başlarız.
1923’te Nazar, Kuzey Dakota’da, Ermeni demir yolu işçilerinden yakınlardaki Ruso’da yaşayan Ermenilerin bilgisini alır. Üzerinden kuşlar geçerken Nazar yine yollarda, bu defa kuzeyin soğuk, çorak topraklarındadır. Ruso’ya vardığında topal bir kadının yürüdüğünü görür. Yılların içinde düğümlediği cesaretle, yüreğinden söküp çıkardığı fısıltıya öykünen bir sesle kızına, Lusine’ye seslenir ve Mardin’de başlayan arayış, bir sınır eyaletinde son bulur. Arsine, salgın sebebiyle ölmüş, geride sadece topal bir kız ve onun lâl babası kalmıştır.
Aylardır tartışılan, Türkiye’de gösterime girip girmeyeceği konusu bile sansasyon yaratan film, gaddar, tecavüzcü, öfkeli Türklerin altını çizen bir film değil asla. Bu sıfatların filmde, asker kaçaklarını ve çeteleri tarif ettiğini söylemek; Nazar’a yardım ederek onun yolunu çizmesine yardımcı olan iyi Türklerin de varlığını unutmamak ve Türklerin, savaşı kaybetmeleri sonucu girdikleri bölgeleri terk ederlerken maruz kaldıkları olumsuz tepkilerin de filmde yer aldığının altını kalınca çizmek gerek. Bu anlamda filmin, iki tarafa da eşit mesafede yaklaşarak politik yanı ortaladığını söylemek yalan olmaz. Fatih Akın’ın filme dair açıklaması da bu tezi doğrular: “Ben bir soykırım filmi yapmadım. Hiçbir politik gelişmeden haberi olmayan Mardinli bir Ermeni demircinin başından geçenlerin öyküsünü anlattım. Onun penceresinden olaylara baktım.”
Kimsenin ötesini göremediği gökyüzü altında eksik ve yaralı kalan baba kız, kimsenin adını bilmediği diyarlara doğru yürümeye devam ederken, yönetmenin açıklaması kendini hatırlatır. Final sahnesi, filmin başından beri Nazar’la birlikte aradığımız kızı bize vermesi sebebiyle tam da bekleneni karşılar. Ama bu, uzun soluklu, destansı bir filmin finali için zayıf bir son mudur; yoksa hikâyenin can bulduğu, günebakan çiçeklerinin yüzünü güneşe, turnaların başını ufka çevirdiği masalın asıl başlangıç noktası olarak yorumlanabileceği ihtimaliyle tatmin edici midir, kararsız kalırız. Gittikçe uzaklaşan Nazar ve Lusine’nin arkasından ufak bir soru işaretiyle bakarız: “Nereye uçar turnalar?”
Öncelikle çok güzel bir yazı, emeğinize sağlık. Fakat film henüz Türkiye’de gösterime girmeden filmin sonundan bahsetmeniz sert olmuş.
Ben bazı filmleri 3 kere seyrediyorum. Filmin sonunu bilmek neden filmin çekiciliğini etkilesin ki?
Filmi üç kere izlemek bir seçimdir. Bir çok insanın bir filmi birden çok kez izlediği olmuştur(mesela ben de bu “bir çok”un “bir”lerindenim) Fakat ilk izleyişte sonunu bilmek istememenin neresi anlaşılmaz geldi ve bunu anlamayan bir insana bu nasıl anlatılır? bknz.spoiler