Direniş, özgürlük, barış, insan hakları… Bir süredir başka bir şey düşünemez olduk. Haliyle adaletsizliklere, zulme ve baskıcı rejimlere karşı sessiz kalmayı reddeden insanların hikâyesini anlatan filmleri gözden geçirdik bu ay. Filmler arasında seçim yaparken bir hayli zorlandık; çünkü sinema tarihinin önemli köşelerini parselleyen birçok filmde bu türden konu seçimleriyle karşılaştık.
Daha önce Kitle İmha Filmleri dosyamızda yer alan Kibar Feyzo (1978) ve 20 Ülke 20 Film dosyasında ele aldığımız No (2012) filmleri olmadan bu dosyanın eksik kalacağını düşündüğümüzden bir istisnaya başvurarak daha önce kaleme aldığımız bu iki filme yeniden yer verdik bu dosyamızda.
Ön sözü çok da uzatmadan bu 22 filmle baş başa bırakıyoruz sizi. Onlar bizim ekleyeceklerimizden çok daha fazlasını söylüyor, gösteriyor.
A Generation (Pokolenie, Andrzej Wajda, 1955)
Polonya sinemasının hala üretmeye devam eden büyük ustası Andrzej Wajda’nın ilk uzun metrajlı filmi olan Pokolenie (1955), İkinci Dünya Savaşı zamanlarında Nazi işgali altındaki Polonya’nın haletiruhiyesine göz gezdirir.
Kanal ve Ashes and Diamond ile devam edecek Savaş Üçlemesi’nin ilk filmi olan Pokolenie, gençliklerini işgal altında yaşamak zorunda kalan bireylerin mücadelesi üzerinden ülkenin durumunu betimler. 20’li yaşlarının başındaki Stach’ın merkezinde olduğu film, genç adamın çalışmaya başladığı bir mobilya fabrikasında kendine has küçük dertleriyle uğraşırken aldığı bir çağrının peşinden gidişi üzerinden gelişir. İşgal kuvvetlerine karşı direniş oluşturmaya çalışan gençlik hareketine örgütün liderlerinden Dorota’ya duyduğu ani ilginin vesilesiyle katılır. Bir yandan büyüyen bir aşka tutunurken, çevresindeki yaşıtları ile de acı deneyimler yaşayacakları yeni bir mücadelenin savunucularından olur.
Baskı altındaki bir jenerasyonun hayata tutunuşunu anlatarak kariyerine başlayan Wajda, henüz ilk çalışmasında oldukça etkileyici bir dönem tasviri yapmayı başarmıştır. (Simon Sağlamoğlu)
Army of Shadows (L’armée Des Ombres, Jean-Pierre Melville, 1969)
“Bir şey yapmalı!”
Yüzlerce nesil boyunca, yüzbinlerce ağızdan dünyanın her yerinde duyuldu bu cümle. Peşpeşe gelen o kadar haksızlık karşısında vicdanlar yaralandı, öfkeye ve şikayete yer kalmadı. Artık dur demek isteği ciğerlere sığmadı; önce ağızlara sonra ellere ulaştı. İnsanlar eyleme geçmek istediler. Yaşamaya devam etmek öylece mümkün olmadı, olamazdı; hem bu kadar adaletsizlik insanlığa sığmazdı hem de durdukça sıra sana gelecekti.
Army of Shadows da harekete geçildikten sonraki aşamayı yaşayan insanların öyküsü. Fransa‘da biri bin para gerekçelerle toplama kamplarına tıkılan, hapse atılan muhaliflerden saklanmayı ya da kaçmayı başaranların, “Bunlar bizi yıldırmamalı, durduğumuz zaman yenilmiş sayılırız, mücadeleye devam etmeliyiz!” demelerinden sonra olanların öyküsü. Belki bir hayalkırıklığıdır o kadar çabanın nihayeti, belki daha da fazla beklemek gerekir ışık için, tüm o acı zaman boyunca anneler ağlar, çocuklar yetim öksüz kalır. Belki birçok nesil ülküsünü göremeden ölür; fakat umut hep kalır, fikirler üretilmeye devam eder. Ve bu uğurda can veren isimli isimsiz yüzlerce insan, belki on yıllar sonra adlarına dikilen bir “Zafer Arkı” nda hatırlanır, ama mutlaka hatırlanır. (Büte Kıraşı)
Battleship Potemkin (Bronenosets Potyomkin, Sergei M. Eisenstein, 1925)
Rusya’da vuku bulan, Çarlık yönetimi tarafından kanlı bir şekilde bastırılan, ismi hâlen devrim diye geçmekte olan ve Lenin tarafından sonraki devrimlerin varlıklarını borçlu olduğu “genel prova” şeklinde yorumlanan 1905 Devrimi’nin 20. yılı sebebiyle Eisenstein’a sipariş edilmiş Potemkin Zırhlısı; Yurttaş Kane ile birlikte, modern sinema tarihinin mihenk taşı olarak anılır.
1905 yılında, Odesa yakınlarında demirlemiş Çarlık zırhlısı Potemkin’in mürettebatının bir kısmının isyanını konu alan film; bir uyanış destanını imlemesi, sinemasal zamanı farklı kullanması, göstergebilimsel anlatımlara sıkça yer vermesi, paralel kurgusu ve epikliğiyle, bir asırdır pek çok edebiyat ve sinema insanını etkilemiştir. Tek bir başrol oyuncusuna dahi ağırlık vermeyecek kadar komünel bir bakış açısına sahip olan film; sadece biçimsel olarak değil, içerik bakımından da aynı kolektif duygulanımları barındırmaktadır kuşkusuz.
Bir halkın bir araya geliş hikâyesi olmakla birlikte, aynı zamanda halk tanımının içinde yer alan sosyal sınıfların da bu “birolum”u ve devrim ruhunu daha iyi kavramalarının, yaşayarak öğrenmelerinin hikâyesidir. (Tuğçe Güleç)
Black Book (Zwartboek, Paul Verhoeven, 2006)
Aynı dönemi konu alan filmlerden Hollanda’da çekilmesiyle ayrılan Black Book, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, savaşın bitmesi umudu ve yakalanma korkusuyla Hollanda kırsalında saklanan genç ve güzel bir Yahudi şarkıcının hikayesiyle açılır. Sığındığı evin hava bombardımanı ile yerle bir edilmesiyle Rachel’ın sınır dışına kaçabilmek için verdiği zorlu mücadele başlamış olur. Önüne çıkan engeller ve bir şekilde başa çıkmayı başardığı tüm kötülükler onu Almanlar’a karşı örgütlenen direnişin kollarına iter. Böylece Rachel kendini düşmanlarının arasında casusluk yaparken buluverir.
Film, iktidarın sahip olduğu gücü kendi menfaatleri için kullanırken ne denli canavarlaşabileceğini işler, bu yönden oldukça sağlam bir faşizm eleştirisi barındırdığını söylemek mümkündür. Bunun yanında onu değerli bir film yapan yönetmenin politik bir duruş sergilerken karakterleri bu analize kurban etmemesi ve onların iyi olduğu kadar kötü, kötü olduğu kadar iyi taraflarını da ön plana çıkartabilmesidir. Böylece onlarca kişinin ölümünden sorumlu olan bir Nazi askerinin aşkına tanık olduğumuz gibi, zulme karşı duranın, yanındakilere ihanet edebileceği gerçeği ile de karşı karşıya kalır; gücün devletlerden önce bireyleri etkisi altına aldığı ve faşizmin esasen bu noktada kök salmaya başladığı gerçeğiyle yüzleşiriz.
Bloody Sunday (Paul Greengrass, 2002)
Bourne serisiyle politik gerilim türüne anlatım stili olarak yeni bir soluk getiren ve adını tüm dünyaya duyuran Paul Greengrass’ın yarı belgeselci bir dille anlattığı Bloody Sunday, İngiliz kuvvetlerinin birçok İrlandalı direnişçiyi katlettiği tarihi günü konu edinir.
Tarih 30 Ocak 1972, Pazar gününü göstermektedir. Toplumsal hak ve eşitlik için Kuzey İrlanda’nın Derry kasabasında toplanan insanların amacı hükümeti protesto etmektir sadece. Ivan Cooper, bu sakin pazar sabahından umutludur, göstericilerin arasında gezinerek onlara “Eylemimizi gerçekleştirip evlerimize dağılacağız!” der. Zira amaçlanan tek şey bir araya gelmek ve seslerini iktidara duyurmaktır. Cooper, her şeyin olaysız, sakin geçeceğine inanır. Fakat alana gelen kuvvetlerin tavrı sert olunca göstericiler de soğukkanlılığını yitirir ve Britanya tarihine kara bir sayfa olarak geçen bir katliam yaşanır. Kuvvetlerin, olay sonunda ölen İrlandalı direnişçilerin cesetlerini ortadan kaldırmak ve böyle bir yıkımın yaşanmadığını göstermek istemesi ise meselenin en acı boyutudur.
Greengrass’ın kamerası tıpkı Cooper’ın ruh dünyası gibi sakin başlayıp hareketlenir ve darmadağın olur. Öyküsünü dramatik bir yapıyla şekillendirmek yerine olayın gerçekliğini seyirciye göstermeyi tercih eder. Bir haber kameramanı tavrıyla ‘Kanlı Pazar’ diye anılan olayı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. İzleyeni filminin bir kurmacadan ziyade, bir belgesel olduğu düşüncesine çeken gerçekçi bir tutum takınır. Böyle bir projede en büyük handikabın inandırıcılık ve yapaylık çizgisi olduğunu göz önünde bulundurursak Greengrass’ın başarıyla sınavı geçerek bu içler acısı vakayı sinemasal olarak vücuda getirdiğini söyleyebiliriz. (Emrah Öztürk)
Brazil (Terry Gilliam, 1985)
İngiliz mizahının önde gelen isimlerinden Monthy Pyton’ın üyelerinden olan Terry Gilliam, vakti zamanında işittiği ‘Brazil’ adlı şarkıdan o kadar etkilenir ki aynı isimde bir film yapmaya ve tüm mizahını konuşturarak distopik bir öykü anlatmaya soyunur. Sam Lowry’nin tek düze yaşamı, bürokratik bir hata sonucu devlet tarafından aranan suçsuz birisini kurtarmaya girişmesiyle değişir. Çünkü bürokratik düzen bir anda kendisini terörist ilan etmiştir ve Lowry’nin ‘kaçmaktan’ başka çaresi yoktur.
Michael Radford’un George Orwell’in kitabından uyarladığı 1984’e birçok göndermede bulunan Brazil, sanat yönetimi ve sıradışı gelecek tasarımıyla da dikkati çeker. Alışveriş çılgınlığı ve diplomatik süreçlere boğulan bir kabusun, karanlık bir şehrin tablosunu çizer. Her şeyin emir komuta zincirinde ilerlediği, kablolara ve kağıtlara gömülen, korku, şüphe ve endişeyle karartılan metropolde doğaya dönmek, düşlerin peşinde koşmak adeta en büyük suç olarak kabul edilir. Sam Lowry ise bu suçu çoktan işlemiş, çalıştığı ofisten bıkmış usanmış düşperest bir birey olarak bürokrasinin dev çarklarından kaçmak istemektedir.
Geniş anlamda dünyanın gidişini, dar anlamdaysa İngiltere’nin vatandaşını yıldıran bürokratik süreçlerini hicveden Gilliam, yeri geldiğinde aristokrasiyi, yeri geldiğinde entelektüel aydınlığı ve yeri geldiğinde de devletin totaliter bakışını ti’ye alarak muhalif bir duruş sergiler. Patlayan bombalar, verilen emri uygulamaktan başka bir şeyi düşünmeyen memur ve polisler, absürd şekilde açtığı yaraları tamir etmek isteyen bürokratlar ve terörist ilan edilen masum insanlar Gillam’ın eleştirisini keskinleştirir. Yıllar sonra Matrix’e de ilham kaynaklığı edecek olan Brazil, kara mizahının yanı sıra etkileyici rüya sahneleriyle de hafızalara kazınır. (Emrah Öztürk)
Fahrenheit 451 (François Truffaut, 1966)
Bir dünya düşünün ki, itfaiyeciler yangınları söndürmek yerine onları başlatıyor. Bu meslek o kadar uzun süredir devam ettiriliyor ki kendileri bile geçmişlerini unutmuş durumdalar. Başlattıkları yangınların da bir amacı var: Kitap yakmak, onları yok etmek! Çünkü kitaplar düşüncelerimizi harekete geçiriyor, sorgulamamıza neden oluyor. Sorgulama, günümüz dünyasında dahi güçlü iktidarlar tarafından kabul gören bir eylem değildir.
François Truffaut, Ray Bradbury’nin aynı adlı unutulmaz distopyası Fahrenheit 451‘i sinemaya uyarlarken genel hatlara müdahale etmeden, sinemanın inceliklerinden faydalanarak zekice detaylar ekliyor. Başından itibaren film jeneriğini yazılı değil sesli olarak sunmasıyla, Fahrenheit 451 itfaiyecilerinin yazılı kaynakları, dolayısıyla yazılı kültürün ve hafızanın yok edilmesine sağlam bir gönderme yapıyor. Yakılan kitaplara kendisinin de yazdığı, sinema tarihinde önemli akademik çalışmalarla yer eden Cahiers du Cinema‘yı ve Ray Bradbury’nin The Martian Chronicles ve Fahrenheit 451‘in kendisini de ekleyerek bize göstermeyi ihmal etmiyor. Filmde, bilgiden korkan insanların kaçış dünyası olan televizyonların içini boşalttıkları kavramlar ve anlamlar başarıyla verilirken, distopyanın aslında o kadar da imkansız bir dünyadan bahsetmemesi, baskıya karşı gerçekleştirilen direnişin ve insanların tükenmeyen umuduysa filmin güncelliğini bugün de korumasını sağlayan önemli unsurlardan biri. En zor zamanlarda bile büyük bir güçle ve iktidarı şaşırtabilecek bir yaratıcılıkla direnen insan zekasının güzel örneklerini sunmasıyla da Fahrenheit 451, direniş teması içeren önemli filmlerinden biri olma özelliği taşıyor. (Nil Yüce)
Germinal (Calude Berri, 1993)
19. yüzyıl Fransası… Kalabalık işçi aileler, sabahın erken saatlerinden gecenin karanlığına kadar herhangi bir güvencesi olmaksızın verilen emeğin değerinin altında kömür madenlerinde çalıştırılmaktadır. İnsan hayatı o kadar değersizdir ki, işçilerden birinin ölümüne yalnızca 5 saniye üzülmeye fırsat bulan işçilerin yapması gereken şey makaranın başına hemen geçebilecek birini bulmaktır. Filmin hikayesinin şekillendiği Maheu ailesinin reisi Toussaint’in, işsiz kalan makinist Lantier’e iş bulmasıyla hayatında büyük değişimler olacaktır. Lantier, tanıştığı herkesin hareketlerini ve yaşadığı sefaleti dikkatle incelemektedir.
Şeflerinin madendeki payandaları beğenmemesi üzerine işçilerin zaten cüzi miktarda olan maaşlarından kesinti yapmaya başlaması ve elde edilen gelirden de pay vermemesi işçilerin en büyük sorunu haline gelir. Lantier, kalabalığın içinden bir aydın olarak sıyrılır ve çevre madenlere de sıçrayacak bir isyanı başlatır.
Açlığın umutsuzluğu beraberinde getirişini ve insanları nelere sürükleyebileceğine tanık oluruz. Maheu ailesini temelinden sarsan bu isyan, mesajı almış olsalar da madeni yönetenlere bir şey ifade etmez. Belçika’dan işçi getirmeye ve yeniden madenine dönmek isteyen işçilerine her türlü şiddeti uygulamaya hazır olduklarını da tehditkar bir şekilde gösterirler.
Germinal, direnişin kendisini bize gösterirken diğer yandan da direnişin örgütlenemeden nasıl kontrolden çıkabildiğini, vandalizme ve saldırganlığa ve zamansızlığa bir anlamda yenik düşüşünü dramatik bir dille anlatmayı başarır. (Nil Yüce)
Hair (Milos Forman, 1979)
Çek yönetmen Milos Forman’ın ’68 kuşağının eşsiz ruhunu peliküle aktardığı müzikal filmi Hair, çok uzak olduğu hippilerin dünyasında kendini aniden buluveren genç bir adam üzerinden hem coşkulu hem de dokunaklı bir hikaye anlatıyor.
Vietnam Savaşı hazırlığındaki Amerikan ordusuna katılmak için Oklahoma’dan yola çıkan takım elbiseli Claude, orduya katılmadan önceki zamanını Empire State Binası’nı ziyaret edip Manhattan’da dolaşmak şeklinde planlamışken karşısına tüm neşeleri ve farklılıklarıyla tuhaf bir grup çıkar. Claude, bu albenili grubun sıradışı yaşamına dahil olduğu kısa süre içerisinde hiç tatmadığı şeyler yaşar. Yeni arkadaşlarının tüm ısrarları ve caydırma çabalarına rağmen orduya katılsa da bu rengarenk insanlar onu orduda bile yalnız bırakmamakta kararlıdır.
Çiçek çocukların yaşayışlarına, hayatı anlamlandırışlarına ve aileleriyle ilişkilerine bakan Hair, antimilitarist, barışçıl ve cinsel özgürlüğü savunan söylemini oldukça sıcak bir hikayeyle harmanlıyor. Filmin en can alıcı yanını mükemmel müzikleri ve dansları oluşturuken, en akılda kalıcı an hiç kuşkusuz binlerce insanın tek bir ağızdan “Let the Sunshine In” şarkısını söylediği final sahnesi oluyor. (Simon Sağlamoğlu)
Hate (La Haine, Mathieu Kassovitz, 1995)
Fransa’daki onlarca banliyöden biri… Hubert, Said, Vinz ve Horbinne. Arap, zenci, yahudi, balkan, öteki. Öteki. Parasız ve öteki.
Yirmi dört saat ve elli katlı bir binadan düşüş. Bu bir “çakılma” filmi. Elli kat boyunca “buraya kadar sorun yok” diyen ve yine de her katta, çakılacak olmanın bilgisini sürekli anımsatan bir film.
Çıkan bir getto isyanı sırasında, polis tarafından vahşice dövülüp yoğun bakıma alınan Abdel’in arkadaşları olan ‘bizim çocuklar’; yirmi dört saat boyunca bir yandan Abdel’in ölüp ölmeyeceğinin haberini bekliyorlar, bir yandan olaylar, arabalar ve trenler onları nereye sürüklerse kendilerini orda buluyorlar. Erkek olmak, insan olmak, öteki olmak, fakir olmak kombosu; hayatlarını alaşağı edip duruyor. Sıkışık bir yaşamları var, kötü muamele görüyorlar, sevilmiyorlar, önemsenmiyorlar ve bu işin içinden nasıl çıkabilecekleri konusunda donanımlı değiller. Sanki bütün çıkış yolları kapalı. Dönüp dolaşıp aynı çemberde kalıyoruz ve onlara benzer şekilde çoğumuz da muktedirlerin kaderimizi tayin etmesine seyirci oluyoruz.
Mathieu Kassovitz’in 1995 yılında çektiği bu siyah- beyaz protest film; dünya üzerinde eşit yaşama koşulları sağlanamadıkça, silahların el değiştirme ihtimalini ve bu ihtimalin getirdiği başka ihtimallerin panaromik hikâyesini anlatıyor bizlere.
Aynı yıl Fransa’daki göçmen politikaları nedeniyle çıkan ayaklanma esnasında, iç işleri bakanı Sarkozy’nin “bir avuç serseriden korkacak değiliz, imtiyaz tanınmayacak” gibi demeçler verdiğini de hatırlatalım. Hayatla sanat birbirine geçtikçe güzeller. (Tuğçe Güleç)
Kibar Feyzo (Atıf Yılmaz, 1978)
İhsan Yüce tarafından yazılıp Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı ve efsane bir kadro genişliği barındıran Kibar Feyzo, 70’li yılların Türkiye’sine dair oldukça etkileyici bir film olup büyük bir hayran kitlesine sahiptir. 1980 Darbesi sonrasında uzun yıllar yasaklanan, sonrasındaysa televizyon ekranlarında yoğun bir şekilde gösterilen Kibar Feyzo, doğunun feodal düzeni ile batının siyasi hareketliliği ve ayrıksılığı arasında gidip gelen Feyzo’nun trajikomik isyanını anlatır.
Sevdiği kızla evlenebilmesi için gerekli başlık parasını biriktirmek için şehre göç eden Feyzo (Kemal Sunal), şehirde başlık parası düzeninin kalktığını görür ve bununla birlikte batıya ait birçok başka bilgiyi köyüne ulaştırır. Feodal düzenin temsili köy ağasının baskısı altında yaşayan köylüleri uyarma görevi üstlenen Feyzo, bu bir nevi aydınlanmış haliyle kaçınılmaz şekilde iktidar tarafından istenmeyen adam ilan edilir.
Hikayesini mahkeme salonunda, hakime (kameraya) bakarak anlatan Feyzo, aydınlanışı ve isyanıyla birlikte feodal düzenin kokuşmuş yapısını elinden geldiğince ifşa etmeye uğraşır; farklı yerlerdeki farklı iktidar güçlerinin birbiriyle ilişkili yapısını gözler önüne serer. Tüm bu çabaların geldiği nokta düzenin yıkımını sağlayamasa bile bilinçliliğin önemini vurgular; isyankar bir umuda sığınır. (Simon Sağlamoğlu)
Land and Freedom (Ken Loach, 1995)
Kim, büyükbabası Carr’ın ölümünün ardından eşyalarını karıştırırken birtakım gazete küpürleri bulur. Ayrıca pek çok mektup, fotoğraf ve de kırmızı bandananın içine sarılmış birkaç avuç toprak vardır. Okuduğu her kelime Kim’i (ve dolayısıyla bizi de) büyükbabasının yaşadıklarına bir adım daha yaklaştırır ve bize bir direniş hikayesi anlatmaya başlar.
Carr, 1936’da İspanya’da sürmekte olan iç savaşta anti-faşizme destek vermek üzere Liverpool’u terk eder. Kendisi gibi farklı ülkelerden gelen direnişçilerin de katıldığı POUM’da (Partido Obrero de Unificación Marxista, yani Marksist Birleşik İşçi Partisi) kendini bulur. Milisler herhangi bir eğitimi ya da silah bilgisi olmaksızın faşizme karşı savaşırken biz de yaşadıkları tüm zor anlara, birlikteliklerine, tartışmalarına tanık oluruz. Direnen bir insanın psikolojisi, yaşadığı dalgalanmalar çok güzel ifade edilir. Aralarına katılan yeni milislere tüfek tutma eğitimi verirken yaralanan Carr, hastaneden çıktığında milislerle savaşmanın dezavantaj olduğunu düşünür ve fikir karmaşası yaşayarak bu kez International Brigades’e (Uluslararası Tugaylar’a) katılır. Faşizme karşı savaştığını düşündüğü Stalinizmi benimsemiş bu oluşumun içine girdikçe, devletin desteğini alan ve desteklediği düşüncenin tam tersini savunarak milislere saldırdıklarını kavrayarak POUM’a geri döner.
Birlik beraberlik duygusunu ve komün yaşamın güzelliklerini her adımında gördüğümüz Land and Freedom, faşizme karşı omuz omuza vermiş insanların zor koşullar altında direnmesini fakat buna rağmen farklılıklarla birlikte yaşamaya devam etmesini görürüz. (Nil Yüce)
Metropolis (Fritz Lang, 1927)
Sessiz sinema döneminin belki de en sıra dışı örneği olan Metropolis (1927), beyazperdeye çok sayıda başyapıt kazandıran usta yönetmen Fritz Lang’ın imzasını taşır. Kendinden sonraki birçok eseri yadsınamaz bir biçimde etkileyen filmin senaryosunda Lang’ın yanı sıra o dönemler evli olduğu Alman yazar Theo von Harbou’nun da parmağı vardır.
Kabaca aristokratlar ve işçiler olarak ayrımlayabileceğimiz iki farklı grubu barındıran Metropolis, gelişmiş bir teknolojinin hüküm sürdüğü göz kamaştırıcı bir yerleşkedir. Şehrin üst kısmında zenginler, yer altında ise bu görkemli değirmenin suyunu döndüren işçiler yaşamaktadır. Bu adaletsizlik ortamının bir sonraki eşiği, şehri yok olmakla tehdit edecek büyük bir ayaklanma olur.
Metropolis, daha çok toplumsal eşitsizlikler üzerinden ilerlese de din yaklaşımı ve Babil Kulesi göndermesiyle dil ve inanç farklılıklarının adaletsizlik ortamlarındaki önemini vurgular. Açık bir Meryem Ana figürü olan Maria’nın hikaye içindeki yerleşiminden Metropolis’teki cennet-cehennem canlandırmalarına kadar her şey bu savı destekler niteliktedir. Lang bu beşer hastalıklarını ortadan kaldırmak konusunda tek bir çözümün üzerinde durur: “Eller ve baş arasındaki arabulucu kalp olmalı.” (Soner Yıldırım)
No (Pablo Larraín, 2012)
Daha önceki iki filminde de Pinochet yönetimindeki Şili’yi beyazperdeye yansıtan Pablo Larraín’in 2012 yapımı filmi No, Şili’nin 1988 Referandumu’ndan yola çıkarak politik rekabeti reklamcılığın ve reklam üslubunun toplumun yerleşik düşüncelerini nasıl da değiştirebileceği düzleminde ele alıyor. Hatta bunu öyle keskin bir çizgide yapıyor ki kendinizi ister istemez politik görüşleri oturmuş bir insanın; reklamla kendisine “verilmek” isteneni böylesine kolay kabullenip kabullenemeyeceği sorgulamasının eşiğinde buluyorsunuz. Bu bağlamda No medyanın toplum üzerindeki manipulatif etkisinin ne denli büyük olduğunun altını kalın bir şekilde çiziyor.
“Pinochet’ye Hayır!” kampanyasından gerçek kesitleri de oldukça başarılı şekilde filme yediren Larraín seyircinin zaman zaman gerilimli, bazen de coşkulu bir iki saat geçirmesini sağlıyor. Muhalefeti kontrol altında tutmak için kullanılan sansür ve meşrulaştırılmış şiddete de yer veren film; yerleşik bir demokrasi kültürüne sahip olmayan bir ülkede yaşayan bizler için de oldukça tanıdık nüanslar barındırıyor. Politik drama sevenlerin, reklamcılıkla ucundan berisinden ilgili olanların mutlaka izlemesi gereken No, Yabancı Dilde En İyi Film dalında 2013 Oscar Ödülleri’nde adaylığa sahip.
Persepolis (Marjane Satrapi & Vincent Paronnaud, 2007)
Her toplumun kadınları için genel bir nitelik addetmek gerekse, bu muhtemelen “metin olmak” olur. Sözgelimi bir kimse şöyle diyebilir: “Afganistan kadını güçlü, vakur ve sessiz; Hint kadını güçlü, hamarat ve renkli, Masai kadını güçlü, doğurgan ve tabii.” Bu genelgeçer özellik tarihin cins-i latif’e bahşettiğidir, öyle ya da böyle kadın dayanmak, dayanırken dönüşmek, analık etmek, tekamül etmek zorundadır. Marjane Satrapi ‘nin romanından uyarlanan Persepolis, bizlere özellikle İran kadınının bilhassa yaşayan nesillerine bu metaneti, istese de istemese de ezelden ebede içinde yoğrulduğu politikanın bahşettiğini anlatır.
1969 doğumlu Marjane Satrapi, sadece kendi yaşamını anlatarak bir nevi vakanüvislik yapar. Yaşadığı devir öyle bir dönüşümler devridir ki, film bittiğinde öyle çok şey öğrenmişsinizdir ki adeta Satrapi ‘nin kitabını yazarak ve filmin yapımında yer alarak tarihte üzerine düşen görevi yapmış olduğunu hissedersiniz. Ve İran öyle bir ülkedir ki, bu filmi izlemeden, bir kadından dinlemeden tarihini anlamış olmazsınız. Gerçekten de bir memleketin hikayesini tek cinsiyetin ağzından dinlemekle en eksik öğreneceğiniz ülkelerden biridir İran. (Büte Kıraşı)
Rome, Open City (Roma, citta aperta, Roberto Rossellini, 1945)
2. Dünya Savaşı’nın son demlerindeki işgal altında bir Roma’yı fona alarak milis kuvvetlerin Nazi askerleriyle verdiği özgürlük mücadelesini anlatan Rome, Open City (1945), Rosselli’nin ünlü savaş üçlemesinin ilk ayağını oluşturur.
Senaryosu yazılmaya başladığı sırada hala işgal altında olan şehrin viran sokakları filme inanılmaz bir gerçeklik hissi taşırken Aldo Fabrizi ve Anna Magnani haricindeki tüm oyuncuların amatör isimlerden seçilmiş olması bu duyguyu bir seviye daha yukarı taşır. Nitekim neorealizm akımının ilk örneği olarak kabul gören yapım; bir taraftan tahribatı son derece taze bir savaşa cesur ve kuvvetli bir yorum sunarken bir taraftan da tamamen Hollywood tesiri altında olan İtalyan sinemasına esaslı bir kimlik kazandırır.
Rossellini, ülkelerinin özgürlüğü için koşulsuz bir direniş gösteren insanlarını bir kahramanlık öyküsünün baş aktörleri haline getirmekten ısrarla kaçınırken, olağanüstü koşullara karşın paraya ve daha bir dizi bağımlılığa boyun eğen insanlarını ise hafızamıza kazınan kötülük resminin faşistlerden kalan boşluklarıyla cezalandırır. (Soner Yıldırım)
The Battle of Algiers (La Battaglia di Algeri, Gillo Pontecorvo, 1966)
Daha çok belgesel türü üzerine çalışmalar gerçekleştiren İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo, 1954’te başlayıp ‘62 yazına kadar sürecek olan uzun soluklu bir direnişin öyküsünü anlatır The Battle of Algiers (1966) ile.
Fransız işgali altındaki Cezayir topraklarında yerel halkın bağımsızlığı için mücadele eden FLN isimli bir örgütlenmeyi odağında tutan film, günümüzde de tanıklık edebileceğimiz türden sakat siyasi stratejilerle birlikte haklar yanlış savunulduğunda ortaya çıkabilecek terörizmi eleştirir. Özgürlüğün bireyler üzerinden yükselen bir ilkeden ziyade bütün bir halkın isteyip sahiplendiği doğal bir hak olarak kabul edildiğinde nihayete ulaşacağının salık verilmesi dikkate değerdir.
Başta patlama sahneleri olmak üzere altından kalkması güç birçok çekim barındıran film, mücadelenin taraflarını yansıtırken olabildiğince objektif bir tavır takınır. Bu tutumun başarılı temsillerinden olan Albay Mathieu’nun basın toplantısı sahnesi, savaş karşıtı insanların gösterdiği tepkinin bile samimiyet sınavından geçmesi gerektiğini göstermesi yönünden önemlidir. Zira çıkarlar söz konusu olduğunda ahlak ve etik yalnızca kelimelere nüfuz edebilmekte, bu noktada filmde de adı geçen Sartre’nin şu sözleri akıllara gelmektedir: Soylu ruhlarımız ırkçıdır. (Soner Yıldırım)
The Great Dictator (Charles Chaplin, 1940)
Hitler iktidarındaki Almanya’yı ve Nazi’lerin soykırımını komedi diliyle anlatmak çok büyük bir tehlike içerir. Bu da şüphesiz, komedi unsurunun ne olacağı yönündedir. Kimseyi güldürmeyen, aksine yasa ve hüzne boğan bir insanlık suçunun işlendiği bir dönem ve mekan söz konusudur çünkü. Ancak Chaplin bunu alnının akıyla başarır. Hitler’e, Nazilere ve Yahudilere uygulanan baskıcı rejime yönelttiği eleştiri oklarını kara mizahla yoğurararak ne kadar iyi bir komediyen olduğunu gösterir. Üstelik The Great Dictator’ü sıcağı sıcağına, henüz ikinci dünya savaşının ilk dönemleri yaşanırken çekerek büyük bir cesaretle çeker.
Kenar bir mahallede yaşayan Yahudi bir berberin başından geçenleri konu edinen film, birçok unutulmaz komedi sahnesiyle de sinema tarihindeki yerini alır. Chaplin’in, Hitler kılığına girerek kürsüden kalabalıklara seslendiği sahne ise filmin zirve noktasını teşkil eden sahne olsa gerek.
Politik komedi türünün, kara mizahın öncülerinden olan The Great Dictator, bugün bile izlendiğinde hem güldüren, hem de savaşın ve faşizmin anlamsızlığını gözler önüne seren, umut verici bir film. (Emrah Öztürk)
V For Vendetta (James McTeigue, 2005)
“İnsanlar hükümetlerinden değil, hükümetler insanlarından korkmalıdırlar.” V For Vendetta, tam da bu fikir üzerine kurar hikayesini. Alan Moore ve David Lloyd’un 1982’de yazdığı grafik roman, James McTeigue tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştır.
Yakın gelecekte, bastırılmış bir toplumda, adalet ve özgürlük için tek başına savaş vermekte olan V ile bir televizyon kanalında işçi olarak çalışan Evey’nin tanışmasını ve sonrasında gelişen olayları izleriz. V, tanıştıkları gün Evey’e özel bir gösterim için en güzel yeri ayırtmıştır: Adalet Sarayı Old Bailey’nin patlayıcılar ve havai fişeklerle çöküşünü. Hem de Napolyon’un Moskova yenilgisini anlatan Tchaikovsky’nin 1812 Overtürü eşliğinde!
Yönetenler, halkından bilgilerin önemli bir çoğunluğunu saklarken, bir yandan da onların özgürlüklerini büyük ölçüde kısıtlar. Gece belli bir saatten sonra sokağa çıkmak yasaktır ve şehrin güvenliğinden sorumlu olan Kolcular, görevlerini kötüye kullanmayı kendilerine hak olarak görmektedirler. Kendini kurtarıcı gibi gösterip halkın sevgisini kazanan Başkan Adam Sutler ise, ismindeki harfler dahil olmak üzere propaganda yöntemleri ve nefret söylemleriyle Adolf Hitler’i çağrıştırmaktadır. V, Sutler’ın kurduğu nefret ve korku imparatorluğunda günümüz tarihinde Nazi Almanyası’ndaki toplama kamplarını aratmayan Larkhill’de hayatta kalmayı başaran, ve “öldürmeyen şeyin daha güçlü yaptığı” intikam ateşiyle yanmaktadır. Ancak bunu kişisel çıkarları için kullanmaz, kendi gibi canı yakılan halkın direnişine dönüştürür ve herkese ayağa kalması için belli materyaller gönderir. Halk isyanını başlatan V, şanına yakışır bir şekilde Evey tarafından da onurlandırılır.
Filmin günümüzdeki etkisinin, ideolojik anlamda hala sürmekte olduğunu söyleyebiliriz. V’nin taktığı Guy Fawkes maskesi, farklıllıkların birliğinin, birleşmenin, adil ve özgür dünya isteğinin simgesi olarak günümüzde pek çok aktivist (hatta hacktivist) oluşumun ve halk hareketinin de vazgeçilmezi haline gelmiştir. (Nil Yüce)
Viva Zapata! ( Elia Kazan, 1952)
John Steinbeck’in senaryosunu yazdığı ve Elia Kazan’ın yönettiği Viva Zapata!, ünlü Meksikalı devrimci Emiliano Zapata’nın hayatını, diktatör Diaz’a karşı isyanından başlayıp ölümüne dek geçen süreç ekseninde betimliyor.
Zapata ve köylülerinin isyanı öncelikle Porfirio Diaz’ın ülkeden kaçmasını sağlar. Bu süreçte Zapata’yı destekleyen Francisco Madero’nun kısa süren başkanlığı yerini general Huerta’nın zalim yönetimine bırakır. Diaz’a benzer bir son yaşayan Huerta’nın ardından ülkenin başına gelmesi mevzubahis iki isim vardır: İsyanın bir kanatını yöneten Emiliano Zapata ve diğer kanıdının başındaki Pancho Villa… Başkanlık hayali taşımayan Villa’nın kendini geri çekmesiyle birlikte kendini bir süreliğine başkanlık koltuğunda bulan Zapata’nın, gücü elinde bulundurmanın yozlaştırıcı etkisini kendinin ve yakınlarının deneyimleri üzerinden sarsıcı bir şekilde kavraması kaçınılmaz olur.
Viva Zapata!, Meksika siyasetinin çalkantılı yapısı ve halkın yaşam şartlarını düzeltebilmek adına insiyatifi ellerine alışları üzerinden ilerleyen bu kritik dönemi aktarırken en nihayetinde bazı genellemeci çıkarımlara varıyor. Yıllar süren sürekli çatışma halinin yıpratıcılığını ve özel hayata dair her türlü arzunun parçalanışını Zapata’nın üstesinden gelemediği kişisel eksikliklerini de katarak anlatıyor. Filmin özellikle vurguladığı en çarpıcı sonuç ise her türlü gücün katı bir otoriterliğe dönüşme yatkınlığının insani zaaflardan ibaret olduğu gerçeği. (Simon Sağlamoğlu)
Yojimbo (Yōjinbō, Akira Kurosawa, 1961)
Japonya‘da onur, kaybediliş kertesinde toplum aydınlarını oldukça korkutan bir değer olmuştur. Ustanın bu filmi de, Japonya ‘da sistem eleştirileri teamülünde önemli bir mihenk taşı olan onur ve onursuzluk üzerine vurucu argümanlara sahip.
Japon Sineması’nda da samuray figürü; varoluşunu bağımsızlık, din, iktisadi üstünlük ya da maddi gelir değil, imparatorda somutlaştırdıkları ülkeye koşulsuz sadakat ve onurluluk üzerine temellendirmiş olmasından mütevellit bu yitikliği ifadede sıkça kullanıldı. Kurosawa, Yojimbo‘da, onur timsali bir insanın onursuzluk abidesi bir kasabaya gelişi ve geçirdiği dönüşümü anlatır. Samuray başlangıçta yalnız bir kovboy misali umarsızdır; maddi varlığını sürdürmekten başka bir şeyi düşünmez. Kasabanın yolsuzluk ve erdemsizliğe batmış güç odaklarının kavgalarını eğlenerek seyreder, fedaileri olmak için sürekli fiyatını yükselterek pazarlık yapar. Ne var ki gözü önünde bir aile parçalandığında ve bir çocuk yetim kaldığında, daha fazla geride duramaz.
“Kumarbazda onur aranmaz. Bir hırsız veya katil olarak anılmadıkça başarılı sayılmazsın.”
Tüm değerlerin ters döndüğü bir evrende isimsiz samurayın isyanına değin yeni “erdemler”in ağzından konuşan Kurosawa, “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” söylemine de kılıç-silah ikilemini samuray onuru-haydut ihanetini resmeden bir sahneyle gönderme yapar. Yojimbo, aynı zamanda Türk sinemasında Metin Erksan diline ilham veren film olarak da bilinmekte. (Büte Kıraşı)
Z (Costa-Gavras, 1969)
Vassilis Vassilikos’un yazdığı aynı isimli bir romandan beyazperdeye uyarlanan Z (1969), süresi boyunca herhangi bir ülke ismi zikretmese de Yunan milletvekili Gregoris Lambrakis’in 1963’te öldürülmesi sonrasında gerçekleşen olayları konu etmekte ve dönemin askeri anlayışını eleştirmektedir.
Politik sinemanın en saygın isimlerinden Costa-Gavras, siyasi gücün kötüye kullanılmasını girift bir suç zincirine bağladığı filmiyle yasaklara ve baskılara yönelik en kuvvetli sinemasal başkaldırılardan birine meydan verir. Açılışını “Gerçek olaylarla, sağ ya da ölü olsun gerçek kişilerle olan benzerlikler tesadüfi değildir. Her şey kasıtlıdır.” ikazıyla yapan filmin kapanışı da benzer bir şekilde olur; o dönem askeri yönetimce yasaklanan ne varsa jenerikte onlara yer verilir: Özgür basın, modern matematik, grev, sendika, barış ve dahası…
İsmini Yunan alfabesinde “ölümsüz” anlamına gelen Z harfinden alan filmin Mikis Theodorakis imzalı müziklerden bahsetmek lazım gelir son olarak. İçimizi durdurulmuş, engellenmiş, hakları yenmiş duygularla dolduran ezgiler, üzerinden geçen yıllara rağmen en az bu politik başyapıtın kendisi kadar taze ve ilham vericidir. (Soner Yıldırım)
Baader meinhoff da olmaliydi.