Shine, 1996 yılında gösterime girmiş olup Musevi bir ailenin sıradışı kabiliyetli çocuğunun müzik yarışmalarındaki başarıları, İngiliz Kraliyet Akademisi’nden aldığı burs ile babasıyla arasında geçen çatışmanın ve bunun dramatik sonuçlarının ele alındığı görülüyor. Filmin ismi olan Shine (ışıldama, parlama) David Helfgott’un karanlık dönemden aydınlığa kavuşmasının sembolü olup filmde ayrıca sağlıksız bir baba-oğul ilişkisinin portresi de sunulmaktadır.
Avusturyalı piyanist David Helfgott’un yaşam öyküsünün anlatıldığı Shine filmi biyografi filmleri içerisinde eşsiz bir yere sahip. Senaryosu Jan Sardi’ye ait olup yönetmenliğini Scott Hicks’in yaptığı filmde müziğin sihirli dünyası ile babasının katı yüreği arasında gelip giden genç bir piyanistin dramı anlatılıyor. Oyuncu kadrosu oldukça zengin: Geoffrey Rush, Armin Mueller-Stahl, Lynn Redgrave, Noah Taylor, John Gielgud, Googie Withers, Justin Braine, Sonia Todd, Chris Haywood, Rebecca Gooden ve Alex Rafalowicz. Geoffrey Rush’ın Oscar, Bafta ve Altın Küre en iyi erkek oyuncu ödüllerini aldığı film Peter Travers’ın deyimiyle: “Olağanüstü… Gerçek bir öykü.”
David, babasının aşırı mükemmeliyetçi, kaybetmeye tahammülü olmayan tutumları ile müziğin büyülü dünyasında çocukluk yıllarını geçirmektedir. Hayatı boyunca babasıyla sağlıklı bir ilişki kuramamıştır. Büyümesine asla izin vermeyen, sürekli olarak onu kendisiyle kıyaslayan, kendiliğinin farkına varmasını engelleyen bir baba… Diğer yanda insanı, insanlaşma sürecinde uç noktalara taşıyan, hayatındaki görünümleri imgeleştiren, duygularını ifade etmesini sağlayan ve biyopsişik yönünü besleyen müzik… Filmde David’in hayat hikâyesi bu iki nokta üzerinden işleniyor.
Babası kendini ulaşılmaz gören ve onun için neyin iyi olduğunu yalnızca kendisinin bildiğini iddia eden bir kişidir ve David’le kendisi dışında ilgilenenlere tahammülü dahi yoktur. Hatta katıldıkları yarışmada David’i dinleyip onun iyi bir piyanist olacağını düşünen jüri üyesini dahi reddeder. Onun bu baskıcı tutumunun arkasında kendi babasıyla olan ilişkisi yatmaktadır. Küçükken aldığı kemanı kırıp müzikle ilgilenmesine izin vermediğini ve annesini kendisinden çaldığını anlatmaktadır. Bu sebeple David’e, kendisine sahip olduğu için şanslı bir çocuk olduğunu durmadan hatırlatma ihtiyacı hissetmektedir. Kendi babasıyla yaşadığı Oidipus kompleksi sendromunun David’in hayatına müdahale etmesine izin veren bu tutumu onun müzikle gelişmekte olan ruhuna set çekmektedir. Sigmund Freud’un bu teoremine göre kişinin karşı cinsteki ebeveynine duyduğu cinsel eğilim duyma ve kendi cinsinden olan ebeveyni safdışı etme yönelimidir. David’in babası da küçük yaştayken babasıyla müzik konusunda çatışmıştır. David’e bu çatışmadan bahsederken de babasının annesini de kendisinden çaldığından bahsetmektedir. Yaşadığı bu travmadan bahseden baba Helfgott da oğlunu kimseyle paylaşmaya yanaşmamaktadır. Anne Helfgıtt, David’in yaşamı üzerinde söz sahibi olamamaktadır.
Bir yanda müziğin ruhunda açtığı sonsuz dünyaya açılmak isteyen David öbür yanda babasının sonsuza dek onun yanında olacağı ve onu kendisinden başka kimsenin asla sevemeyeceği zannıyla boğuşmaktadır. Bu ikisi arasında sıkışıp kalmanın vermiş olduğu ruhsal bunalım kendisinde a-tipik sosyal davranış bozukluklarına da sebebiyet vermektedir. Babasının onun üzerindeki tahakkümü onun yarışmalara Brahmaninov’un 3. Konçertosu ile katılmasını istemesiyle doruk noktalara varır.
David’in çocukluk döneminden çıkıp ergenliğe girdiği dönemde Londra Kraliyet Müzik Akademisi’nden gelen teklifle aralarındaki ilişki de kırılma noktası yaşıyor. Çocukluk döneminde babasına duyduğu hayranlık onun baskıcı tutumu sebebiyle yerini çatışmaya bırakıyor. Babasının karşı çıkmasına rağmen bursu kabul edip Londra’ya yerleşiyor. Evde gördüğü tüm baskılardan kurtulup Londra’nın serbestî hayatıyla ve müziğin ona sağladığı sağlıklı ve dengeli bir yaşam tarzıyla tanışan David çocukluğundan beri ilk kez aradığı huzuru bu yeni yaşamında buluyor. Bu yeni hayatın ona sağladığı kimliğini ve kişiliğini geliştirme imkânı çocukluk döneminde yaşadığı travmalar sebebiyle tamamen gerçekleşemiyor. Babasının ona aşıladığı her zaman başarma takıntısı yakasını final sınavında Brahmaninov’un 3. Konçertosu’nu çalarken yakalıyor. Yaşadığı stres yüzünden sinirleri harap olan David, konser sonunda ağır bir nöbet geçirerek hayatının kalan yıllarını aklî yönden eksik geçirmek zorunda kalıyor. Müzik ve babasının baskısı ikilemindeki stresli yaşam onu bu sona götürür.
Yeni yaşamında pek çok insanla tanışan David müzik dehasıyla yakınlaştığı, fakat toplumsallaşmada ve kişilerle ilişki kurmada yaşadığı sorunlar arasında boğuşmak zorunda kalıyor. Ancak müzik dehası onun bu zor zamanlarında en büyük yardımcısı ve dostu oluyor. Hatta hayatını güzel bir kadınla birleştiriyor da. Astrolojiyle ilgilenen bu güzel kadın hayatını değiştiren yıldızı oluyor. Öyle ki uzun yıllar çalmaya ara verdiği piyanosuna yeniden kavuşan David bu geri dönüşünü güzel bir konserle taçlandırıyor. Ancak hayatında önemli yeri olan bir eksiklikle: baba Helfgott. Babası onun bu konserini göremiyor. İlk sanat hocası, ailesi ve tüm sevenleriyle hayatında ilk kez kendini kanıtlama fırsatı bulan David babasının eksikliği sebebiyle sahnede gözyaşlarını tutamıyor. Filmdeki en vurucu sahnenin olduğu kısım ise bundan sonrası… Sonsuza dek kendisiyle olacağını söyleyen babasının bu sözüne olan naziresi onun mezarını ziyareti esnasında ağzından dökülüyor: “Asla sonsuza kadar devam edemezsin.”
Bu yeni hayat Musevî bir ailenin çocuğu olan David’in kulağına tıpkı Sina Dağı’nda Hz. Musa’ya seslenen Tanrı’nın sesi gibi fısıldanıyor: “Muse ke![1] (Dinle Musa!)”
Tüm hayatını piyano tuşlarının üzerinde parmaklarıyla yaşayan David Helfgott’un hikâyesi bu filmde sizleri bekliyor. Müziğin ruhunuza parmak uçlarıyla dokunacağı dakikalar bu sanat eserinde…
[1] Muse ke: Dinle Musa anlamında olup musiki, music, müzik kelimeleri bu İbranice kelimeden türemedir.