Mike Leigh’in bir önceki filmi Another Year (2011) hakkında bir arkadaşımla konuşurken “Şarap gibi film…” tanımlamasını yapmıştık. Meğerse esas bu yılki Filmekimi programında yer alan Mr. Turner (2014) için saklanmalıymış bu tanım. Nasıl bir şarabı hızlı içerseniz (ağzınızda yumuşatıp rayihasını ve lezzetini duyumsamadan) gerçek tadını alamazsınız, Mr. Turner‘ın gerçek tadını da konvansiyonel bir filmi izler gibi düşünmeden, detaylara dikkat etmeden izlerseniz alamazsınız. Leigh, filmin senaryosunu ve rejisini öyle ince detaylarla dokuyor ki bunlara dikkat etmeden seyretmek filmden sıkılmanıza bile yol açabilir. Nitekim ben büyük bir keyifle perdeye odaklanmışken, salondan çıkanların yanında telefonuyla devamlı oynayanları ve oflayanları fark etmek durumunda kaldım.
Mr. Turner‘ı farklılaştıran ana unsurlardan biri, ortada filme ivme verecek bariz bir çatışmanın olmaması. XIV. yüzyılın tanınmış ressamı J.M.W. Turner’ın, ününün doruğundayken başlayan film, sanatçının hayatını bizimle paylaşmaktan başka bir şey yapmıyor. Turner, hayatına rutiniyle devam ederken izleyici olarak biz de bu sürece dâhil oluyoruz sadece. Turner’ı (Timothy Spall) ilginç ve takip etmesi zevkli kılan unsur, stüdyosunda oturup mesaideymiş gibi salt resim yapan bir sanatçı olmaması. Turner geziyor, hem de oldukça fazla. Yanında devamlı eskiz defteri oluyor. Gördüklerini, deneyimlediklerini defterine kabaca çiziktiriyor. Sonra da bir süreliğine Londra’daki evine/stüdyosuna dönüp bunların bazılarını tuvale geçiriyor.
Filmde Turner, İngiliz Kraliyet Akademisine üye olan, oldukça tanınmış bir ressam. Bu yüzden, İngiliz aristokrasisinin de bizzat içinde. Mesela filmin başlarında görkemli bir malikânede yaşayan bir lordu ziyaret ediyor ve diğer sanatçılarla beraber kültür seviyesi ve kibri oldukça yüksek konuşmalarda bulunuyor. Hemen ertesinde ise sıradan bir balıkçı kasabasındaki basit bir pansiyonda birkaç gün geçirebiliyor. Diğer ifadeyle, Turner, konumunun bilincinde olmasının yanında halka da karışan ve iki tarafa da dengeli bir şekilde önem veren bir ressam. Resimlerinin gücü de buradan geliyor belki de.
Bu tutumunu özel hayatında da gözlemleyebiliyoruz. Turner, Londra’dayken tanınmış bir ressam olarak, iki katlı evinde asistanı da olan babası ve oldukça çirkin hizmetçisiyle birlikte yaşıyor. Hizmetçisi evin tüm işlerine bakıyor, ara sıra ona fiziksel tatmin veriyor. Burada aristokraside sıklıkla görülen efendi-hizmetçi ilişkisini gözlemliyoruz. Efendisine her manada hizmet ediyor hizmetçi. Aralarındaki her fiziksel temasta da Turner kadına ya küçük tacizlerde bulunuyor ya da direkt cinsel ilişkiye giriyor ve hizmetçi buna boyun eğiyor. Lâkin bu sahnelere dikkatli bakınca bir eğretilik hissediliyor. Sanki bu eylemleri Turner değil, hizmetçi istiyor gibi. Turner da hizmetçisinin arzusu için metazori yapıyor.
Eski bir berber olan babası ise Turner’ın malzemelerinin tedariğinden ve eve gelen alıcılarla görüşmekten sorumlu. Aralarındaki yakınlığı hissetsek bile sonuçta asistanı olarak çalışıyor. Bacakları kopacak kadar ağrısa da boyaların hazırlanması için çabalaması, bu gerçeğin bir tezahürü. Aralarda ziyarete gelen eski karısı ve kızlarına ise tamamen bir yabancı gibi davranıyor Turner.
Beri yandan, gezgin ve halka karışmaktan asla çekinmeyen duygusal bir Turner var. Doğayı gözlemlemek için uzun yürüyüşler yapıyor. Tuttuğu pansiyonun sahibesiyle tutkulu bir ilişkiye girmekten sakınmıyor. Çağındaki bilimsel gelişmeleri (ilk fotoğraf makinesi ve ışığın kırılmasının etkileri) bizzat takip etmekten ve denemekten çekinmiyor. Bir fırtınayı gözlemleyebilmek için geminin direğine kendini bağlatan ve sonunda bronşit olmaktan sakınca görmüyor.
Tabii yıllar geçtikçe, bir taraf hem resimlerinde hem özel hayatında daha ağır basıyor. Kırsaldaki metresine daha çok zaman ayırmaya başlıyor, hatta Londra’nın kenar bir mahallesine taşınıyor kadın. Kimsenin bilmediği, Bay Booth olarak tanındığı gündelik hayatına burada devam ediyorlar. Resimleri ise iyice soyutlaşıyor. Çünkü Turner hayatı gözlemledikçe onun belirsizliğini daha iyi anlamaya başlıyor ve bunu da resimlerine yansıtıyor. Lâkin sanat tarihindeki ilk soyut çalışmalardan olan bu eserleri aristokrasi ve sanat çevreleri tarafından alay konusu oluyor. Turner’ın iyice delirdiğinden ve gözlerinin iyi görmediğinden dem vuruyorlar. Dostları ve alıcıları giderek azalıyor.
Turner, bu tepkilere bir yandan gülerken diğer yandan da kederleniyor. Diğer meslektaşlarının düz, sabit ve kalın çizgilerle yaptıkları resimlere anlam veremiyor. Onlara başka bir dünyadan gelmişçesine bakıyor; çünkü artık hayatın bu keskin hatlara sahip olmadığının bilincinde. Diğer taraftan da bunu göremedikleri, hayatı bu kadar izole ve gerçek dışı yaşadıkları için onlara acıyor.
Filmin esas tadını ise şunu anladığınızda almaya başlıyorsunuz: Leigh, bu filmde aslında ünlü romantik ressam J.M.W. Turner’ın hayatının son yirmi beş yılını anlatmıyor. Leigh bu ünlü sanatçının yaşamını bir araç olarak kullanıyor. Leigh’in asıl amacı, XVI. yüzyıl İngiltere’sindeki toplum kuralları ve yaşayışı üzerinden günümüzü eleştirmek. Arada iki yüz yıl olmasına, onca teknolojik gelişmeye rağmen insanın aynı kaldığına dikkat çekiyor. Elitizmi, çoğu insanın aynı şeyi sevmeye/beğenmeye mecbur bırakılmasını, bunun aksinin delilik sayılmasını eleştiriyor. XXVI. yüzyılda olmamıza karşın bitmeyen efendi-köle (hizmetçi) ilişkilerini, bunun da başka bir hayatı bilmeyen köleler tarafından arzulanmasını eleştiriyor. Hayatın kalın çizgilerle çizildiğini sananları, hayatın belirsizliğini ve bunun güzelliğini görmeyi reddedenleri eleştiriyor. Gezmek, yemek, içmek, sohbet etmek, güzel bir sanat eseri dinlemek/izlemek/okumak gibi küçük şeylerin hayatı yaşamaya değer kılan esas eylemler olduğunu gösteriyor.
Leigh tüm bunları gözümüze sokarak değil, detaylara saklayarak anlatıyor. Tıpkı filmin bir sahnesinde, Turner’ın, babasının bir alıcıdan Snow Storm: Hannibal and His Army Crossing the Alps (1812) tablosundaki fili bulmasını istemesi gibi. Bu detayları da üç unsurda saklıyor: Timothy Spall’un olağanüstü performansında (ki ona Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü getirdi), Turner’ın enfes resimlerini andıran harika portrevari görsellerde ve çok ince düşünülmüş sanat yönetimi/kostüm/makyaj çalışmasında. Bu üç öğeyi, matematik gibi işleyen bir senaryo üzerinde enfes bir rejiyle birleştiriyor.
Leigh küçük bir başyapıta imza atıyor sessiz sedasız. Günümüz sinemasında genelde izlediğimiz her şeyi aşikâr olan, ritmi bile tahmin edilebilen filmlerden oldukça farklı bir film çekmiş. Ana akıma alışkın seyircinin zorlanabileceği ve sıkılabileceği çünkü hızlı tüketilmemesi gereken bir filme imza atmış. Şarap gibi uzun yıllar kenarda saklansa da bozulmayacak, tam tersine lezzeti artacak bir sanat eseri yaratmış.