Tiyatro, sinema ve televizyondan tanıdığımız Serdar Orçin’le söyleştik bu hafta. 1976, Bayburt doğumlu Orçin’in oyunculuk serüveni İstanbul’da, Müjdat Gezen Güzel Sanatlar Lisesi’nde başlamış. Mezun olduğu 1999’dan bu yana oyunculuğa devam eden ve ömrünün sonuna kadar devam edeceğini belirten Serdar Orçin’le oynadığı karakterler, sevdiği yönetmenler, yerli sinema, sansür ve daha birçok mesele hakkında konuştuk.
Bugüne kadar birçok filmde rol aldınız. Gülbeyaz dizisindeki askerlik psikolojisinden muzdarip Tahir, Eve Dönüş: Sarıkamış 1915’te savaş şartlarında başkalaşan Onbaşı Sami. Yazgı’da ise somut bir neden biçemeyeceğimiz türde bir süreçten geçen Musa. Karnaval’da yolunu çizmeye çalışan, ailesiyle ve kendisiyle bir çatışma içerisinde olan Alis… Hep bu tarz karakterleri oynamanızın özel bir sebebi var mı?
Şimdi şöyle… İlk başlarda öyle çok da karakter seçme şansınız olmuyor. Hem tiyatroda, hem sinemada hem de televizyonda ilk başta “bir şans bulmak” gibi algılanılıyor doğal olarak. Daha sonra işler yavaş yavaş seçimlere dönüşmeye başlıyor. Bu seçimler zamanla oluşurken kendinize de bir yol çizmeye başlıyorsunuz. Tabii tiyatrodabirbirinden çok farklı şeyleri oynadım ama özellikle sinema ve televizyonda ilk başlarda yapımcıların “zaten oynamışı var, bir sonrakinde de ilk akla gelen o oluyor, onu alalım koyalım” tavrı var. Yani farklı bir şey oynama fırsatını ancak yeni bir şans bulduğunda ya da seni farklı yönlerinle tanıyan birilerine denk geldiğinde yakalayabiliyorsun. Bende de dolayısıyla sinemada özellikle ilk birkaç filmden sonra birtakım karakterler arka arkaya gelince sanki o rollerin adamıymış gibi olmaya başladı. Fakat televizyonda birkaç farklı rol oynayınca ”aa! böyle bir tarafı da varmış bunun” deyip ondan sonra sinemada yine buna benzer farklı roller gelmeye başladı. Şimdi artık tabii ki seçme şansım var. Dolayısıyla hani, bütün filmin içinde, bütün filmi taşıyan o olmasa bile kendi başına bir çatışması olan, insana dair bir hikâyesi olan, eskisi gibi kötü, iyi, komik yani tek başına şeylerle ifade edilmeyen, derinliği olan… Aslında her oyuncunun isteyeceği şey bu; olgun, hayattan bir karakter.
Özel hayatınızda da, oynadığınız karakterlere benzer olarak çok önde olmaktan, çok tanınmaktan çekinen bir tavrınız var. Biraz bundan söz eder misiniz?
En önemli şey seçimlermiş gibi geliyor bana. Hayattaki duruşun da bir seçim. Seçimlerinle var oluyorsun, kendini var ediyorsun. Meşhur olmakla tanınır olmak arasındaki farkı yavaş yavaş kavramaya başladığımda artık kendime bir yer edinmem gerekiyordu. Ama bunun için bir çaba sarf etmedim yani, kendiliğinden böyle oldu. O güne kadarki öğrenimlerim, edinimlerim zaten beni bir şeyin içinde var olma yahut olmama seçimine kendiliğinden götürüyordu. Dolayısıyla kendimi içinde görmediğim hiçbir işin içinde olmadım. Bu da yavaş yavaş bir yol, bir ritim oluşturuyor arkanda. Beni oluşturan her şey seçimlerime de etki ediyor. Meşhur olmakla tanınır olmak arasındaki ayrımda bana her zaman tanınır olmak daha iyi geldi. Şundan dolayı… Ben Şehir Tiyatrosu’nda oynuyorum. Orada her zaman çok seçme şansım olmayabiliyor. Bir tanesini seçmeyebilirsin, ikinciyi seçmeyebilirsin ama üçüncü bir oyunda çok da içinde olmak istemediğin bir oyuna denk gelebilirsin. Ama dışarıda yaptığım işlerde çok öyle değil. O yüzden bu konuda en azından kendi adıma daha rahatım, geniş bir seçim alanım olabiliyor. Filmlerden bilinen, işte “şu dizide oynamıştın”, “şunu oynamıştın” diye hatırlanan bir karakter adı olmak benim için yeterli derecede önemli. Ben hobi olarak yapmıyorum bu işi, bu benim mesleğim. Eğer bir mani, bir sakatlık, bir daha bu işi yapamama durumu olmazsa ömrümün sonuna kadar oyunculuk yapacağım. Dolayısıyla çok da böyle delirmenin, çıldırmanın çok bir yararı yok kimseye.
Elbette bulunduğunuz filmlerin her birinin sizin için belli bir yeri vardır. Bunlar arasından ayrı bir yere koyduğunuz var mı?
Var tabii. Benim sinema yolculuğuna başlamamdaki en önemli etki olarak ve dönemine ait, hâlâ da bakıldığında çok sağlam bir yerde duran Yazgı (2001) tabii ki benim için çok özel. Kişisel olarak çok özel, daha önce bir filmde oynamıştım ama Yazgı, diyebilirim ki benim sinemaya adım attığım film oldu. Dolayısıyla bir numarada onu diyebilirim. Ama ondan sonra da yine bir Barda (2007), Ali’nin Sekiz Günü (2008), son çektiğimiz hem Karnaval (2013) hem Eve Dönüş: Sarıkamış 1915 (2012) gerçekten çalışmaktan keyif aldığım filmlerdi.
Siz perdenin izlenen tarafındasınız. İzleyiciyle özdeşim kurmaya, onların hayatlarından bir şeyler yakalamaya gayret ediyorsunuz. Peki kendinizi izlediğinizde nasıl hissediyorsunuz?
Valla ilk başta çok zor oluyordu. Yerin altına girmek istiyordum. Zamanla, biraz tecrübeyle ilgili herhalde, onun artık seninle ilgili olmayan bir şey haline geldiğini kabul etmeye başladım. Film çekilip bittikten sonra o artık senden çıkmış oluyor. Bir profesyonel gibi izlemeyi öğrendim. Ama on beş-yirmi senemi aldı tabii bu. Dolayısıyla kolay bir şey değil insanın kendini izlemesi. Ona da birinin, başka birinin bir işi gibi bakıp eleştirebilmek, bunu kazanmak da çok önemli ayrıca. Hâlâ daha bakınca hatalarımı da görüyorum, “fena olmamış” dediğim yerler de çıkıyor. Yine de ilk izlemede her zaman bir sıkıntı oluyor.
Koltukta kendinizi izlemenizden bahsettik. Bir filmde beklediğiniz, özellikle görmeyi istediğiniz, onu sizin için ön plana çıkaracak şeyler neler?
Spesifik olarak bir örnek veremem ama şunu söyleyebilirim; senaryo tabii ki öncelikle. Var olacağım işte birinci aradığım o, ondan sonra yönetmen tabii ki, etrafımda kim olacak, yapımcısı kim? gibi sorular devreye giriyor ama izleyiciyken beni ilgilendiren şaşırtıcı olması. Şaşırtıcı ama illa bu “anaaam! bu ne kadar şaşırtıcı!” anlamında değil yani. Çok doğal gibi görünen şeyler de bazen çok şaşırtıcı olabiliyor ya hani. Etrafta dönen birtakım olaylar varken her şey sanki çok normal gidiyormuş gibi biri bir film çekebilir. Dolayısıyla bu da çok şaşırtıcı ve vurucu gelebilir. Yani zekâ pırıltısı, insanı şaşırtan ve yine tabii ki insana dair bir hikâyenin olması önemli. Bir izleyici olarak her türe ilgi duyuyorum. Animasyon da seviyorum, gerilim de seviyorum, fantastik filmler de seviyorum, hepsini çok seviyorum. Ama önemli olan dediğim gibi beni bir yerden yakalaması gerekiyor. Birazcık şaşırmam gerekiyor.
Peki sizi her daim şaşırtmayı başaran yönetmenlere birkaç örnek verebilir misiniz?
Dünya sinemasında Kubrick benim için mesela çok üst seviyede bir yönetmendir. O her zaman şaşırtmıştır beni. Son zamanlarda yine, birbirinden çok farklı tarzlar belki ama Steve McQueen var, o beni çok şaşırtıyor. Dünya sinemasına mâl olmuş yönetmenlerin her birinin adını saymaya gerek yok tabii. Türkiye’deki yönetmenlerden Zeki Demirkubuz, senaryo alanında bir deprem, dönüşüm yaratmıştır. Nur Bilge Ceylan yeni bir anlatım diliyle, daha doğrusu Türkiye’de kullanılan yeni bir anlatım diliyle bir tarz yaratmıştır. Taklit gibi durmayan, kendi tarzını yaratmış insanları ve bu konuda kendini hala devam ettirenleri seviyorum. Martin Scorsese her zaman olmasa da yine sevdiğim yönetmenlerdendir. Mesela Iñárritu’nun filmleri, senaryoları beni hep çarpmıştır. Amores Perros (2000), ilk izlediğimde beni vurmuştur. Şu an aklıma ilk seferde gelmiyor ama bu tarzda filmler.
Sansür sinemamızda evvelden beri konuşulan bir mesele, bazen çok konuşulan bazen biraz arka planda kalan. Son dönemde Lars Von Trier’in Nymphomaniac filmi yasaklandı ve haliyle tekrar bir sansür tartışması kendiliğinden alevlendi. Bir oyuncu olarak bu konudaki düşünceleriniz neler?
Bizim ne yazık ki bu topraklardan hiçbir şekilde gitmeyen, gitmesi de daha uzun zaman alacakmış gibi gözüken bir durum bu. Bu tip konular tek başına konuşulacak konular değil, hepsi birbirine bağlantılı konular. Bizim kültürümüzle, bütün ülkenin yaşantısıyla ilgili bir şey. Biz birilerinin onay vermesiyle bazı şeyleri legal ya da illegal algılayan bir toplumdan geliyoruz. Dolayısıyla özgürlükçü düşünce, demokrasi anlayışı, fikir özgürlüğü toplumun bütün katmanlarına ulaşmadıkça çözülemeyecek şeyler. Birdenbire iktidar değişecek, yönetim değişecek ve ülke birdenbire aydınlanacak! Diyelim ki bugün sosyal demokrat bir parti geldi iktidara, birdenbire her şeyin değişecek hâli yok. Yani bunlar uzun vadeli meseleler. Biz ne yazık ki kültür devrimini tam olarak gerçekleştirememiş bir ülkeyiz. Bunu kimseyi aşağılamak için söylemiyorum, toplumsal bir durum bu. Dolayısıyla bir gün gelir biri bir filmi yasaklar, günü gelir biri işte bir heykeli kırdırır, işte biri gelir okul kapatır gibi şeyler birbiriyle bağlantılı hep. Bu, hem sosyolojik hem de aynı zamanda siyasi bir yapıdır. Kuşakların değişmesi gerekiyor bunun tamamen aşılması için. Yani artık hiç kimseye “bu yasak” diyemeyeceğin bir ortama gelmemiz gerekiyor. Yazılı bir biçimde “değiştirilemez” ya da “teklif edilmesi dahi düşünülemez” şeklinde kural değil, toplumun beynine kazınmış bir kural hâline dönüştüğünde ancak bunları aşabiliriz. Kimsenin böyle bir şeyi teklif etmesi aklının ucundan bile geçmeyeceği bir hâle gelince ancak olabilecek.
Böyle gelmiş böyle gider bir tavır takınmak anlamında değil. Tabii ki herkes kendi alanında, kendine düşen mücadeleyi vermek durumundadır her zaman. Biz kendi alanımızdaki yasakları kaldırmak, buna neden olan şeyleri ortadan kaldırmak için elimizden geleni yapacağız. Başka sektörlerdeki insanlar da kendi alanlarındaki kısıtlamaları ya da insani olmayan koşulları değiştirmek için elinden geleni yapacak ki bir şeyler yoluna girebilsin.
Yani sansür meselesinin tekrar gündeme gelmesi için illa bir filmin yasaklanması gerekmiyordu. Bu tartışmanın özellikle de sinema camiası içinde sürekli diri tutulması gerekiyordu öyle mi?
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Film yasaklanmış ne ki! Üç beş yıldır bir sahnenin mücadelesini veriyoruz. Bir sinema salonunun kapatılmaması mücadelesini veriyoruz. Filmi geçtim filmin oynatılacağı, oyunların oynanacağı mekânlarla ilgili mücadele veriliyor. Durum buyken bir şeyin yasaklanmasıyla ilgili konuşmak… Tamam, konuşalım ama sadece şunu demek istiyorum; herkes kendi alanında yetmez, başka alanlara da destek olarak organize, toplu şekilde tepki verebilme refleksini geliştirme yetisine kavuşulması gerekiyor. Ama işte bizde bu da toplumsal olarak bir türlü oturtulamamış. Dönem dönem; 50’lerde yine bir baskıcı dönemden sonra 60’lar 70’ler bir uyanış, 80’ler bir daha bastırma, 90’lar 2000’ler birdenbire bilimin teknolojinin gelişmesiyle yeniden bir uyanma ama yine de bunu da bastırmaya çalışan bir süreç. Bu mücadele böyle devam edecek, ta ki toplumsal olarak bu refleksi kazanana kadar.
Umarım yakında kazanılır. Yerli sinemada sürekli “iyiye gidiyor”, “kötüye gidiyor” gibi bir tartışma sürüyor. Siz nasıl görüyorsunuz? İyiye ya da kötüye gittiği bir yön var mı yoksa öylece kendi yolunda akmakta mı?
Ben büyük resme baktığımda iyi şeyler görüyorum. Çünkü yine bir kıyaslama yapmak zorundayım, bundan on sene, yirmi sene öncesini düşündüğüm zaman sadece bir filme sadece dört milyon, altı milyon insanın gitmesi. Ama şimdi yılda on milyon, on iki milyona yakın insanın izleyici olması… Burada filmlerin nitelikleriyle ilgili konuşmuyorum. Sadece sinemadaki satıştan bahsediyorum. Buna “kötü” diyebilir miyim? Hayır, asla diyemem. Bundan sonraki tartışma işte nitelikler, “şunlar çıktı”, “bunlara gidiyor insanlar”, bunlar tabii ki tartışılacak, konuşulacak ama çok da bel bağlamamak lazım.
Şimdi televizyonda da hani dizilerin ilk patladığı dönemlerde düşünebiliyor musun nasıl diziler vardı, bundan on sene önce ya da on beş sene önce? Bugün baktığında on saniye dahi izlemeye tahammül edemezsin. O zaman da bu tartışma vardı; “şarkıcı türkücü dizileri yapılıyor” diye. Sonra ayrışmaya, dönüşmeye başladı mesele. Şimdi dünyaya pazarlanan diziler çekiliyor. Şimdi çok mu iyi peki? Bugünden baktığında yine yetersiz ama demek ki bir ilerleme, yürüme söz konusu. Bir de türlerin ayrışması için de bu gerekli. Eğer on beş, yirmi kanalın varsa ve insanların seçme hakkı varsa, o zaman türlerin sadece böyle “bel altı komedi yapıyor bu insan” ya da “bu da komedi mi?” demeye hakkı yok kimsenin. Çünkü eğer alıcısı varsa o da onun alıcısına bu işi yapacak. Ama yine de iyisini yapmak için çaba göstermek zorunda kalacak.
Alternatif işler de olsun, ama oradaki tek kaide ne? Onların da gösterilecek yerinin olması, seyircisine ulaşabilecek alanların olması lazım. Bugün sinemada “ödüllü film” dedin mi, öcü gibi yaklaşıyor insanlar, hani “sanat filmi” durumu. Bundan birkaç sene önce –gerçi sinematekler filan vardı- ulaşabildiği insan sayısı yine çok azdı. Şimdilerde bu da çoğalmaya başladı. Beş bin, on bin, şimdilik yirmi bin. Ama işte bunlara dahi ulaşılamıyordu.
İyimser bir tablo çiziyor değilim. Evet, ne yazık ki çok az. Dünyada beş altı ödül almış filmler gelip burada bir, iki binle kapatabiliyor. E tabii bunlar korkunç durumlar. Bu da sonuçta politikayla, bir kültür politikasıyla ilgili. Bunun yolu açılsa, bu işler de olması gerektiği gibi işleyecek. Ama olamıyor, neden? Yüz salondan doksan dokuzu tekel durumunda. Dolayısıyla araya girmek mümkün değil. Ne yapmak gerekiyor? Bu tekeli kırmak gerekiyor. Bunu insanlar tek başına kıramazlar, bu bir politika meselesi. Burada “hop kardeşim, çok güzel ama bu alanı da açıyoruz, bu alandaki insanlar da burada gösterecekler filmlerini” diye bir politikanın gelişmesi, desteklenmesi gerekiyor. Kendi alanımızda biz o mücadeleyi vermeye devam edeceğiz. Sonuç olarak genele baktığımda ben iyi görüyorum, yine de iyi görüyorum.
Biraz nitelik bahsine değinelim. Gişe yapan filmlere göz attığımızda komedi ve “racon kesen” filmlerin önde olduğu görünüyor. Bunun bahsini ettiğiniz gibi “gösterilmezse izlemezler” tarafı olduğu kadar izleyici tarafı da var. İzleyicinin bu noktadaki tercihini neye bağlıyorsunuz?
İşte her şey dönüp dolaşıp aynı yere geliyor. Bunlar da bir politika meselesi. Şimdi bir ülkede günün üç saati boyunca sürekli bağıran bir lider varsa doğal olarak insanların tercihleri ve evrimleri bu yönde olmaya başlıyor. Gidip bir İngiliz, Amerikan askerine posta koyan “halk kahramanları” yaratılıyorsa, bu destek görüyorsa doğal olarak halkın kahramanları hâline gelir onlar. Ama hümanist herhangi bir film, bütün dünyaya söz söyleyen bir film, herhangi bir programın en ufak anında bile konuşulmaya fırsat bulamazsa doğal olarak öyle kahramanlar oluşuyor. Bu o kadar doğal bir şey haline getirildi ki yaşantıya da nüfus ediyor. Böyle çocuklar, böyle nesiller yetişiyor, böyle insanlar yetişiyor. Kahramanlar hep gelir, intikamını alır ve gider. Dolayısıyla gelen nesiller de böyle yetişiyor şimdi, çat çut iki tokat çakan kahramanlar haline geliyorlar. Televizyonda da en fazla bu gittiğine göre sinemada da bunu tercih ediyor insanlar. Dolayısıyla “yahu kardeşim zaten bin tane sorunum var, gidip bi de ben sıkıntılı bir film mi izleyeceğim” mantığıyla komedi filmine gidiyorlar.
Sadece şu; doğru bildiğini yapmaktan caymamak gerekiyor. Çünkü bunlar, beş dakika da değişebilen işler. Sen yaptığın ürünle baş başa kalırsın, geçmişini değiştiremezsin. Yani sen o yıllarda bu gidiyor diye bunu yaparsan, sonraki yıllarda onunla yüzleşecek olan yine kendin olursun. Dolayısıyla “şimdi bu gidiyor, bunu yapalım” diyen bir insansan saygı duyuyorum, diyecek bir şeyim yok. Ama yarın öbür gün kendinle yüzleşecek bir şeyler yapmak istiyorsan da doğru bildiğin yoldan gideceksin.
Başarı filmleri çok tutar mesela, özellikle de ABD sinemasında. Çok fakirdir, sonra bir şeyler olur ve baya zenginleşir ve biz alkışlarız.
Tabii tabii her yerde tutar bu, doğal yani. Bu ezilmişliğin, ekonomik yetersizliğin, bu söz söyleyememe durumunun, seni adına birinin çıkıp “hop” demesinin yarattığı bir şey bu. Oysa ki onun hikayesini anlatan filmleri sırf bu yüzden tercih etmiyor. Tabii şöyle şeyler de var işin içinde; bir filmi izleyebilme yetisi, bir oyunu izleyebilme yetisi, bir romanı okuyabilme yetisi, bunlar da etkili işte. Şimdi, Cem Yılmaz’ın “eğitim şart” durumuna geliyor ama ne yazık ki biraz öyle. Burada bizim payımıza düşen ne? “Benim filmimi seyretmiyorlar” filandan çıkmanın yolunu, o insana ulaşmanın bir yolunu bulmaktır. Sanatın görevlerinden bir tanesi de bu belki, sanatın görevi derken çok yanlış anlaşılabilir. Sanat kendini ifade etmek için birilerinin ayağına gitmek zorunda değildir. Eser, kendi kendini ifade eder, o kadar. Bugün sinema gibi milyonlara ulaşma şansı olan bir şey varken, yol bulma diye de bir şey vardır. Anlatmanın binlerce yolu var. Dolayısıyla sinema da bir yaratıdır bu anlamda. O insanlara ulaşmanın yolunu bulmakta sanatçı zekâsıyla bu yolu sinemayla bulabilir.
Peki oynadığınız filmlerin gişedeki yerlerini doğal karşılıyor musunuz?
Çok doğal karşılıyorum. Şimdi Eve Dönüş: Sarıkamış 1915 kırk bin yapmış mesela, bence çok iyi. Yapım şirketine göre belki korkunç olabilir bu ama bence çok iyi. Yani bugünün koşullarında ama. Normal koşullarda elbette ki daha çok insana ulaşmasını isterdim çünkü niteliğine de, niceliğine de güveniyorum filmin. Çok iyi ama bu kadar alıcısı, iyi o zaman ne yapalım.
İzleyici biraz da bu döngünün pasif tarafı belki, mesele daha çok ona ulaşma kanallarında anlaşılan… İnşaat odaklı dönüşüm herkesin farkında olduğu bir şey. Özellikle de sinema camiası bütün unsurlarıyla en belirgin örnekle Emek Sineması’ndan bu yana bu dönüşümün muhatabı durumunda. Yükselen AVM’ler, her tarafa dikilen gökdelenlerle sanat alanınızın daralması söz konusu. Bunun hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Geleceğe ait olmayan planlar, gelecekte hiçbir geçerliliği olmayacak yapılar inşa etmek bu dönemin en tutar şeyi oldu. Değişiyoruz, dönüşüyoruz, mükemmel binalar yapılıyor falan filan… Tam olarak kim faydalanıyor bunlardan? İşte bakıyorsun, orada oturanlar çıkarılıyor, oraya oturabilecek insanlar getiriliyor. Dolayısıyla insanların, toplumun hayatında değişen bir şey olmuyor. İnsanların cebine giren, evine giren aştan ve paradan bahsettiğimizde değişen bir şey yok. Çürük bir tuğlanın etrafını altınla sarmak gibi bir şey. Ne oluyor ki, içi yine kof. Toplum oraya taşınmıyor. Sadece işte “süper” görüntüler. Halka hiçbir faydası yok.
Sanki devasa bir sergiymişiz, dışarıya kendimizi güzel göstermeye çalışıyormuşuz gibi…
Aynen öyle.
Türkiye tarihsel, politik yahut kişisel hikâyeler açısından epey dolu bir coğrafya. Acı, tatlı baya anı var aslında. Sinemanın bununla ne kadar ilgilendiğini, bir bakıma hesaplaştığını düşünüyor musunuz? Söz gelimi Türkiye tarihinde sizin açınızdan çok önemli gördüğünüz bir sorun hayat buluyor mu sinemada?
Politik hesaplaşmalar öyle kolay işler değil tabii ki. Deniz Gezmiş de çekildi, Hoşçakal Yarın (1998) diye bir filmde. Ondan sonra Eve Dönüş (2006) çekildi, o dönemi yaşamış insanların bakış açısından. Ama bugün 80 kuşağının gölgesinde büyüyen neslin yansımalarını izliyoruz biz şimdilerde, 80’leri yaşayanların çocuklarını. Onlar çok daha sağlam, çok daha vurucu geliyor. Çünkü çok sivri bir dönemi yaşamış insanlar doğal olarak o süreçten sivrilmiş olarak çıktılar ve sözleri de anlatımları da o şekilde sert ve sivri oldu. Ama bugün artık onun çok geçer, tutar yanı yok. Özellikle de dünya sinemasında o kadar iyi örnekleri yapılıyor ki dünyada hesaplaşma filmlerinin, işte sinemanın dilini kullanmak önemli olan.
Var mı aklınızda bir film?
Güneş Yanığı (1994) çok harika bir filmdir bir dönemin ifade edilmesi açısından. Çok farklı bir tür belki ama Ulis’in Bakışı (1995) inanılmaz bir filmdir, Zamanın Tozu (2008) keza. Bugün de Türkiye’de Çoğunluk (2010)’u çok üst bir yere koyuyorum mesela, çok iyi bir film, Tepenin Ardı (2012) da. Son zamanlarda böyle göze sokulmadan, insanların nerede, ne hâle geldiğini, nasıl yaşadıklarını anlatan iyi filmler yapılıyor artık.
Ben Karnaval’ı da koyardım burada, göze sokulmadan anlatım bağlamında…
Karnaval da bir anlamda tabii ki. Karnaval’ın çok böyle bir siyasi açısı yok ama toplumsal bir tarafı var. Kişisel bir hikâyeden toplumsal bir fotoğrafı koyuyor ortaya. Tabii ki o da bir şey, o da bir anlatım biçimi. Bence de biçimi içinde çok başarılı bir film.
Ben çok beğendim Karnaval’ı. 2013’te yerli sinema açısından çok iyi bulduğum filmlerden biriydi. Hem film, hem de oynadığınız Alis karakteri hakkında konuşalım biraz.
Hemen şunu söylemek lazım; Can Kılcıoğlu, o filmin yazarı ve yönetmeni, filmin yüzde elli biri onun, yani bu filmin başarısı onun bana göre. Can’ın ilk filmi olması itibariyle özellikle filmi gören için şaşırtıcı olabilir bu söylediğim ama çok cesur buluyorum. Çünkü Türkiye’de işte deminden beri konuştuğumuz, kendi dili olan, “ben böyle yapacağım, bunu anlatacağım ve bunu bu şekilde anlatacağım” deme cesaretini gösteren insan sayısı çok az. Koşullarını oluşturabilip, bunu yapabilen insan sayısı çok az. Bu yüzden o ve onun gibilere çok saygı duyuyorum. Yetmezmiş gibi bir de senaryonun vaat ettiği her şeyi değilse de yüzde doksanını çekimiyle başarıyla aktardı Can. Bu büyük bir başarı bir ilk film için.
Bir karakter yaratmak zaten çok zor, bir karakterin bütün dünyasını yaratmak daha da zor. Bütün film biz Alis’i izliyoruz, olmadığı bir kare bile yok neredeyse. Dolayısıyla orada hem hayata bakışı hem duruşu hem de esprileriyle bir tarzı var Alis’in. O tarz her an sağılmaya, hemen güldürmeye, hemen onu kullanıp başka bir yere yatırmaya çok müsait. Ki yapıldığı zaman izlemiş biri olarak çok komik bir karakter çıkabilir. Ama hayır, bunu istemedi. Halbuki bunu yapsa belki iki katı daha izleyicisi olacaktı. Hayır, bunu istemiyor. O karakter o kadar. O yüzden komik, o kadar komik. Aynı zamanda hiç komik de değil, acıklı. Ama işte bütün bunları içinde taşımasının tek yolu, o karakter yaratımını tutturabilmekte.
Biz anlaştık ve aynı dünyayı paylaşabildiğimiz için iyi bir ürün ortaya çıktı. Çünkü doğru bir yerde buluştuk bütün oyuncu tayfası olarak da. Dolayısıyla kimse de “abi hadi şunu şuradan sağalım da şöyle olsun” demedi. Herkes Can’ın yarattığı dünyaya hizmet edebilmek için bütün şeylerini temizlemeye çalıştı. Hiçbir şey yüzde yüz olmaz sette ama hatalarıyla bile filme ait olduk hep. O yüzden çok seviyorum, beğeniyorum Can’ı ve onun da “bu bir Can Kılcıoğlu filmidir” seviyesine varacak bir yönetmen olduğunu düşünüyorum. Mesela Eve Dönüş: Sarıkamış 1915’i çeken Alphan Eşeli için de öyle düşünüyorum. O da hiç kullanılmayan bir janra kullandı. O da çok zordu, bir Türk askeri üzerinden bir gerilim filmi çekmek. Ama korku değil. Zor ama sinemasal olarak çok üst seviyede bir film hâline geldi bana göre. O da ilk film, çok cesurca bir şey.
Bir röportajınızda geçirdiğiniz bir kazadan, bu kazanın hayatınızın akışı açısından sizde yarattığı şoktan, geçirdiğiniz zamanın öneminden söz etmiş ve “bir daha kendime asla bunu yapmayacağım” demişsiniz. Çalışma koşullarınızla mı alakalıydı bu?
Yok, bu demin söylediğim zaman dilimiyle ilgili, hani okuldan sonraki o on yıl içinde öyle bir geçti ki zaman, nasıl geçti ben anlayamadım. Onu bu zaman dilimiyle ilgili söyledim. O kadar hızlı gidiyordu ki her şey, birden bire “bamm!” diye durdu hayat iki sene boyunca benim için. Zaten idrak etme zamanım da o oldu. O süre boyunca doğal olarak dönüyorsun kendine. Geçmişine bakıyorsun işte, durunca ne yapacaksın? En iyisi düşünmeye başlıyorsun. O dönem ne kadar hızlı, ne kadar çok koşturmacaymış. Hani “ne yani?”, “ne oluyor?” gibi sorularla yavaş yavaş işte böyle bir yere ulaşıyorsun. İniyor musun, çıkıyor musun? onu bilmiyorum ama bir yere varıyorsun.
Ben onu daha çok çalışma koşullarınızın sizi hırpaladığı, aşırı derecede yorduğu gibisinden okumuştum…
E tabii ki biraz da öyle. Onu da yapayım, bunu da yapayım, şunu da yapayım… Yani? Ne oluyor ki? Bir daha asla öyle sabahın sekizine kadar çalışmayacağım. Sekizi bitirip oradan oyuna gitmeyeceğim. O günü de bitirip ondan sonra işte yine devam etmeyeceğim, öyle bir şey yapmayacağım kendime bir daha.
En azından benim için şu an çok ağır değil koşullar. Ha yine gerektiğinde sabahlarsın ama bir gün sabahlarsın. Hadi olmadı bir gün daha sabahlarsın. Ama hayat öyle geçmez, gerek yok. Bütün o koşullar bu şekilde işte. Doğalı o hâle gelmeye başlamış durumda. “Ne! Şikayet mi ediyorsun?” Böyle işte durum. E ama ben artık şikâyet ediyorum. Hatta etmiyorum diyelim. Olmuyorum, bulunmuyorum bu durumların içinde.
“Oynayamam, oynasam da bana hiç gitmez, çok havada kalır” dediğiniz bir tür var mı?
Yani biraz görmek lazım. Bana kalsa ben hepsini oynamak isterim, her türden, her biçimden. Ama okuyunca, görünce karar verebiliyorum ki bugüne kadar “bu ben değilim” deyip geri gönderdiğim senaryolar oldu hem televizyonda hem sinemada. Çünkü okuyunca görüyorsun yani “olur benden bu” diye. Ama biçimsel olarak değil, hani o bütünün içinde. Atıyorum birkaç oyuncusunu da biliyorsan, yan rolleri oynayacak insanları, oradaki hikâyeye kendimi koyduğumda ancak… O bütünü görmek lazım.
Aşağı yukarı her oyuncunun “şu yönetmenle çalışmak istiyorum” yahut “şu oyuncularla bir araya gelmeyi çok istiyorum” tarzında istekleri olabiliyor. Sizin için kimler?
Şöyle söyleyeyim; yeni insanlarla çalışmak istiyorum daha çok ama tabii ustalarla çalışmayı da seviyorum. Bugüne kadar Türkiye’nin çok iyi yönetmenleriyle çalışma şansım oldu. Çok şey kazandırıyor insana iyi bir yönetmenle çalışmak ama kafası, beyni açık herkese benim de gönlüm açık olduğu için öyle diyorum. Bir gün Fatih Akın’la çalışmak isterim ya da dünyadan Tarantino’yla çalışmayı çok isterim mesela. Düşünsene onun filmlerindeki bütün karakterler çok farklı karakterler. Çok doğalmış gibiler bir de. Dünyanın en abuk karakteri onun filminde olunca “neden olmasın?” diyorsun yani.
Bence de öyle… Peki film eleştirilerini takip ediyor musunuz? Genel olarak nasıl buluyorsunuz film eleştirmenlerini?
Film eleştirmenliği de kendi içinde çok zor bir mecraya dönüştü. Çünkü inanılmaz bir ilişki var. Sinemada bir şey birdenbire başarılı olduğunda birileri inanılmaz paralar kazanabiliyor. Başarısız olduğunda da birdenbire batabiliyor birileri. Dolayısıyla onun acısını birilerinden çıkarma durumu da söz konusu olabilir, eğer ortada bir yergi varsa. Övgü varsa zaten hiç sorun yok. Ama sorun da tam burada bence.
Övgü varsa sorun yok, yergi varsa sorun varmış gibi oluyor. Bence bu ilişkilerin de bir yolunu bulması lazım. “Onu öyle yazarsak olmaz, şöyle dersek olur”, çok zor bir şey bu. Dolayısıyla bu işi bildiğine emin olduğumuz insanlardan eleştiri duymak hiçbir zaman bir sanatçıyı yaralamaz. Kızdırabilir ama yaralamaz. Çünkü bir anda insan sinirlenebilir, o kadar emek veriyorsun. Günün sonunda ama o insan o yazıya bir daha bakar. Doğru bir eleştiri varsa orada, layığıyla bir eleştiri varsa bunu görmemesi için aptal olması lazım bir insanın ya da egosantrik olması. Bir eleştirinin hiçbir zaman hiç kimseye bir zararı olmaz.
Yetmiş satır yazıp, içinden hiçbir şey çıkmayan yazılar okuduğunda insanın biraz kafası karışıyor, zorlanıyor. O yetiye sahip olduğuna inandığımız insanların yazıları çok kıymetli bu yüzden. Ama biraz dost ilişkilerinden sıyrılmış ve ne diyeceğini anladığımız yazılara ihtiyacımız var. Biliyorsun bu sosyal mecranın verdiği şeyle onlarca, yirmilerce eleştiri çıkabiliyor. Bunların neyi kale alıp almayacağını sen bilirsin de benim özel olarak demek istediğim bu iş gazetecilik açısından çok güzel, sinema açısından da çok güzel. Bir sosyologdur, psikoloji okumuştur, siyaset felsefesi okumuştur, bilim insanıdır hani nereden baktığına, nasıl baktığına ikna olabileceğiniz insanların yazılarından bahsediyorum. Bunların sadece çoğalması gerektiğini söylüyorum ki biz de bilelim. Vardır ya hani Avrupa’da bir tiyatro oyunundan sonra dahi ertesi gün işte “şu hakkında ne yazdı?”, “şu ne dedi?” diye bir merak, öyle isimler olsun istiyorum. Var bizde de, bunları yok olduğu için söylemiyorum ama çoğalması ve onların yazdığı şeylere kıymet verilen bir mecrayı çok özlüyorum. Benim de takip ettiğim, isim vermeyeyim ama çok mihnet etmeden yazanlar var. Zaten burada bir genelleme yapmıyorum ama bu internet durumu dolayısıyla herkes eleştirmen, herkes yazar oluyor, buna engel olamazsın herkes yazacak ama o kişisel olan insanlardan biraz beklentimiz yüksek.
Yakında “İtirazım Var” girecek vizyona, oradaki rolünüzden söz eder misiniz?
İtirazım Var yine “bir Onur Ünlü filmi”. Şimdi moda oldu ya işte “bir bilmem ne filmi”, bu eskiden bir auteur için ancak kullanabilecek bir şeydi. Onur Ünlü bizim ülkede bunu kullanmaya en muktedir insanlardan biri bence. Gerçekten bir tarzı olan, “ahan da bu bir Onur Ünlü filmi” diyebileceğiniz filmler çeken biri. Yine o tarzda bir senaryo. Bir camide bir cinayet işlenir, imam da bu durumla ilgilenmeye başlar, sonra bir bakar ki hiç farkında olmadan meğer olayın göbeğindeymiş. Benim de orada bir tefeci durumum var. O tefecinin sebep olduğu olaylar silsilesi yüzünden oluyormuş meğer o şeyler. O tefeci yüzünden mağdur olan, filmin en mağdurlarından birini oynuyorum.
Bir de adettendir, Fil’m Hafızası’nı takip ediyor musunuz?
Açıkçası sen söyledikten sonra baktım. Güzel. Daha çok olsun, daha da çoğalsın. Bizde evvelden gelen arşiv sıkıntısı olmuştur ama hiç değilse bunlar çok önemli arşivler bir yandan. Bizi birileri takip ettiği zaman insan daha iyi hissediyor kendini. Takip edildiğini bilmek her anlamda iyi bir şey. “Yapalım bitsin” fikrinden uzaklaştırıyor insanı. İnsanlar üç bin de, beş bin de olsa seni görüyorlar nerede olursa olsun. Geliyor biri diyor ki aradan seneler geçse de mesela “ben seni şurada gördüm, şuradan geçiyordun, orada güldün” diyor sana. Bu çok önemli, “bir röportajında böyle bir şey demişsin” diye biri karşına çıkıyor yani, çok acayip şeyler bunlar. Kıymetli bir şey, yolunuz açık olsun bu yüzden.
Çok teşekkürler.