Hikâyeler anlatmak, anlatanları da can kulağıyla dinlemek, müptezeli olduğum bir varolma biçimi. Sırf bu yüzden aşkla bağlıyım ben sinemaya, tiyatroya, öykülere, şiirlere, romanlara, heykellere, müziklere, resimlere… Kendi zamanlamamıza gelebildiğimiz – bizi getiren – tüm o “an”lara. Hep bir masalı mırıldandıkları için. Mırıldandıkları şeylerle bağ kurabildiğim, bir duygulanımdan bir başkasına taşınabildiğim için. Hiç yaşamamış olduğum hayat parçalarını bile, onları deneyimlemişim gibi hissettirdiği, öğrettiği için.
Ancak bazen bir şeyler oluyor, “Sana şahane bir vaadim var!” diyen bir seyirlik, cehenneme dönüşüyor. O türden cehennemlerin içine düştüğüm, onlara maruz bırakıldığım zamanlarda ben kendimi müthiş kandırılmış hissediyorum.
Epeydir yaşamadığım bu nahoş duyguyu, uzun zaman sonra bana yeniden hatırlatan ve hissettiren bir filmden söz açmak istiyorum. Çünkü başarısız bulmaktaki sebepleri irdelemeye uğraşmak, tam da o çok sevdiğim hikâyelemelerin tözüne bir ip sarkıtmaya çabalamak demek.
Jobs (2013), hepimizin hayatına bir şekilde, bir ya da daha fazla cihazla girmiş olan Apple markasının yaratıcısı ve kurucu ortağı Steve Jobs’a dair biyografik bir film. En azından bu iddiayı taşımakta.
Kuvvetle muhtemel, Steve Jobs, hayatımızda gördüğümüz en dişli “kahraman – antikahraman”lardan bir tanesi. Belki en meşhuru. Evlatlık verilmiş olması, üniversite okumasına dair ikâme ailesinin çabası, buna rağmen okuldaki bölümüne devam etmeyişi, devam etmezken başka bölümlerin derslerine girişi… Kaligrafi hayranlığı, çıplak ayakları, LSD kullanışı, bir garajda dünya markası yaratması, o markayla organik bağlarını koparışı, yıllar sonra Apple’a geri dönüp altı ay ömür biçilen şirketini kurtarışı, kanser olması, bunu atlatması, hastalığa tekrar yakalanması, öldüğünde dünyanın çalkalanması gibi birbiri ardına bir solukta sıralanabilecek “acayiplikler tutarlılığına” sahip son derece dramatik bir yaşam öyküsü var Jobs’un. İşbu hâlde, ismi Jobs olan bir filmden, Hollywood yapımı olsa dahi, daha başka türlü bir dramatik çatı, başka türlü bir seyir lezzeti bekliyor insan. Evet, dünya tarihine ismini kazıyan çağdaşımız “ünlü”lerine dair yapılmış ve yapılacak olan filmlerden birileri daima mutsuz çıkacaktır, bu ön bilgiyi gayet rasyonel ve anlaşılır buluyorum. Ancak, böyle mükemmel malzemelerden bu kadar el yordamıyla kotarılmış işler çıktığında da gırtlağıma çöküyor o kandırılmışlık duygusu. İki saatim paha biçilmez kıymette olduğundan değil, “insanlar neden film yapar?” diye sordurduğu için.
Steve Jobs’un Reed Koleji’ndeki yıllarından başlayarak ömrünün beşer yıllık tüm periyodlarına ayna tutmaya çalışan film, kafası tamamen yapmak istediği işe odaklı olan bu yenilikçi dehayı birbirine bağlanamayan kopuk hikâyelerle anlatmaktan öteye geçemiyor. Steve Jobs’un, nasıl da hırs küpü olduğuna dair kaba saba karton bir yol çizgisi belirliyor ve ne yazık ki seyirciyi de mahkum ettiği o tatsız tuzsuz yolda ne mizaha, ne insana dair hakiki anlara, ne de bir biyografide karşılaşmayı beklediğimiz o kilit eşiklere hakkıyla yer verebiliyor. Jobs’u seyrederken, bir duygudan başka birine taşınabilmemiz ancak gözlerimizi kapatmamızla mümkün oluyor çünkü soundtrack’i gerçekten şahane. Beri yandan ne yazık ki bu bir konser kaydı değil, bir film. Senaryosunun tökezleyip durduğu, yönetmeninin “gerçekleştirici” olmaya dair hiçbir özgün koku sindiremediği çok vasat bir film hem de.
Jobs, egolarıyla kör olmuş deha bir adamın kurucu ortağı olduğu dev marka Apple’ı mı anlatıyor, dünyayı etkileyen bir markanın yaratıcısı Steve Jobs’u mu anlatıyor, belli değil. İnceliklerden yoksun. Sanki bize hisselerin, yönetim kurullarının pembe dizi heyecanını vermek için yapılmış hissi yaşatıyor. Söz gelimi, Jobs’un evlatlık olduğunu bilmeyenler, filmde LSD tecrübesi yaşadıkları sahnede geçen “insan nasıl çocuğunu bırakır ki?” cümlesini hiçbir yere bağlayamayabilirler ve bu hiç şaşırtıcı olmaz. Evlilik dışı olan ve uzun yıllar kabul etmediği kız çocuğuyla bu durum arasında nasıl duygusal bir bağ bulunup kurulamaz aklı almıyor insanın. O kız (Lisa) ne zaman ve nasıl gerçekten O’nun kızı oldu meselâ, nasıl kabul etti Steve Jobs bu hakikati? Yahut bir kadına evlenme teklif etmeye karar verdiğinde o kadında ne görmüştü böyle ince eleyip sık dokuyan bir adam? Apple Computer’daki yönetim kurulu üyeleriyle çanak çömlek patladıktan sonra sadece havuç mu yetiştirdi kendisi? Buna benzer soruları ardı ardına sonsuza kadar sıralayabiliriz. Hikâyenin duygusal yanlarına eğilmemek bir seçim olabilir. Bu filmde hemen hemen hiç bir şey seçilmiş gibi görünmüyor ve bu tesadüfilik insanın seyrederken canını sıkıyor. Zaten salt duygusal yaşam öyküsü bakımından değil, iş yaşamındaki girişimcilik öyküleri bakımından da şaşırtıcı eksikler taşıyor film. Söz gelimi, Steve Jobs’un Next markasıyla, hele hele Pixar’la olan bağıl durumunu şöyle bir geçiştiriveriyor, oysa tasarımın göz alıcılığına ve kullanışlı oluşuna böylesine önem veren bir adamın gözünde Pixar’ın nasıl da tasarıma dair – renklere ve yeniliklere dair – nasıl da hayatımıza tatlılık katan bir şirket olduğuna dair bazı anlamlara geliyor olması hem bariz hem de çok ilgi çekici.
İskelet böyle çürük olunca da bu iskelete can veren oyuncular ne yapsa ucuz birer taklitten daha öte olamıyorlar. Asthon Kutcher, Jobs‘a hazırlanırken, belli ki çalışmış, Steve Jobs’un fiziksel koşullarını, yürüyüşünü, eslerini, duruşunu uzun uzun incelemiş ve kendi bedenine adapte etmiş. Ancak hikâyede ve karakterlerde derinlik olmadığı için Kutcher’ın oyunu da aynı kartonlukta takılıp kalıyor ne yazık ki.
Jobs, Jobs‘u seyretseydi, bu filme yan sanayi muamelesi yapardı muhtemelen. Hollywood, açgözlülüğüyle bir yaşam öyküsünü daha iç etti. Tekeline aldı, aceleten kâr marjına dönüştürmeye çalıştı ve kanımca fena hâlde çuvalladı. Sinemanın sektör olmasına sevinse mi, üzülse mi şaşırıyor insan böyle zamanlarda
Sahi, insanlar neden film yapar?