Ünlü Rus yazar Anton Çehov’un edebiyat için tartışılmaz bir kural ortaya attığı herkesçe bilinmektedir. “Çehov’un Silahı” olarak kabul gören bu kural, sinema sanatı için de uygulanmaktadır. Çehov, “Eğer, ilk bölümde duvarda asılı bir tüfek olduğunu söylüyorsanız, ikinci ya da üçüncü bölümde o silah patlamalıdır. Eğer patlamayacaksa o tüfek orada olmamalıdır!” der. Buradan yola çıkarak “Eğer bir sahnede silah ya da silah benzeri bir obje görüyorsak, bir sonraki sahnede o silah ya da obje görevini yerine getirmelidir!” diyebiliriz pekâlâ. Peki, sinema sanatının belli başlı mottolarından olan bu meseleyi neden şimdi böyle uzun uzun anlatıyorum? Çünkü İspanyol yönetmen Pedro Almodovar’ın son şaheseri The Human Voice (2020), prologdan sonraki ilk sahnesiyle “Çehov’un Silahı” kuralını aklımıza getirmektedir. Maviler içerisindeki –Ki renk tercihiyle yapılan eylem arasında ciddi anlamda bir zıtlık vardır.- başkarakterimiz bir hırdavatçı dükkânındadır. Ve tam Almodovar evrenine yakışacak kalibrede bir balta satın alır. Fazlasıyla estetik, kaliteli yani tam anlamıyla klâs bir baltadır bu maviler içerisindeki kadın tarafından satın alınan balta. Özenle paketlenir satıcı tarafından. İşte klasik anlamda karakterin satın aldığı bu baltanın patlaması yani işlevini yerine getirmesi beklenir. Bu nedenle The Human Voice, ilk sahneden seyircinin ilgisini adeta en üst seviyeye taşır. İnanılmaz ikonik bir kadın (Tilda Swinton) -Filmde ayrıca bir ismi yoktur.- mücevher edasıyla bize sunulan bir balta satın alır. Adeta baş döndürücüdür her şey.
Tabii ki çok geçmeden balta işlevini yerine getirir. Fakat kocaman bir detay vardır bu kuralı ters yüz eden; balta film boyunca hiç görmeyeceğimiz, sesini dahi duymayacağımız bir karakter üzerinde patlar. Hem de oldukça vahşi, kanlı hatta ve hatta pornografiktir bu anlar. Baltayı henüz üç gün önce ayrıldığı sevgilisinin takım elbisesi üzerinde deneyen Kadın, onu terk eden sevgilisinden almak istediği tüm hıncını bu takım elbiseden alır. Üstelik balta, penisin denk geldiği yere defalarca inmektedir. Bir nevi karakterimiz, kendisini terk eden, aldatan erkeği hadım ederek cezalandırır. İşte bu can alıcı, baş döndüren anlar, filmin uyarlandığı Jean Cocteau’un 1930 tarihli aynı isimli oyunundan belirgin şekilde ayrılmaktadır. Zira oyunun serbest bir uyarlaması olan The Human Voice’un, oyunun evreninden en çok saptığı noktalar, finalle birlikte filmin ilk iki sahnesidir hiç kuşkusuz. Zira her ne kadar Almodovar, eserin her bir anına kendi imzasını atarak filmi oldukça özgün bir hale getirse de başlangıç ve bitiş sahnelerindeki tercihler müsebbip en çok da bu özgünlükten.
1930 yılında sahnelenmeye başlayan ve nerdeyse üzerinden bir asır geçmesine rağmen hâlâ büyük bir hayranlıkla benimsenen The Human Voice, bugüne kadar birçok sanat dalına esin kaynağı olmuştur. Gerek birebir uyarlamaları gerekse de esinlenmeleriyle bilinen Cocteau’un bu eseri yıllar içerisinde adeta ölümsüzleşmiştir. Opera, tiyatro, film alanında sürekli yeniden hayat bulan bu oyunun henüz 2018 yılında Patrick Kennedy tarafından yönetilen ve Rosamund Pike ile hayat bulan kısa film versiyonunu izlemiştik. Fakat Anna Magnani’nin unutulmaz performansıyla hafızalara kazınan Roberto Rossellini filmi L’amore (1948), Edoardo Ponti tarafından yönetilen ve başrolde Sophia Loren’in olduğu Voce umana (2014) kuşkusuz en unutulmaz olanlarıdır. Lakin bu koca bir monologdan oluşan oyunun, Almodovar gibi dokunduğu her şeyi bambaşka bir şekle büründüren, gerek filmlerde yarattığı evren ile gerek seçtiği oyuncuları, kullandığı renkleri, estetiği ile gerekse de tercih ettiği tüm biçimsel tercihleri ile bambaşka bir şekle büründüğü söylenilebilir. Zaten Almodovar, Mujeres al borde de un ataque de “nervios” (1988) isimli başyapıtında da aynı oyundan ilham almamış mıydı? Hatta Almodovar evrenindeki tüm kadınların, Cocteau’un eserindeki histeri krizine tutulmuş kadınından izler taşıdığı söylenemez mi? Bence pekâlâ söylenilebilir.
Bu nedenle Mujeres al borde de un ataque de “nervios” ile The Human Voice arasındaki benzerliklerden biraz bahsetmek gerek belki. Aslında otuz üç yıl arayla hayat bulan iki filmin de nev-i şahsına münhasır birçok yanı var. Fakat bir yandan da çok fazla ortak yanları var ki bazılarını zikretmeden edemeyeceğim. Örneğin Mujeres al borde de un ataque de “nervios” çekildiği yıl artık süslü jenerik dönemi bitmişti. Hatta filmin başlangıcında jenerik bile kullanılmamaktaydı artık. Fakat Almodovar, bu yeniliğe tamamen karşı gelerek aksine fazlasıyla abartılı bir jenerik tercih etmekteydi. Oldukça renkli bir gösteri gibidir iki filmde de jenerik anları. Kadınlık ile özdeşleşen objelerin yerini The Human Voice’de yapı malzemeleri alır. Yine Mujeres al borde de un ataque de “nervios”da Federico Fellini’nin başyapıtı 8½ (1963) ve Alfred Hitchcock’un Rear Window (1954) isimli şaheserlerine selam gönderen Almodovar, The Human Voice’da ise Jackie (2016), Kill Bill (2003), All That Heaven Allows (1955), Phantom Thread (2017), Breakfast at Tiffany’s (1961) gibi her biri bir efsaneye dönüşen, kadın hikâyeleri anlatan filmlere reverans yapar. Almodovar dokunuşu olan teras, iki filmde de karşımıza çıkar. Lakin Mujeres al borde de un ataque de “nervios”daki Nuh’un Gemisi’ni andıran terasta bu kez yalnızca bitkiler vardır. Zira The Human Voice’daki mekân kullanımı başlı başına farklı bir formattadır. Almodovar, stüdyodaki dekor kullanımını bir adım daha öteye götürür bu kez.
Adeta bir otoparkın içine yerleştirilmiş odalardan oluşan ev için iki parçadan oluşuyor diyebiliriz. Bir kısmı tüm süslerden, renklerden ve estetikten azade ve simsiyahken diğer tarafı ise capcanlıdır. Adeta evin bir tarafının ölü, suskun bir tarafının ise yaşayan, konuşan bir hali vardır. Zaten prolog sahnesinde bizzat karakterimizin iki farklı elbiseyle perdede boy göstermesi de aynı amaca hizmet eder. Kıpkırmızı, parlak kumaştan bir elbise ile gördüğümüz Kadın’ı, hemen ardından adeta simsiyah bir heykeli andıran haliyle görürüz. Almodovar’ın artık kendisiyle özdeşleşen kırmızı, turuncu, sarı renklerin baskın olduğu, her objenin ayrı ayrı anlamlandırılabileceği, tabloların dile geldiği bir mekânda geçer filmin çoğunluğu. Böylesi bir ortamda Kadın’ın adeta Channel defilesindeymiş gibi bir hali vardır. Bu da yetmezmiş gibi nice kozmetik ürününün, kahve makinesinin (Kahve makinesinin olduğu sahne adeta bir reklam filmi havasındadır.) tüm ihtişamıyla perdede boy göstermesi de cabası. Lakin odaların dışındaki o siyah rengin baskın olduğu kasvetli dış mekâna göre oldukça gerçek olan iç mekân da bir süre sonra bambaşka bir oyun oynar bizlere. Kamera tanrısal bir bakış açısına geçtiğinde çatısı olmayan bir maketin içindeymiş gibi görünür karakterimiz. Bu tanrısal bakış açısı aynı zamanda Kadın’ın yaşadığı çaresizliğin bir kez daha altını çizer. Lakin bu mekân tasarımının Lars von Trier’in Dogville (2003) filmindeki tercihi akla getirmesi çok daha önemli. Zira Dogville’de Nicole Kidman tarafından hayat bulan Grace Margaret Mulligan’ın Dogville isimli kasabada sıkışıp kalmasıyla Kadın’ın durumunda çok tanıdık bir yanı vardır. The Human Voice’un tek karakteri olan Kadın, film boyunca hiç karşılaşmadığımız bir erkeğin varlığı tarafından eve hapsedilmiştir. Fakat son tahlilde karşımızdaki kadın bir Almodovar karakteridir. Bu nedenle her ne kadar orijinal metinde kadın, sessiz sedasız sevgilisinin hayatından çıksa da The Human Voice, bambaşka bir finali hak etmektedir. Hem de tam da Almodovar kadınına yaraşır bir hareketle.
Karakterimiz hem o erk tarafından adeta ceza çektirilip hapsedildiği evden çıkmakla kalmaz hem de tüm evi ateşe verir. Mujeres al borde de un ataque de “nervios”da yasak aşkın yaşandığı yatak Pepa tarafından ateşe verilirdi. Fakat filmin sonunda o evde yeni bir hayat kurmaya karar verirdi Pepa. Lakin birçok noktada bahsettiğimiz gibi Almodovar bu kez daha güçlü bir kadın karakteri yaratır. Bu nedenle sadece yatak değil tüm ev her şeyiyle ateşe verilir. Prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde ilgiyle karşılanan Almodovar’ın bu son harikası teknolojinin vermiş olduğu imkânları (Telefon ahizesine bağımlı kalmayan, kulaklıkla tüm evi dolaşabilen bir karakter var bu kez karşımızda.) da değerlendirerek birçok uzun metrajın yaratamayacağı etkiyi yakalamaktadır. Fakat tabir-i caizse tek kişilik dev kadro diyebileceğimiz Tilda Swinton’un performansının da bunda çok büyük bir katkısının olduğunu unutmayalım. Sanırım Swinton, bu performansıyla Anna Magnani ve Sophia Loren ile pekâlâ yarışır. Ne dersiniz?