Medya beni “çılgın katil” olarak etiketlemesine rağmen ben kendimi zalim ölüm meleğinin gelişiyle aşırı önlemler alamaya itilen mantıklı bir birey olarak görüyorum. -Marc Lepine-
Kadına yönelik şiddetin artıcı dozlarla seyir ettiği insanlık tarihi belki de en karanlık çağını ısrarla sürdürmeye devam etmektedir. Şeytanla anlaşma yapan cadıların kadınlardan oluşmasından yasak elma mitine kadar yerküre belli periyotlarla kadınlara karşı hep mesafeli olmuştur. Bugün ise kadın bedeni üzerinden şekillenen sosyal hayat, kitle iletişim araçları, haberler, ana akım veya bağımsız medya her gün birçok kez soğukkanlılıkla -alışılmışcasına- kadına yönelik şiddet anonsları geçmektedir. [1] Ataerkil güç, kaba biyolojik farklılık gerçeğini cinsiyet farklılıklarını üretmek ve hiyerarşi kurmak için kullanır. Peki, tam da bu açıdan ele alındığında basının sözüm ona özgür olması, şiddetin meşrulaşmasına bir gerekçe olabilir mi? Algı düzeyi düşük bireylerin oluşturduğu toplum, haber kaynağını ileti olarak değil rol model olarak edinimliyorsa cevap ne yazık ki evet.
Toplum bireye insan olmayı öğretmeden önce cinsiyetini tanımayı öğretir. Seksist bağlam, içinde barındırdığı binbir söylevi yine aynı yaklaşımla örgütler. Geriye bozguna uğramış hayaller ve süregelen yıkımlar kalır. Herkes gibi olamayan; dejenere ve bozuk bir cinsiyet, dayatılmış erkeklik, bağımlılığa zorlanan kadınlık.
Denis Villeneuve’ un güçlü sinematografisiyle gerçek hayattan uyarlanan Polytechnique, 6 Aralık 1989 yılında Montreal’de yaşanan École Polytechnique (Montreal Üniversitesi Mühendislik Okulu) katliamını merkeze almaktadır. Dünya tarihinin en kanlı olaylarından birine ev sahipliği yapan okul, bünyesinde öğrenim gören on dört kadın öğrencinin psikopat bir kâtil tarafından öldürülmesiyle sarsılmıştır. Hayattaki başarısızlığını kadınların pozitif ayrımcılıktan yararlanmasıyla bağdaştıran Marc Lepine, kadınlardan ve feministlerden nefret ettiği için bu toplu katliamı gerçekleştirmiştir.
Film, belgesel gerçeklere sadık kalarak ilerlemektedir. 1960’larda Kanada’da yaşanan sessiz devrim, liberallerin muhafazakârları yenmesiyle başladı. Sosyal ve siyasal hayatın yanı sıra eğitim alanında da yenilenmeye gidildi. Kadın öğrencilerin akademik imkânları iyileştirildi ve üniversite okumaya teşvik edildiler. Kadının bu denli yükselişi toplumun bazı kesimlerini rahatsız ediyordu ve Polytechnique katili Marc da bu grubun içindeydi.
Guernica Tablosu ve Jean François
Asıl hikâye başlamadan önce senaryoya hizmet eden yan olaylar bir yana dursun film genel olarak tek mekânda geçmektedir ve okul koridorlarında gezinen kameranın aksine tüm kurgu aslında Marc’in hayal gücünde can bulur. Başına geleceklerden habersiz bir şekilde günlük yaşamına devam eden Jean François ise belki de defalarca önünden geçtiği Picasso’ya ait Guernica tablosuna o gün saniyelerce bakakalır. Neden önceden fark etmediğini, neden şu anki hisse kapıldığını, belki de neden bu kadar ruhunun sıkıldığını sorgular. Henüz cevabı bilemez; ama dakikalar sonra tüm okul öğrencileriyle birlikte sorularına yanıt bulur. Guernica sekansı tıpkı tuvaldeki dehşetin görsel tezahürünü oluşturur ve birazdan yaşanacak kaosun habercisidir.
Picasso’nun İspanyol iç savaşına ithafen resmettiği eser, bomba deneyinin ardından harap olan Guernica şehrinin temsilidir. Yıllar sonra Picasso’yu atölyesinden ziyaret eden Nazi Subayı o tarihe geçen konuşmayı başlatır:
“- Bu resmi sen mi yaptın?
– Hayır, siz yaptınız. “
Villeneuve, sinemanın beslendiği en önemli disiplinlerden biri olan resim sanatını bu sahneyle ele alırken elbette söylemek istediği şeyler vardır. Sistemin, hükûmetin, yönetimin bozukluğuna gayet entelektüel bir bilgi birikimiyle gönderme yapmaktadır. Çünkü ne de olsa toplumları oluşturan insanlardır. Belki de bu denli yozlaşmanın, nefretin, hoşgörüsüzlüğün suçunu başkalarına yüklemeden önce kendimizi eleştirmemiz gerektiğini bizlere hatırlatır. Tüm yıkıma, bozguna sebep olanlar aslında hepimizin tanıdığı, gündelik hayatlarımızda sık sık rastladığımız ve zaman zaman bizim de destek olduğumuz insanlıktır.
Zaman gelir, Mark elinde tüfeğiyle okulu basar ve önce 303 numaralı sınıfa girer. Kadın öğrencileri ve erkek öğrencileri birbirlerinden ayırıp feministlerden nefret ettiğini söyleyerek kadın öğrencilere ateş açar. Filmin döngüsü kendi içinde sonsuzluğa doğru evrilir ve artık film yönetmeninin değil biz seyircilerindir.
Valèrie Yaşamayı Hak Ediyor
Saldırıdan sonra hayatta kalmayı başaran Valèrie, istikrarlı bir kadın öğrenci olarak resmedilir. Çalışkan, azimli ve kariyer odaklıdır. Makine mühendisliği için hayalleri vardır ve kaos günü staj görüşmesi için okuldan önce şirkete gider. Kadınların genelde inşaat mühendisliğini tercih ettiğini söyleyerek Valerie’i manipüle eden erkek patron bu durumu üstü kapalı bir şekilde eleştirir. Ona göre kadınlar yoğun iş hayatından dolayı ailelerine sahip çıkamaz ve bir noktada kariyerlerinden vazgeçerler. Üstelik bir kadının makine mühendisi olmak istemesi tuhaf karşılanır. Çünkü tüm iş gücüne ve sektöre hâkim olan patriarkal sistem kadını zeki olarak görmez. Kadını erkeklere muhtaç ya da en iyi ihtimalle erkeklerden daha alt bir statüye konumlandırılmasından, evde çocuk bakmalarından haz duyar. Eğer kadın çocuğuna iyi bakamazsa ve o çocuk büyüdüğü zaman toplum tarafından onaylanmazsa bu annenin (yani onu yetiştirenin) suçudur. Oysa baba figürü de çocuk yetiştirmek için elverişli ortama sahiptir. Dejenere olmuş bireylerin finalde büründükleri kişiliğin tek sorumlusu anneleridir (!) Eğer Valèrie topluma uygun bir kadın olsaydı belki de başına bu kötü olaylar gelmeyecekti. Ama o hayallerinin peşinden giderek sisteme karşı geldi ve hemen akabinde de eril sistem Valèrie’i cezalandırdı.
Olanlar İçin Üzgünüm
Marc’ın cebinde bulunan intihar mektubu aslında hem filmin hem de tüm bu mizojinist yaklaşımın iskeletini oluşturmaktadır. “Anne, üzgünüm bu kaçınılmazdı.”Diyerek yine bir başka kadını duygusal olarak öldürür Marc. Oysa Marc’ın bu denli kadın düşmanı oluşunun asıl sebebi antisosyal kişilik bozukluğu ve bir türlü kazanamadığı Ecole Polytechnique okulunun mühendislik bölümüdür. Kadınların kendisinden daha başarılı oluşu ve ona göre pozitif ayrımcılıktan yararlanmaları genç adamın bilincinde büyük bir travmaya dönüşmektedir. Kendini gerçekleştiremeyen her bireyde olduğu gibi Marc’da çevresini suçlamış ve tüm başarısızlığını var olmaktan sorumlu tutmuştur. Çünkü dünyaya geldiği için annesi, sevilmediği için de diğer tüm kadınlar suçludur.
Filmin siyah beyaz olarak tasarlanan formatı aslında aşina olduğumuz kuramlardan besleniyor. Villeneuve, kan ve şiddet kullanımının meşrulaştırılıp ölümün sanatvari bir şekilde işlenmemesi için Alfred Hitchcock’un Psycho (1960) filminde kullandığı tekniğe başvuruyor. Sistematik ya da mekanik, söz konusu her ne olursa olsun Denis Villeneuve yine kendi vizöründen oldukça nahif bir anlatı yapısı sunuyor. Ve Polytechnique filmi sayesinde feminizm konulu filmler külliyatına yeni bir soluk getiriyor. Feminizm bir yana dursun, asıl detaylandırılması gereken konu; bireysel silahlanmanın bu kadar meşru olması ve mesai yapan güvenliğin silahlı bir genci okula sorgusuz sualsiz almasıdır. Film aslında tek bir sahne ile tümevarabilecek ritmi taşıyor ve güvenlik görevlisi üzerinden sistemin kopukluğuna, yozlaşmaya ve duyarsızlığa karşı hatırı sayılır bir şekilde taşlama yapıyor. Silah gibi eril bir imgeyle Marc’ın cinsel sorunlarına da değiniyor.
Polytechnique (2009) kadın düşmanı anti-feminist bir gencin yarattığı tahribata ısrarla değiniyor. Ele aldığımız konu hakkında titiz ve kapsamlı olmamız gerekiyor. Çünkü film, feministlerden nefret eden bir adamı işlese de öteki karakterlerin hiçbiri feminizm politikası yapmıyor. Feminizm bu noktada sadece niş bir kelime olarak cümlenin tınısını değiştiriyor. Oysa güçlü bir anlama sahip olan bu kelime kesinlikle üstünkörü geçilmemelidir. Çünkü; [2] Sembolik emeğin toplumsal olarak cinsiyetleştirilmiş bölümü ile kadınlar, kitle kültürünü tüketmenin tehlikeli etkilerinden sorumlu tutulurken erkekler sosyal olarak eleştirel olan yüksek kültürü yaratmanın sorumluluğunu omuzlar. Bu da kadın bakışını güçlendirmeyi ve kadın kolektiflerinin aktif hâle gelmesini zorunlu kılar.
Hayatın her alanına feminist müdahale yapılmak zorundadır. Sanatta, sinemada, toplumun her köşesinde kadınların görünürlüğünü artırmak, farkındalık kazanmak mecburi bir gerçekliktir.
Kaynak
[1], [2] STAM Robert, Sinema Teorisine Giriş, Ayrıntı Yayınları, 2000