Sabaha kötü başladım. Son birkaç aydır uyuyamama ve uyanamama sıkıntı çekiyorum. İlk kısmı henüz dert yaratmasa da ikinci kısım çok dert olabiliyor. Geç uyandım, trene geç kaldım. Ne yazık ki banliyö trenine binmem gerektiği için diğeri yarım saate gelecekti. Diğer alternatifim olan otobüsten daha önce ağzım yanmıştı. Bir kere daha deneyeyim dedim.
Aynı sıkıntıyı yaşadım, otobüse almadı.
Yalnızca gülümseyerek filme yetişemeyeceğimi anladım, daha 3 saatim vardı. Aklıma sanki Berlin’de yapacak hiçbir şey yokmuş gibi Kreuzberg’e gitmek geldi. Yurtdışına giden her Türk’te bu vizyonsuzluk vardır. Türkçe bir şey görünce çok seviniriz, sanki dünyadaki son Türk’ü bulmuşuz gibi heyecanlanırız. Ama burası farklı bir yer. Burası İstanbul, yani Berlin’in göbeğinde Küçük bir İstanbul. Her şey Türkçe, Almanca yok. Almanca bilmeden rahat yaşanacak bir yer. Bilmem ne Börek Aile Salonu’na oturdum ve beynimi kullanamaz haldeyken kıymalı kol böreği söyledim.
Daha 2-3 saat dolandım orada, dayılarla sohbet ettim. Çok ilginç gerçekten.
Tüm gün filmler izlemiş olmamın yanında arkadaşım tarafından ekildim. Aşırı üzüldüm. Niye bilmiyorum ama son dakika ortada bırakılmalara sinirlenmekten çok üzülürüm. Kendimi aldatılmış gibi hissederim. Boş boş sokaklarda takılır, Vagabond’daki hippi kız ile Issız Adam’daki Cemal Hünal arasında bir karaktere bürünürüm. Şaka yapmıyorum, bu şeyde aklımda tüm gece şu vardı: Hemşeri hemşeriyi gurbett…
Gerçekten tedavi olmam gerekiyor galiba, çünkü kız korona olmuş. Çıkamıyordu yani. Bu karamsarlık ve şüphecilik niye? Ama, ya yalan söylüyorsa?
İşin sonu otelin lobisindeki Alman sandığım insanların Türk çıkması ve Kiev anılarını dinlemelerim ile bitti. Nerde yaşarsa yaşasın, ister Avustralya’da ister Mozambik’te, Türk erkeklerinin kanı mavi sarı akıyor galiba. Nerede hata yapıyoruz?
Yarın görüşmek üzere.