Resim, güzel sanatların en eski ve en etkileyici dallarından biridir. Milyonlarca yıl öncesinde mağara duvarlarına çizilen figürlerle başlayan resim çizme arzusu ve tutkusu; günümüzde modern sanat akımlarına evrilmiş bulunmasına, çizim malzemeleri ve ortamlarının pek çok dönüşüm geçirmiş olmasına rağmen sanatçılar için hâlen vazgeçilmezliğini korumaktadır. Resim, sanatçı olunsun veya olunmasın insanların günlük yaşantısının büyük kısmını etkilemeye devam etmektedir.
Bir diğer önemli nokta ise tıpkı resim gibi bir tutku olan sinema, resimden fazlaca ilham almış ve almaya da devam edecek gibi görünmektedir. Ayrıca resim gibi görsel bir sanat olan sinema, özellikle de renkli sinemaya geçişle birlikte resimden daha çok beslenmeye başlamıştır. Bazı film sahnelerinde tabloların bir benzeri veya tıpatıp aynısı kullanılmış veyahut canlandırılmıştır. Bunun dışında sinema, başarılı ressamların ilginç ve ilham verici hayat hikâyelerini işleyerek ressamlara bir saygı duruşunda da bulunmuştur.
Bu yazı, türlü zor koşullara rağmen resim çizmekten asla vazgeçmeyen ve çoğunlukla kadın ressamların hikâyelerini anlatan filmlerin oluşturduğu bir listeyi içermektedir. Keyifli okumalar olsun.
Kim Mihri (Yön. Berna Gençalp, 2022)
Kim Mihri’nin, bir Türk kadın ressamı işlemesi ve belgesel türünde olması nedeniyle ilk sırada yer alması uygun görülmüştür. Fakat bu klasik bir belgesel değildir. Kim Mihri, animasyon ve gerçek görüntülerin bir arada kullanıldığı bir yol ve arama hikâyesinin ta kendisidir. En önemlisi de belgeselin “Mihri, bu kadar başarılı, yetenekli olmasına rağmen nasıl oldu da tarihin karanlık köşelerinde kaybolabildi?” sorusuna cevap arayan dinamik bir anlatısının olmasıdır. Belgesel, 1886’da dünyaya gelen ilk Türk kadın ressamlarından Mihri Rasim Müşfik Açba’nın İstanbul’dan başlayıp Roma, Paris ve New York’a uzanan; dönemine göre oldukça cesur bulunabilecek hayatını merkezine alır.
Ekibin ve danışmanların çoğunluğunu kadınların oluşturduğu bu belgesel, özellikle de animasyon kısımları ile dikkat çekmektedir. Ece Dizdar’ın stüdyodaki oyunculuğu sonradan çizimlerle birleştirilmiş; farklı bir teknik ve görüntü ortaya çıkmıştır. Belgeseli canlı kılan bir başka özellik de farklı alanlarda yetenekli ve başarılı kadın anlatıcılarının içten, enerjik anlatımlarıdır. Mihri her şehir değiştirdiğinde farklılaşan müziklerle, izleyiciyi duygudan duyguya taşıyan bu belgeselin başarılı besteleri ise Eleni Lomvardou’ya aittir. Belgeselin kazandığı ödüller arasında 59. Antalya Film Festivali “En İyi Belgesel Ödülü”nün de bulunduğunu eklemek gerekir.
Artemisia (Yön. Agnes Merlet, 1997)
Dünyanın ilk kadın ressamları arasında yer alan İtalyan Artemisia Gentileschi’nin de ne yazık ki diğer pek çok kadın gibi oldukça zorlu ve mücadeleci bir hayatı olmuştur. 1593’te doğan Artemisia’nın döneminde kadınların ressam olarak görünür olması, kabul edilmesi imkânsızdır. Artemisia’nın babası, onun ilk resim öğretmenidir ve kızının Floransa Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmesi için çabalar fakat kadınlar akademiye kabul edilmemektedir. Babanın, akademiye kızının yaptığı resimlerin “Tıpkı bir erkeğin çizdiği resimler gibi.” olduğunu söylemesi de sonucu değiştirmez. Bunun üzerine Artemisia, prestijli ressam Agostino Tassi’den ders almaya başlar. Hocası Tassi tarafından tecavüze uğraması ile hayatının akışı değişen Artemisia, bir kadın olarak erkek egemen toplum önünde zorlu bir dönem geçirir.
Film, anlatı ve görsellik yönünden oldukça başarılıdır fakat Artemisia’nın tecavüzden çok da rahatsız olmamış gibi anlatılması nedeniyle olumsuz eleştiriye uğrayabilir. Elbette Tassi’ye yöneltilen suçun işlenip işlenmediği ispatlanamamıştır. Fakat nihayetinde, Artemisia’nın yaşadığı onca engelleme ve kötü olaya rağmen tarihe adını başarılı bir ressam olarak yazdırması ve elbette ki böylesine cesur bir kadının filmini yapmak da büyük bir takdiri hak etmektedir.
Seraphine(Yön. Martin Provost, 2008)
Akla ilk erkek ressamların geldiği bir dünyaya inat kendine münhâsır olmayı başaran Fransız ressam Seraphine Louise, yoksul bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Küçük yaşta ailesini kaybettiği için yaşam mücadelesini tek başına sürdürür. Seraphine, otellerde, evlerde temizlikçilik yaparak, çamaşır yıkayarak geçimini sağlar. Geceleri ise hayatının ve gündüzlerinin ona yaşattıklarından uzaklaşmak istercesine sabahlara kadar çılgınca resim çizer. Kazancının büyük bir kısmını resim malzemelerine ayıran Seraphine, parası yetmediğinde doğadan, çevresinde bulduğu pek çok şeyden boya oluşturur. Örneğin; kasaptan hayvan kanını, kiliseden erimiş mumu, kırlardan çiçek ve bitkileri, sildiği yerlerden kirleri alarak boya yaratır.
Temizlikçi olarak görünmeyen, yok sayılan Seraphine, bir gün koleksiyoncu Wilhelm Uhde tarafından keşfedilince hayatının değişmeye başladığına, sınıf atladığına şahit olur. Tüm yoksulluğuna ve yorucu iş şartlarına rağmen yılmayıp başarılı ve üretken bir ressama dönüşen Seraphine’in ilham verici ve etkileyici hikâyesi yönetmen Martin Provost tarafından aynı şekilde etkileyici bir anlatımla Seraphine filmine aktarılmıştır.
Mrs. Lowry and Son (Yön. Adrian Noble, 2019)
L. S. Lowry, büyük zorluklarla hayatını idame ettirmeye çalışan, üstüne bir de yatalak annesine bakan orta yaşlarda bir adamdır. İş yükü dışında ev işlerini de üstlenen ve oldukça merhametli olan Lowry, annesinin baskısına ek olarak onun moral bozucu sözlerine de katlanır. Bütün bu şartlara ve annesinin engel olma çabalarına rağmen oğul Lowry, evlerinin çatı katında geceleri resim çizmeye; aradığı sevgiyi ve huzuru çizdiği resimlerinde bulmaya çalışmaktadır. Anne Lowry, yaşattığı tüm olumsuzluklar yetmezmiş gibi bir gün oğlunun resim yarışmasına katılmasına da engel olmak ister. Oğul Lowry, annesini dinlemez ve yarışmaya başvurarak resim hayatının akışını değiştirmeye başlar. Yarışmadan kazandığı para ödülü ile kendisini ve sanatını annesine ispat etmek ister. Film, bu yönleriyle izleyiciye ebeveynliği sorgulatan ve ebeveynlik hakkında derin düşüncelere daldıran bir eserdir.
İngiliz işçi mahallesinin soğukluğunun hâkim olduğu filmde, ressam Lowry’nin duygusal ve gözlemci yönüne de parmak basılmakta; onun işçileri, yoksulları çizdiği tabloları da rol almaktadır. Aslında tiyatro yönetmeni olan, sayısız tiyatro oyunu yöneten Adrian Noble’ın ödüllü pek çok oyunu bulunmaktadır. Noble, tiyatroda gösterdiği başarıyı Mrs. Lowry and Son filminde de göstermiş hem trajik hem de ilham verici hikâyesi olan bir film ortaya çıkarmıştır.
Loving Vincent (Yön. Dorota Kobiela, 2017)
Listede yer alan tek animasyon film Loving Vincent, konusu kadar farklı çekim ve üretim tekniğiyle de dikkati çekmektedir. Film, Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un tablolarının bir araya gelmesiyle ve önceden gerçekleştirilen gerçek çekimlerin yani 65.000 karenin 125 profesyonel yağlı boya ressamı tarafından tek tek yeniden çizilmesiyle oluşturulmuştur. Aslında Gogh’un hayatı pek çok kez filmlere konu olmuştur. Fakat bu film, Gogh’un resme olan aşkının yanında onun ne yazık ki trajik ve yokluklar içinde geçen hayatına da odaklanması ve farklı animasyon tekniği ile diğerlerinden ayrılmaktadır.
Ana konu olarak Gogh’un son zamanlarını ve ölümüne giden şartları işleyen film, hüzünlü anlatımı olmasına rağmen izleyicilere seyir esnasında Gogh’un tablolarındaki renk şölenini tekrar yaşatmaktadır. Polonya ve Birleşik Krallık ortak yapımı olan bu animasyon film, 2018’de Oscar’ın “En İyi Animasyon” adayı olmuştur. Loving Vincent, Oscar’ı kazanamamış fakat 30. Avrupa Film Günlerinde “En İyi Animasyon Film” ödülüne lâyık görülmüştür.
Frida (Yön. Julie Taymor, 2002)
Bir kadın yönetmenin elinden çıkan etkileyici bir kadın filmi daha: Frida. Siyasi duruşu ve başarılı eserleriyle neredeyse tüm dünya tarafından tanınan Meksikalı ressam Frida Kahlo’nun hayatı başta sinema olmak üzere pek çok sanat dalında işlenmiştir. Frida’nın yaşadığı ağır trafik kazasına rağmen bacağındaki alçıyı bir tablo gibi kullanarak resim tutkusundan asla vazgeçmemesi filmin temel konusudur. Bunun yanında filmde Frida’nın, kocası Diego Rivera ile olan çalkantılı ilişkisi daha doğrusu Diego’nun Frida’nın sanatı üzerinde kurmaya çalıştığı baskı ve Frida’nın başarılı resimlerinin öne çıkmasına engel olma çabası da işlenmektedir. Bu yönüyle film, kadınların başarılı olmak için daha fazla mücadele etmek zorunda oluşunu gözler önüne sermesi açısından başarılı bir feminist sinema örneği sayılabilir.
Sovyet politikacı Leon Trotsky’yi evlerinde misafir eden Frida ve Diego’nun ilişkisi ortaya çıkan fikir ayrılıkları ve kıskançlık nedeniyle hem siyasi hem de çift olarak daha da bozulmaya başlar. Diego, Frida üzerinde siyasi açıdan da hâkimiyet kurmak ister fakat Frida görüşlerinden taviz vermeyerek kararlı bir duruş sergiler. Frida, bu yönüyle pek çok kadının gururunu okşayacak bir film olma özelliğini taşır. Frida rolündeki Salma Hayek’in performansı oldukça takdir toplamış ve Hayek, ALMA ile Goldene Kamera’da en iyi kadın oyuncu ödüllerinin sahibi olmuştur.
Big Eyes (Yön. Tim Burton, 2014)
Hollywood’un sıra dışı, gotik yönetmeni Tim Burton’ın düşük bütçeli ama başarılı filmi Big Eyes’da erkek bir yönetmenin gözünden başarılı bir kadın hikâyesi gözlemlenmektedir. Film, aslında Margaret Keane tarafından çizilen resimlerin Margaret’in kocasının kendisi çizmiş gibi gösterip pazarlaması üzerinden ilerler. Margaret’in kocası Walter, ağzı iyi laf yapan kurnaz bir pazarlamacıdır. Walter, toplumun kendisine biçtiği erkek rolünün üstünlüğünü de kullanarak Margaret üzerinde baskı uygular ve giderek Margaret’i pasif hale getirir. Maalesef ki hemen hemen her toplumda var olan erkek-kadın hiyerarşisinin eleştirildiği bu filmde, Burton’ın bariz bir şekilde kadın ressam Keane’in tarafında yer alması önem arz etmektedir.
Big Eyes, biyografik film olma özelliğinin yanında psikolojik gerilim öğelerinin de başarıyla işlenmesi ile ilgiyi üzerinde toplamaktadır. Filmin bir diğer çarpıcı yönü ise film için özel olarak Lana Del Rey tarafından yazılmış ve seslendirilmiş olan “Big Eyes” ve “I Can Fly” isimli şarkılardır. Ayrıca film müziklerinde, Burton’ın çoğu filminin de müziklerini yapan Danny Elfman’ın parçaları da yer almaktadır.
Girl With a Pearl Earring (Yön. Peter Weeber, 2003)
Son filmimiz, listedeki diğer filmlerin aksine ana karakteri ünlü bir ressam değil de alt sınıftan bir kadın olduğu için burada yer alması elzem görülmüştür. Girl With a Pearl Earring’in, bu yönüyle, yani sınıfsal açıdan mesajlar içermesi filmi daha dikkat çekici kılmaktadır. Filmi Hollandalı ünlü ressam Johannes Vermeer’in gözünden değil de Vermeer’in evinde hizmetçi olarak çalışan 17 yaşındaki Griet’in gözünden izliyor olmak, filmi farklı kılan özelliklerin başında gelmektedir. Çünkü filmde izleyicilerin kendini ağırlıklı olarak Griet’le özdeşleştirebilme ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Buradan çıkışla filmde, toplumun özellikle de Vermeer’in yaşadığı dönemlerde oldukça elit kabul edilen sanatçılara olan bakışı hissettirilmektedir.
Ayrıca bu filmin sinematografi ve anlatı açısından da oldukça başarılı olduğu belirtilebilir. Özellikle de tıpkı başarılı ressam Vermeer’in tablolarının renk, ışık, dekor, kostüm açısından görsel ziyafet sunması gibi Girl With a Pearl Earring filmi de izleyicilere bu açılardan tam bir görsel ziyafet yaşatmaktadır.