Batı’da bir sınır kasabasına yeni gelen haşin fakat kahraman bir silahşor. Zalim ve çıkar düşkünü, kasabayı tekeline almış, mazluma ettiği eziyet bir türlü bitmeyen kötü adam. Ahlaki ikilemler, kurtarılması gereken kadınlar ve çocuklar, öğle vakti çölün acımasız sıcağında çekilen silahlarla yapılan o düello, geniş açılar ve tamamlanıp bir kenara koyulmuş manevi dersler. Bunlar sevilen ve alışılagelmiş western gelenekleri olmakla beraber, Amerikan tarih ve kültürünün her imgeyle seyircinin bilincinde tekrar yaratıldığı, görsel evrende on yıllardır anlatılan efsanelerin istikrarla sürdürüldüğü bir türün getirisidir. Bu derece öngörülebilen geleneksel kurallar da kırılmaya ve sorgulanmaya oldukça elverişlidir. Bu sene çıkan ve bir şekilde neo-western sayılabilecek olan Sinners (2025), Eddington (2025) ve One Battle After Another (2025) filmlerini izlerken sevip sevmemem dışında farklı bir şeyin daha farkına vardım. Şimdiki zamana kültürel ve politik olarak yetişmenin imkânsız olduğu bir dönemde bunu aceleyle yapmaya çalışmaları, çoğu zaman en büyük hataları oluyor. Geçmişe dönseler bile bunu o kadar kör göze parmak yöntemlerle yapıyorlar ki durup sanatsal bir ifadeye tanıklık etmek yerine seyirci olarak filmin hikâye düzeyinde eleştirdiği ve tepki verdiği şeyleri tartışmak durumunda bırakılıyoruz.
Anti-western ve revizyonist western olarak tanımlanan, Robert Altman’ın McCabe & Mrs Miller (1971) filmi ise bu eleştirileri sinemanın kendi araçlarını anlamlı şekillerde kullanarak yapar: 1900’lerin başında bir sınır kasabasına koyduğu karakterlerine 1970’lerden, Amerikan rüyasının onlarca kez hayal kırıklığı getirmiş olduğu şimdiki zamandan, buruk bir nostalji ile bakar. Bu burukluk filmin her köşesine sinmiş durumdadır. Bunlardan en belirgini ise görüntünün kendisidir. Altman, görüntü yönetmeni Vilmos Zsigmond ile yarattığı estetiği stüdyonun post-prodüksiyon etabında karışamayacağı tek yolla elde ederek kontrolü tamamen onların elinden alır. Film negatifini pozlamadan önce “flash” (yani bir nevi sisleme) yöntemi ile görüntüyü geri dönülemeyecek bir şekilde değiştirerek buğulu, kontrastı azaltan, grenli bir efekt yaratır. Bu efekt baştan itibaren filmin western algısını şekillendirir. Alışılagelmiş kuralları baştan yazacağının sözünü verir.
Robert Altman, Hollywood’a hükmeden ve o sistem tarafından kusursuzlaştırılmış birçok film türüne baş kaldırıp tersyüz etmiş yegâne yönetmenlerden biri olmakla beraber, kullandığı teknikleri ismi altında toplayarak Altmanesque sıfatına layık görülmüş bir yönetmendir. Yönetmenin diğer filmlerinde olduğu gibi burada da hikâyenin kendisi ikinci plana atılır. Sinemasal ifade devam etmekte olan bir hikâyenin asla peşinde değildir; onun başlangıcı ve sonuyla ilgilenmeyen bir yapıya sahiptir. Filmin ve kameranın peşinde olduğu şey, belli bir mekânda ve zamanda sanki rastgele yakalanmış karakterler ve onların hayalleri, kırgınlıkları ve başarısızlıklarıdır. Sözde keskin nişancı fakat aslen kumarbaz olan McCabe karakteri Washington eyaletine geldiğinde tek yapmak istediği şey kazanç getirecek bir eğlence evi kurmaktır. Bu mekâna dahil olacak genelevin başına da iş zekâsı ve becerisi McCabe’den çok daha yükseklerde bir madam olan Mrs Miller gelip McCabe’in projesine ortak olur. Dramatik gerilim bu iki karakter arasında olmaktan çok uzaktır. Hatta normal bir western filminden beklenenin aksine bu gerilim McCabe ve filmin kötü adamı arasında, hatta iyi ve kötü kavramları arasında bile değildir. Sadece bu beklentilerin alt üst edilmesindeki açıklanamayan gizemden ve verilmeyen cevaplardan doğar.
Film, bilinen kurallara karşı çıkan görüntünün ve sesin yarattığı fani imgeler ve hislerle seyircinin bilincinde yerini bulur. Üst üste binmiş, hatta bazen duyulmayan diyaloglar söylenenleri önemsizleştirirken karakterlerin yüzlerindeki ifadeler ve konuşma biçimleri akılda kalır. Görüntülerin zihinde bıraktığı kalıcı izlerin en büyük sorumlusu da bünyesinde Leonard Cohen’den üç şarkı bulunan film müziği olur. Sakin, durağan ve bu açılardan da resimleri anımsatan sahnelerde tekrar edilen bu şarkılar, filmin melankolik ve nostaljik havasına ayrı bir boyut katar. Altman, 1900’lerin başında sınır kasabalarında hayat gerçekten nasıldı sorusunu klişelerden sıyırıp, ümitsizlik ve tamamlanmamışlıkla dolu fakat yine de sıcak olan bir portre çizer. Cohen’in 1971 yılında daha şarkı yazmaya göreceli olarak yeni başladığını düşünürsek, o zamanın seyircisi için bu keşif ve deneyim büyük ihtimalle çok daha heyecan verici olmuştur. Yine de bu şarkılar eşliğinde western anlatısına getirilen bu çağdaş esinti türün geleneklerini sorgular hâldedir. Western filmlerde bolca bulunan destansı, orkestra esintili besteler veya alışılagelmiş halk müziklerinin yerini sözlerin ön planda olduğu Cohen besteleri alır. Bu şarkılar, aynı zamanda da sık sık hikâyenin önüne geçerek sinemasal anlatının ana aracı hâline gelir; anlatının ilerlemesini kesintiye uğratıp seyirciyi nostaljiyle ve asla deneyimlenemeyecek bir geçmişe özlem hisleriyle baş başa bırakır. Bu çoğu zaman eski ve anlaması zor bir resmin önünde dakikalarca durup ona hayranlıkla bakma hissini uyandırır.
Filmin çözüm sekansı ise tüm western klişelerine baş kaldırır yapıdadır. Filmde, iyi ve kötünün öğle vakti, güneş en tepedeyken birbirlerine silah çektikleri ve kasaba insanlarının hepsinin bu kavgaya şahit olduğu o sahne yoktur. Destansı müzikler, vadedilmiş ahlaki çözülüm hiç yoktur. Kasabada herkes can derdindedir, çünkü kasabanın kilisesindeki yangın yayılarak devam etmektedir. O sırada yoğun bir kar yağışı başlamıştır, iyi adamımız McCabe ise peşindeki kötü adamla yüzleşmek yerine ondan kaçıyordur. Mrs Miller hayal kırıklıklarından sonra kasabayı ve McCabe’i terk etmiş, afyon içilen bir mekânda kameranın ötesine bakmakta, gerçekleştiremediği ve gerçekleştiremeyeceği hayallerinin hatırasını uyuşturmaya çalışıyordur. Uzun süren bu kovalamaca sahnesi sonrası kaybeden McCabe olur. Film ise seyirciyi yağmaya devam eden karın içinde yavaş yavaş gömülen McCabe’in görüntüsüyle birkaç dakika baş başa bırakır, yine Cohen eşliğinde. Bu iki karakter arasında gidip gelen paralel kurgu oldukça etkileyici ve alışılagelmedik, hiçbir cevap veya ders vermeyen bir sondur. Durmaya, düşünmeye, hissetmeye alan yaratan bir yapısı vardır. Yazının başında bahsedilen filmler ise birçok olumlu yönlerine rağmen seyirciye bu alanı tanıyan yapıda değillerdir. Hikâyeleri ve kurguları gerçek zaman ile yarış içindedir. Bu bir eleştiriden çok sinemanın şu an içinde olduğu anın, kültürün bir nevi krizde olduğu anın, bir belirtisidir. Sanıyorum ki üst üste çıkan bu filmleri izleyip bunun farkına varmak beni Altman’ın McCabe & Mrs Miller’ına geri döndürdü.
























