(Christopher Nolan’ın ‘Inception’ filmini izlemeden de okuyabilirsiniz belki ama, izleseniz daha iyi olabilir…)
“Nihan, şimdi beni çok iyi dinle. Buradan kurtulmamızın tek bir yolu var. Bilgisayarındaki, kasandaki tüm bilgiler ellerinde. Her an nerede olduğunu öğrenebilirler. Bunlar çok güçlü adamlar. Seni her yerde bulurlar. Bulduklarında da öldürürler. Şimdi o sinemaya kadar koşmamız gerekiyor!”
“Sen de kimsin?!”
“İsmim Saito. Ama bunun önemi yok. O sinemaya ulaşmalıyız!”
Hayatımda gördüğüm en çekici Japon olabilirdi. Ama bu adam kimdi? Neden onunla birlikte bilmediğim bu sokakta bir sinemaya doğru koşmam gerekiyordu? Peşimdeki adamlar da nereden çıkmıştı? Bu saçma sapan oyuna ayak uyduracak değildim!
“Ne sineması ya? Buraya nasıl geldim ben? Adamlar beni her durumda bulacaksa, neden kaçıyoruz? Duralım da öldürsünler madem!”
“Hayır! Burada ölemezsin! Burada ölmemelisin. İnan bana, Limbo’da bulunmak istemezsin. Beni anladın mı?”
“Hayır! Anlamadım!”
Kolumdan tutup beni hızla sokağa doğru çekti. Kurtulmamın imkanı yoktu. Saito ile birlikte koşuyordum. Gideceğimiz sinema her neresiyse, sorularımın cevapları orada olmalıydı. Öyleyse o sinemaya ulaşmalıydım. Var gücümle koşmaya devam ettim. Sinema bir anda tek gerçeğim olmuştu.
Koştuğumuz sırada içimi tuhaf bir his kapladı. Yüksek bir binanın tepesinden düşüyormuşum gibi… Tuhaf his aniden büyüdü ve birden ortalık bembeyaz oldu.
Gözlerimi açtığımda bir odada yerde yatıyordum. Beyaz duvarlı, az mobilyalı, sade ve küçük bir odaydı. Dışardan tatlı bir güneş ışığı, bir küple de kuş cıvıltısı sızıyordu. O an anladım ki odada yalnız değildim. Başımı sağa doğru çevirdim. Saito kısık gözleriyle bana bakıyordu. Paniğe kapıldım. Yattığım yerden hızla doğrularak bağırdım:
“N’oluyo lan?!” Tamam, kabul ediyorum ilk tepkim biraz kabaydı. Ama elimde değildi, şoktaydım.
“Kesinlikle!” diye cevap verdi diğer yanımda ayakta duran sarışın, mavi gözlü adam.
“Ne kesinlikle?”
“No(luyo)lan!” diyerek gülümsedi. Anlamamıştım. Ama gülümsemesi çok tanıdıktı. Onu daha önceden tanıyor gibiydim. Belki bir gemi yolculuğundan…
“Ben Cobb. Aslında… Bana Dom da diyebilirsin.”.
“Dom mu? O nasıl bir isim?”
“Karısının adını duyana kadar bekle…” diyerek bir başkası yürüdü küçük odanın içine doğru: “Selam. Ben Arthur.”.
“Memnun oldum da… Neden buradayım? Hatta, neredeyim? Ve siz kimsiniz?”
“Merak etme,” dedi Dom Cobb, “Bizimle güvendesin. Yalnız, bir süre burada beklemek durumundayız. Yapacak bir şey yok. Yukarıda işlerin yolunda gitmesini umalım…”.
Bilmediğim bir yerde, bilmediğim bir evin küçük bir odasında, kuş cıvıltıları eşliğinde, tanımadığım üç adamla birlikte yerde oturuyordum. Bu işte çok ters bir şeyler vardı. Ama şu anda sorun çıkarmanın alemi yoktu. Oldukça sempatik görünmeye çalışarak, aklıma gelen ilk öneriyi sundum:
“Madem yapacak bir şey yok, bari sinemaya falan gitseydik…”.
Cobb ve Saito birbirlerine bakarak, ortak bir zaferi paylaşıyorlarmış gibi gülümsediler. Kesin bir şeyler dönüyordu! Derken yine o yüksekten düşme hissi içimde aniden devleşiverdi…
Gözlerimi açtım. Karanlıktı. Önümde sıralanmış, arkası bana dönük bir sürü kırmızı koltuk vardı. Sinemadaydım! Aman tanrım, sinemada uyuyakalmıştım! Başımın bir omza yaslı olduğunu birkaç saniye sonra fark ettim. Hemen toparlandım. Kafamı kaldırıp omzun sahibine baktım. Gülümsüyordu. Cobb, Saito ya da Arthur ortalıkta olmadığı için memnundum. Ne saçma bir rüyaydı o öyle. Ben de gülümsedim:
“Kusura bakmayın, ben dalmışım…”
“Önemli değil. Fillerin zıplayamadıklarını biliyor muydun?”
“Filler?” Daha alakasız bir konu açabilir miydi acaba?
“Evet filler. Harika hayvanlardır.”
“Evet de, fillerin bu durumla ne alakası var, anlayamadım.”. Gülümsedim. Ama alaycıydım aslında.
“Alakası yok. Sadece düşündüğümü söyledim.”
“Filleri mi düşünüyorsun şu anda?”
“Evet!”
“Neden?”
“Çünkü birisi bana filleri düşünmememi söylemişti. Merhaba, ben Eames.”
“Nihan. Memnun oldum.”
“Biliyorum!”
Hayır! Hayır hayır! İşte bu olamazdı! Nasıl bir labirentin içine dalmıştım ben böyle?
“King Minos labirenti!” dedi birisi hemen ön sıradan. Yavaşça öne eğildim. Ufak tefek, kumral bir kızdı. İri gözleriyle arkasını dönmüş bana bakıyordu. Elini uzattı:
“Ariadne.”
Mecburen tokalaştık. Hatta ‘memnun oldum’laştık. Gelgelelim ben bu ne olduğu belirsiz işten sıkılmaya başlamıştım artık. Bir anda Ariadne’nin yanında oturan üç kişiye gözüm takıldı. Bunlar Dom, Arthur ve Saito’dan başkası değillerdi. İsyan içimden taştı:
“Peki ama neden? Yani, neden? Tamam, başıma saçma sapan bir şeyler geliyor, anladım. Ama neden sinemadayız?”
Saito yavaşça bana döndü ve yüzünde tuhaf bir Uzak Doğu bilgeliğiyle gülümsedi:
“Çünkü sinema, görebileceğin en muhteşem mucizelerden biridir…”
Yeniden uyandım. Uyanmaktan bıkmış bir halde… Boş bir belediye otobüsünün içindeydim şimdi. Ama etrafta gördüklerim tanıdıktı. Evimin yolundaydım. Bir an hafızamı yokladım, otobüse binişimi, öncesinde çıktığım toplantıyı, her şeyi hatırlıyordum. Yanımda esmer, kıvırcık saçlı bir adam oturuyordu. Endişeli bir ifadeyle bana bakıyordu. İkimizden başka kimse yoktu otobüste.
“Uyuyakaldınız. İneceğiniz durağı kaçırmadınız umarım?”
“Hayır. Hayır kaçırmadım. Son durakta ineceğim, teşekkürler.”
“Filler hakkında bir şeyler sayıkladınız.”
“Evet, tuhaf bir rüya gördüm de…”
Bu sırada ayağa kalktı ve şoföre durakta ineceğini bildiren düğmeye bastı. Elindeki metal görünümlü büyükçe evrak çantasıyla otobüsün açılan kapısına doğru yürürken yeniden bana döndü. Gülümseyerek:
“Bazen rüyaların peşinden gitmek gerekir. Yusuf demişti, dersiniz…” dedi ve hızlı adımlarla otobüsten indi.
Eve vardığımda aklım allak bullaktı. Boş sokaklar, kuş sesleri, sinema salonları, tuhaf isimli insanlar, Japonlar… Karışık rüyalar görebilmek konusunda yetenekli olduğumu biliyordum, ancak bu denli bir karmaşanın içinde bulmamıştım şimdiye kadar kendimi. İşin ilginç yanı ise rüyamda gördüklerimi net olarak hatırlayamıyordum. Zihnimde bariz olan yalnızca iki şey vardı: Sinema ve Filler… Yusuf söylediğinde haklı mıydı acaba? Rüyaların peşinden gitmek gerekir miydi? Ben bu rüyanın peşinden gitmek istesem, nereye kadar gidebilecektim?
Yani sinema ve fillerin nasıl bir ortak noktası olabilirdi ki?