“Filmler de insanlar gibi… Onlar da yolculuk ediyor, bir yerden bir yere gidiyorlar. Ve kimi daha iyi anlaşılıyor, daha çok seviliyor, kimi yerinde sayıyor, kimi ise ilk günkü nefasetini koruyamıyor, özelliğini kaybediyor.”
Kendisini her şeyden önce bir ‘’sinemasever’’ olarak tanımlayan ve hazırladığı sinema programlarıyla Türk televizyonlarında önemli bir boşluğu dolduran sinema yazarı Cem Altınsaray ile kariyerinin ilk günlerinden başlayarak dolu dolu bir söyleşi yaptık. Sosyal medya – sinema ilişkisinden, basın ve dergicilikten, aşık olunan filmlerden, sinemayı tutkuyla sevmekten konuştuk…
Öncelikle sizi daha yakından tanımak isteyen sinemaseverler için kendinizden ve sinemayla olan ilişkinizden biraz bahseder misiniz?
Sinemayla olan ilişkim çocukluk yıllarına kadar gidiyor, çok küçük yaşlardan beri severek ilgilendiğim bir konu sinema. İlkokul 3. sınıfta tüm zamanların en iyi 10 filmi gibi bir liste yaptığımı hatırlıyorum. Listenin birinci sırasında beni en çok hüzünlendiren film Bonnie and Clyde’ın (1967) yer aldığını… O zamanlar şimdiki gibi herkesle paylaşabildiğim bir ilgi alanı değildi sinema. Belki bir tek babamla. Lise çağında sayısalım kuvvetli olduğu için en ideal hedef mühendislikti. Makina Mühendisliği okudum hal böyle olunca. Bu bölümde okurken tamamen tesadüfî bir şekilde okuru olduğum bir dergide, Negatif dergisinde yazmaya başladım. Milliyet dergi grubundan çıkıyordu dergi ve tam zamanlı olarak işe aldılar beni. İlk gün masasına oturduğum redaktör kadın,“basına bir kez girdin mi bir daha çıkamazsın” demişti. Öyle de oldu. Başta ne yazmamı istiyorlarsa onu yazıyordum. Röportajlar, müzik ve sinema sayfaları, kültür-sanat yazıları. Giderek kendi istediğim şeyleri yazabileceğim bir ortam oluştu. Çok geçmeden Hürriyet bünyesinde hazırlanan Sinerama dergisinin ekibine katılıp artık iyiden iyiye sinema üzerine yazmaya başladım. Bir süre sonra da kendimi Sinema dergisinin yazı işleri müdürü olarak buldum, SİYAD üyesi oldum ve başım da sinemayla bağlanmış oldu.
2001’de bir “Uzay Yolu Macerası” şeklinde yaptığım Hindistan seyahatinden sonra yazarlığın yanına televizyon eklendi. Televizyonda haftalık bir sinema programı için hem danışmanlık hem metin yazarlığı hem sunuculuk yaptım ve aralıksız 7 yıl sürdü bu program. Ondan beri de kendim görünmesem de sürdürüyorum televizyona sinema programları hazırlamayı. Yine Empire, Arka Pencere gibi kimi sinema dergilerini çıkaran ekiplerde yer aldım. İki yıl kadar önce de sinema yazarı-yönetmen arkadaşlarım Talip Ertürk ve Murat Emir Eren ile birlikte senaryolar yazmaya koyulduk. Hâlihazırda severek devam ettiğimiz yeni bir süreç daha başlamış oldu böylece benim için.
Şu an bulunduğunuz nokta daha çok rastlantıların etkisiyle mi şekillendi yoksa planlı/programlı bir süreci mi geride bıraktınız? Tesadüflerin etkisi ne oranda oldu?
Tesadüflerin etkisi azımsanamayacak kadar fazla oldu aslında. Hiçbir zaman ben yazıp çizeceğim gibi hedefler koymadım kendime. Ne bir hayal ne de plan dahilinde gelişti olaylar. Basına adım atmadan bir gün önce gelip sorsanız olacaklar aklımın ucundan bile geçmiyordu muhtemelen. Biraz da cesaretle, önüme çıkan fırsatları değerlendirdim sadece.
İlk yazımı bitirdiğimde Duygu Asena,“Bunu sen mi yazdın?” dedi. “Evet” dedim. “Bu başlığı sen mi attın?” dedi. “Evet” dedim. İkna olmamış bir şekilde, “Emin misin?” diye yineledi. Bunun üzerine, “İsterseniz bir tane daha atayım?” dedim. Yüzündeki ciddi ifade kocaman bir gülümsemeye bıraktı yerini. Benim de profesyonel yazarlık kariyerim başlamış oldu böylelikle. Bu dönemde Sevin Okyay, Alin Taşçıyan, Tuna Erdem, Yıldırım Türker, Murathan Mungan gibi isimlerin beni cesaretlendirmesi de etkili oldu tabii. Özetlersek, olaylar lehime gelişti ve sevdiğim şeylerle uğraşarak hayatımı kazanmak imkanı elde ettim.
Sinemaya tutkuyla bağlı olan, işin kamera arkasını da merak eden insanların geçtiği sinemasal bir eşik olduğuna inanıyorum. Sizin hayatınızda bu kategoride değerlendirebileceğiniz, sinemaya olan bakışınızı kırılmaya uğratan bir film oldu mu?
“Önemli olan duygudur” der Robert Bresson. “Anlamak da önemlidir ama duygu daha önemlidir” der. Ben de belli bir yaşa kadar arsız bir iştahla ve çok da seçici olmadan ne buldumsa izledim… Aynı anda Wim Wenders gibi gerçek bir sinema entelektüelinin az bilinen filmlerinden Until The End of the World’e de (1991) kopabiliyordum, Pretty Woman’a da (1990). Filmlerle ilişkimde duygular ön plandaydı hep. Benim gerçekten düşünmemi tetikleyen ve anlamak ihtiyacını duyguların önüne geçiren film bir Kieslowski yapıtı oldu. ‘94 senesinde Alkazar sinemasında Three Colors: Blue’yu (1993) izledim ve hayatımda ilk defa bir filmle ilgili düşündüklerimi yazma ihtiyacı hissettim. Yazdım da… Benim için özel bir yazıdır ve hala bir köşede saklarım. Bu filmin benim açımdan kastettiğin türden bir eşik olduğunu rahatça söyleyebilirim.
Düzenli aralıklarla yeniden izlediğiniz, ilk defa görüyormuşçasına içinde yitip gittiğiniz filmler hangileri?
Blade Runner (1982) hayatta en çok izlediğim film. Çok mutlu ya da mutsuz olduğumda kaçtığım bir dünya gibi, sayısız kez izledim ama her seferinde bir şey daha görüyorum sanki. Son on yıldan, Koreli yönetmen Bong-Joon Ho’nun Salinui Chueok (2003) diye bir filmi var. Tekrar tekrar izlemekten büyük zevk alıyorum. Julio Medem’in Sex and Lucia (2001) filmi de böyle. İyi filmler canlı gibi, yaşıyor, nefes alıp veriyorlar adeta. Her buluşmada yeniden keşfediyorsun onları.
Geçtiğimiz birkaç yıl içinde izlediğiniz filmlerden, “Bu film yıllar sonra sinema tarihinde çok daha önemli bir konuma erişecek, hak ettiği ilgiyi henüz görmedi,” dediğiniz bir film var mı?
İlkini #hergünbirfilm’de de önermiştim, Arjantinli kadın yönetmen Lucrecia Martel’in son on yılda yaptığı iki ayrı film, La ciénaga (2001) ve La mujer sin cabeza (2008) 2000’lerde çekilmiş çok önemli iki başyapıt benim için. Yepyeni bir anlatım dilinin izini süren ve hem bilince hem bilinçaltına bambaşka şekilde dokunan filmler her ikisi de. Seyirci bu iki filmi büyük ölçüde es geçtiyse de on yıl sonra çok ayrıcalıklı bir konuma yükseleceklerini iddia edemem. Ama olabiliyor. En sevdiğim filmden gidersem, Blade Runner ilk çıktığı zaman sırtüstü çakılıyor. Neredeyse kimse anlamıyor filmi. Video ve sonrasında internet kültürü sayesinde, ki kurgusunun yenilenmesi de bunlardan bağımsız değildir, zaman içerisinde sinema tarihinin en saygı duyulan filmlerinden birine dönüşüyor. Bir başyapıt olarak kabul ediliyor. Sight &, Sound’un gelmiş geçmiş en iyi yüz film listesinde yükseliyor şimdi ve daha da yükselecek. Yönetmeni de dahil olmak üzere ikinci kez kimsenin tekrarlayamayacağı bir başarı. Sinema nihayet ekip işi ve Hitchcock gibi bir sinema tanrısı bile en güçlü filmlerini yanında en doğru insanların olduğu, onu en iyi anlayan insanlarla çalıştığı dönemde yapmış. Blade Runner da yapım tasarımcısından müzisyenine, oyuncusundan sanat ekibine, olağanüstü bir kadronun bir araya gelmesi ve herkesin kariyerinin en iyi işine imza atmasıyla ortaya çıkmış bir eser. Filmler de insanlar gibi… Onlar da yolculuk ediyor, bir yerden bir yere gidiyorlar. Ve kimi daha iyi anlaşılıyor, daha çok seviliyor, kimi yerinde sayıyor, kimi ise ilk günkü nefasetini koruyamıyor, özelliğini kaybediyor.
Sinemaya dair bir meslekle uğraşanlar genelde bu tür sorulara yanıt vermekten çok hoşlanmazlar. Ama karşımdaki isim Cem Altınsaray olunca bunu sormamak olmaz: En iyiden ya da başarılıdan ziyade, sizin için en özel film, yönetmen ve oyuncular hangileri?
Bütün bu soruların hepsini aynı netlikte cevaplamak mümkün değil esasında. Çünkü birçok şey gibi zaman içinde bu soruların yanıtları da değişebiliyor. En sevdiğim film hiçbir zaman değişmiyor: Blade Runner (1982). Ama onu takip edenler sürekli değişebiliyor örneğin. Sanırım oyuncularla başlamak daha kolay olacak. Hayatta en sevdiğim oyuncu Cary Grant. Onu Marcello Mastroianni ve Harrison Ford takip ediyor. Alain Delon’a da ayrı bir muhabbet beslediğimi söylemek durumundayım. Kadın oyuncularda ise Faye Dunaway’in çok büyük bir hayranıyım. Ingrid Bergman, Guilietta Masina, Bette Davis hemen aklıma gelen isimler. En sevdiğim yönetmense şüphesiz Alfred Hitchcock. O sinemaya dair pek çok şeyi herkesten önce öngörmüş ve birçoğunu gerçekleştirmiş bir isim. Hazine gibi bir külliyatı, hala keşfedilmeyi bekleyen filmleri var. Chaplin’den başlayarak sinema sanatına çok büyük katkılar yapmış isimler mevcut. Belki de belirli bir çizginin ötesine geçmiş isimleri kıyaslamak doğru değil, ne Kurosava Bergman’dan büyük, ne Godard Fellini’den… Yine de benim hem en önemli gördüğüm hem en sevdiğim yaratıcı her daim Hitchcock.
Bette Davis’ı anmışken, What Ever Happened to Baby Jane? (1962), ismini her zaman duyduğum ve izlemek için bir köşede tuttuğum filmlerden biriydi, ancak karşısına geçip izlemem sizin Twitter’da başlatmış olduğunuz #hergünbirfilm’de bu filmi önerdiğiniz gün gerçekleşti. Müthiş bir filmin yanı sıra, bulabildiğim tüm filmlerini teker teker izlediğim, benim için çok özel bir oyuncu haline gelen Bette Davis’ı da getirmişti bana bu öneri. Bu bakımdan insanları filmlerle buluşturmanın, filmlerin kendileriyle sınırlı olmayan bir sinema kapısı araladığını düşünüyorum.
Sinemanın içimizdeki sevme güdüsüyle ilgili nefis bir egzersiz aracı olduğunu göstermek istedim #hergünbirfilm’le. Türleri, dönemleri, ülkeleri, yönetmen ve oyuncuları, hikaye ve karakterleri, müzikleri, sayısız şeyi sevmek, hepsini birden kucaklamak fırsatı veren sonsuz bir evren gibi sinema. Belli bir türe, döneme ya da ülke sinemasına sırt çevirmek, sinemayla eksik ve de hatalı bir ilişki kurmak oluyor diye düşünüyorum. Maalesef bugün sinemaya meraklı ancak sinema kültürü 90’lardan geriye gitmeyen sayısız genç insan var. Siyah-beyaz film izleyemiyorlar. Alışık oldukları tür, dönem ve ülkelerin dışından bir filmle karşılaşınca burun kıvırıyorlar. Diyelim ki 20’lerde yapılmış ancak bugün bile vuruculuğundan hiçbir şey kaybetmemiş ne filmler var oysa. Tarihin dehlizlerinde ne cevherler var. Hepsi orada öylece duruyor, henüz görmediğimiz rüyalar gibi bekliyorlar. Tek yapmamız gereken dönüp bakmak. Her gün bir film önerirken bu zenginliği vurgulamaya çalıştım aslında.
O bahsettiğimiz, sinemaya artık yeni bir gözle bakmamızı sağlayan eşik biraz da burada saklı. Filmlerin, karakterlerin izleyicide oluşturduğu yansımalar, büyülenmeler henüz keşfedilmemiş bir türde ya da dönemde keşfedilmeyi bekliyor belki. Kimi için mesafeli yaklaşılan siyah beyaz bir filmde, kimi için tanışılmamış bir kültürde şekillenmiş ülke sineması örneklerinde… Önyargıları merakla kırıp “o” filmi arayıp bulmakla nihayetlenebiliyor bu süreç.
Peki Nasıl başladı #hergünbirfilm? Bir süre için son vermiştiniz ancak yakın dönemde yeniden başlayacaksınız sanıyorum?
Aşağı yukarı bir yıl önceydi. Twitter hesabı açalı çok olmamıştı. Bir an neden olmasın dedim ve böyle bir işe kalkıştım. Anlık seçimlerle her gün bir film önermeye başladım. Yoğun bir ilgi görünce devam ettim. Ha 100 gün boyunca gideceğini ben de hesap edemedim. Üç-beş kişide biraz olsun merak uyandırabilirsem ne ala gibi bir düşünceyle başladığım bir şeydi ve 100 günün sonunda ara vermek istedim. Dediğim gibi bu filmler tıpkı insanlar gibi orada bir yerlerde duruyor. Onları bir araya getirmek istedim ve bir ölçüde becerdim. Epey hayır duası aldığımı söyleyebilirim. İstanbul Film Festivali’nden sonra yeniden başlama sözü verdim. #hergünbirfilm’de ikinci yüz filmin eli kulağında yani.
Bu uygulama aslında sosyal medyanın kullanımı açısından da güzel bir örnek teşkil etti. Bu bağlamda sosyal medya ve sinema ilişkisini nasıl değerlendiriyor ve sinema yazarları açısından ne tür etkiler doğurduğunu düşünüyorsunuz?
İnternet başta okuma alışkanlığımız olmak üzere birçok alışkanlığımızı değiştirdi. Sinema yazarlığı dediğimiz şey sinemayla ilgili olduğu kadar, hatta ondan da önce, yazmakla ilgili. Sinema üzerine yazabildiğimiz gazete sayfaları daralıp, dergiler kapandıkça, yani hareket alanımız kısıtlandıkça internete kaymak kaçınılmaz hale geldi. Tercihten ziyade zorunluluk söz konusu yani. Esas olan okura ulaşmak ve bunun için internette olmamız gerekiyorsa internette olacağız tabii. İyi tarafı, bilgiye ulaşmak artık daha kolay. Keza kısa sürede daha çok insana ulaşma imkanı da var. Kötü tarafı ise, burada ulaşabildiğin yahut paylaşabildiğin bilginin derinlikten yoksun olması. Matbu olanla aynı hacimde, derinlikte fikir üretmene asla olanak tanımaması. Zaman çok değerli, hayat çok hızlı. Fast food mantığı günlük hayatı topyekûn etkisi altına aldı. Artık kültür de tüketimin bir parçası.
Online sinema dergisi Arka Pencere’nin kurucu ekibinde siz de yer alıyorsunuz. O da bu tecrübelerin, bu teknolojik gelişmelerin yarattığı değişimlerin bir sonucu olarak mı doğdu?
Çekirdek kadro yıllarca sinema üzerine kalem oynatmış isimlerden oluşuyor. Hepsi çeşitli yayın gruplarında, gazetelerde, dergilerde emek emek yazmış, ancak az önce bahsettiğimiz sorunlar yüzünden elleriyle büyüttükleri köşelerini, dergilerini bırakmak, ceketlerini alıp çıkmak durumunda kalmış yazarlar. Yarın yine Empire gibi bir iş önümüze gelse biz yine dünyanın en önemli işi gibi gecemizi gündüzümüze katarak çalışsak yine bir yerde takılacak. Bu sorunu nasıl aşarız diye düşünürken bizzat yayının sahibi olma ve yayını internet üzerinden yapma fikri çıktı ortaya. Buna karar verdikten sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi. Nasıl bir konseptten yola çıkacağımızı düşünmeye kaldı iş.
Ben o sıra Hitchcock’un François Truffaut ile yaptığı nehir–söyleşi’yi genişletilmiş orijinal baskısından okuyordum. Hitchcock okyanusunda kaybolmuş vaziyetteydim. Bir yandan Hitchcock üzerine okuyor bir yandan bütün filmlerini baştan izliyordum. Hitchcock diye atladım. Herkesin çok sıcak baktığı bir fikir oldu Alfred Hitchcock sinemasını temel almak. Teknik açıdan da işimizi kolaylaştıracak bir tercih olduğunu gördük.Derginin adından başlayarak tüm bölüm başlıklarını Hitchcock filmlerinin Türkçe isimlerinden seçtik. Bir çeşit oyun gibi oldu bizim için ve çok da eğlendik. Hem bizim Hitchcock sevgimizi daha doya doya yaşamamızı hem de bunu insanlara bulaştırmamızı sağlayan bir proje oldu. Geçenlerde Twitter üzerinden “bu benim sinemam dediğin filmleri kim çekiyor? kim senin yönetmenin? tek isim?’’ nevinden bir soru sorduğumda en çok Alfred Hitchcock cevabı geldi. Kubrick konseptli bir dergi yapsaydık bu kadar ağırlık kazanmazdı Hitchcock ismi, Stanley Kubrick göğüslerdi ipi hatta. Kim bilir…
Kubrick’i seçmiş olsaydınız bölümlerin başlıklarına isim seçerken bu kadar şanslı olmazdınız muhtemelen.
Haklısın, artık Hitchcock nasıl bir filmografiye imza attıysa bir bölüme isim seçerken üç isim arasında kaldığımız bile oldu.
Yine sosyal medyayla bağlantılı olarak günümüzde sinema yazarlığı nispeten popüler bir meslek haline geldi. Özellikle sosyal medya kanallarıyla bu yönde bir girişimde bulunmak ve sizi takip edecek bir kitle oluşturmak eskiye kıyasla çok daha kolay. Sinema yazarı olmayı, bu mesleğe dair bir şeyler yapmayı arzulayan birçok arkadaşımız var. Ancak bir taraftan da tartışmaya açık bir rağbet bu. Bu girişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin Tersninja.com’da sinema yazmak için okunması gereken 8 kitap başlıklı bir yazı yayımlandı yakın zaman önce. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben sinema yazarlığına başlamadan önce öyle çok özel sekiz kitap falan okumadım. Belki 18 tane kitap okudum ama gelişigüzel kitaplardı bunlar. Benim bir anda sinema üzerine yazmaya başlayıp bir süre sonra sinema yazarı payesi almam o güne mahsus bir olay değil. Bugün de bu şekilde sinema yazarı olunabilir. Hatta şimdi daha demokratik bir ortam var fikirlerini paylaşabilmek bakımından. Konu ne olursa olsun yaptığın işin hakkını verdiğin nispette karşılık buluyorsun. Bu yüzden sinema üzerine yazan çok sayıda insan olması kesinlikle bir sorun değil. Bu işi severek ve özveriyle yıllara yayarak başarılı bir şekilde yapanlar zaten kendilerini sinema yazarı olarak kabul ettireceklerdir. Bunun karşısında kimse duramaz. Dolayısıyla sinema yazarlığı uğraşını belli isimlere emanet etmek, yahut keskin kriterlerle bağlamak bana doğru gelmiyor. Kimsenin isimlerini bilmediği gencecik insanlardan oluşan bir ekiple yola çıkan ve bugün ülkenin en önemli yayınlarından biri belki birincisi konumuna ulaşan Altyazı dergisi harika bir örnektir.
Ancak şunu da eklemek gerekir ki, herkesin sinema yazarlığıyla geçinebileceğini söylemek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Sinema yazarlığını maddi manevi çok da fazla beklenti taşımadan yapılan ikinci bir iş gibi düşünmekte fayda var. Sinema yazarı olmak isteyen gençleri cesaretlendirmeye çalışırım, ancak bunu bir meslek gibi görmemeleri gerektiği konusunda da baştan uyarırım.
Sinemayı bütün olarak sevdiğinizi biliyorum ama klasik dönem Hollywood filmlerine ve sanatçılarına sizinle ayrı bir parantez açabiliriz sanırım. Bu dönemin sihrini, atmosferini nasıl tanımlıyorsunuz?
Buna dair birçok şey söylemek mümkün. Kapitalizmle birlikte, Hollywood’un gün günden büyümesi ve paranın en önemli kriter olduğu bir endüstri haline gelmesi kaçınılmazdı. Oysa o klasik filmler bugüne kıyasla o kadar düşük maliyetlere çekiliyor, yıldız sistemini oluşturan oyuncular o denli düşük ücretlere çalışıyorlardı ki dönemin kendine has bir masumiyeti, içtenliği vardı. Yaratıcılık da o nispette ön plandaydı. Her şey ticarete dönüştüğü için o eski tadı çok ender yaşayabiliyoruz artık. Öte yandan, sinema sanatını hikaye anlatma sanatı olarak düşünürsek anlatılabilecek hikayelerin hemen hepsinin halihazırda anlatıldığına değinmek mümkün, yeni ve özgün bir hikaye bugün çok nadir önümüze geliyor. 40’lar, 50’ler sinemacılar için bu yönden de çok avantajlıydı. Kendi hesabıma, dönemin Amerikan filmlerinden aldığım hazzı çok az şeyden alabiliyorum.
Benim ve benim jenerasyonumdan insanların bir şansı da televizyondaki sinema kuşakları sayesinde bu klasik filmleri doğru ve güzel tanıtımlarla izleme imkanı bulmuş olmamız. Atilla Dorsay’ın, Rekin Teksoy’un, Vecdi Sayar’ın, vb. hazırladığı sinema kuşakları sayesinde çok önemli filmlerle tanıştık. Şimdi hepsi elimizin altında, ulaşması her zamankinden daha kolay. Ne var ki özel bir merak istiyor artık bu filmlerle buluşmak…
Çeşitli yayın kuruluşlarında önemli pozisyonlarda görev aldıktan sonra 2001 yılında gerçekleştirdiğiniz, konuşmamızın başında da kısaca değindiğiniz bir Hindistan seyahatiniz var. Bu sinemasal bir deneyim miydi? Yoksa bambaşka bir yolculuk mu?
Madem özel bir şey soruyorsun özel bir şey söyleyeceğim o zaman. Her şeyden, kendimizden bile sıkıldığımız ve kaçmak istediğimiz haller olur. Bir çeşit delirme gibi. Hemen herkes yaşar bu türden bir şeyi, işte kimisi de bu konuda bir şey yapar. O günün şartlarında kurulu bir düzenin içinde böyle bir karar aldım ve yaşadığım şehirden, yaptığım işten, etrafımdaki insanlardan, giderek kendim olmaktan uygun adım uzaklaştım. Özetle kaçtım. Ani bir kararla ve kara yoluyla Hindistan’a gittim. Hayatın kendisinin sinema olduğuna dair o genel söylemi de daha önce hiç olmadığı kadar dolaysız bir şekilde deneyimledim. Gittiğim, gördüğüm her yerde çok özel ve unutulmaz birtakım hadiselerin içinde buldum kendimi. Sanki her şey önceden planlanmış gibi. İran, Pakistan, Hindistan… Üzerinden 12 yıl geçti ancak hala hayatımın önemli bir parçası bu süreç ve hakikaten dün gibi. İran’da ülkenin en büyük film festivali olan Fecir Film Festivali’ne denk geldim. Festivalin açılış gecesi, bizim Emek Sineması gibi görkemli bir sinema salonun önündeki uzun kuyruğun önüne geçip Uluslararası Sinema Yazarları Derneği (Fipresci) ibareli meslek kartımı cama yapıştırıp sinema yazarı olduğumu ilan ettim ve beni içeri alıp protokol sırasına yerleştirdiler. İki gün boyunca film izleme şansım oldu. Çok zarif davrandılar, çok güzel ağırladılar. İran devlet televizyonuna festivale ve filmlere dair röportaj bile verdim. Aynı şekilde Hindistan’da dört saatlik filmleri 2000 kişiye yakın bir kabalıkla birlikte izlemek gibi eşsiz deneyimler yaşadım. Biraz daha zamanım olsaydı bir Hint filmindeki o meşhur koreografilerden birinde yer alacaktım… Daha uzun süre kalmaya niyetlenirken İstanbul Film Festivali’nin o güne kadarki en genç jüri üyesi olmak için Türkiye’ye çağırıldım ve aylar sonra havaalında buldum kendimi. Kendimi kaybettim, sonra da buldum yani.
Empire da bu dönüş sürecine tekabül ediyor sanırım. Sinema dergiciliğinde dünya genelinde bir üne sahip olan Empire’ın Türkçe sayıları için yazı işleri müdürlüğü yaptınız. Ancak Empire’ın bile Türkiye serüveni çok uzun olamadı, mevcut matbu dergilerimizin geleceği umut verici mi?
Yok, hiç değil. Az önce de söylediğim gibi okuma alışkanlıklarımız olduğu gibi değişti. İnternet dediğimiz şeyin hayatımıza getirdiği en büyük yenilik hiper metin anlayışı oldu. Yani internette karşımıza gelen bir metnin içindeki bağlantılara tıklayarak metinler arasında dolaşmayı öğrendik. Bir yandan tanrısal bir şey bu, neye istersek bakabiliyoruz, bir yandan da hiçbir şeyi baştan sona okumuyoruz. Okuyamıyoruz. Kurbağa gibi oradan oraya sıçrıyoruz. Kafka insanoğlunun en büyük iki günahı üşengeçlik ve sabırsızlık diyor, diğer bütün günahların bu ikisinden doğduğunu öne sürüyor. O kadar üşengeç ve sabırsız mahluklara dönüştük ki hepimiz günahkarız artık.
Empire yıllarca hakları alınmak istenilen bir dergiydi ülkemizde ve Türkçe edisyonunun yapılmış olması çok büyük bir başarı, zira bir İngiliz dergisi olan Empire Avrupa’da İngiltere’den sonra ilk kez Türkiye’de yayınlandı. Zaman içinde güçlenen iyi bir ekiple yola çıktık. Yaklaşık iki yıl süren bir serüvendi. Satış rakamları beklenenin çok altında olmadı hiç, yerlerde sürünmedi hiçbir zaman. Fakat önemli olan, ne kadar ilan alabildiğiniz oluyor bir yerden sonra. Öyle ki bir derginin reklam departmanı ne kadar iyi çalışıyorsa derginin devamlılığı da o kadar garantiye alınmış oluyor. Dergi yönetimleri, icra kurulları bunları gözden geçirerek birden kapatma kararı alabiliyor. Empire kemik bir okur kitlesi ortaya çıkmışken kapandığı için üzülmemek elde değil. Benim bugüne kadar çalıştığım dergiler içinde tek ayakta kalan dergi Sinema dergisi oldu. Nazar boncuğu gibi.
Sinema Dergisi Türk sinemaseverin fazlaca sahiplendiği bir övünç kaynağı bir bakıma, başarısı tekrar edilemeyen çok önemli bir örnek. Peki sinema dergiciliğinde tablo bu kadar karanlıkken sinema içerikli TV programları için ne demeli? Aynı güçlükler onlar için de geçerli. Daha önce Trt kanallarında Sinema Rehberi, Sinema 7, Ve Sinema gibi uzun soluklu sinema programları hazırladınız. Şimdi ise Sinefil ile bu düsturu devam ettiriyorsunuz. Diğer programlardan farklı olarak Sinefil’de vizyon filmlerine yer vermiyorsunuz. Bu aynı zamanda bir risk hiç kuşkusuz.
Sinefil benim hep hayalini kurduğum türden bir programdı. Proje, yapımcım Aylin Çetinkaya’ya ait. O benim önüme böyle bir şeyle gelince ben de hayalimi gerçekleştirme imkanı buldum. Sinema kültürü üzerine söz söyleyebileceğimiz, her konuya serbestçe değinebileceğimiz bir program yapmaktı amaç. Sinefil’le bu imkanı bulduk. Woody Allen’ın takıntılarından Alfred Hitchcock’un sarışınlarına kadar pek çok farklı konuya değinebiliyoruz Sinefil’le. İyi bir ekibimiz var. Bugüne kadar en severek yaptığım program olduğunu söyleyebilirim. Daha değinmek istediğimiz pek çok konu var. Her zaman değerli gördüğüm şeyi orada da ön planda tutuyorum, çokbilmişlik taslamadan bildiğimiz bir şeyi insanlarla paylaşmak. Üç-beş kişi bir filmi, bir yönetmeni, bir oyuncuyu, bir türü, bir ülke sinemasını merak etse ne ala diyoruz yine. Dolayısıyla çok kafa şişirmemeye çalışarak, eğlenceli olmayı da gözden kaçırmadan 20 dakikalık bir program yapıyoruz. İnşallah sezon sonuna kadar devam edecek. Önümüzdeki sezon ne olacak, bekleyip göreceğiz. Devam etmesini diliyorum tabii.
Üzerine saatlerce konuşulabilecek konseptleri bu kadar kısa süreye ve bu kadar dolu dolu sığdırmayı başarmak her şeyden önce kuvvetli bir sinema tarihi bilgisi gerektiriyor olmalı?
Açıkçası ben bile bölümleri hazırlarken yeni şeyler öğreniyorum. Ulaştığım bilgilerin, yazmak istediklerimin çoğuna yer veremiyorum süre kısıtı dolayısıyla. Bir farkındalık yaratmak, bir merak uyandırmak ve o yirmi dakikayı izleyenlere hoşça vakit geçirebilecekleri bir halde sunmak gibi üç ana kriterden yola çıkıyoruz. Konuları seçip yapımcımla paylaşıyorum, kendim de görmek isteyeceğim şeylerden hareket ediyorum genellikle. Programda konuk bölümü de olduğu için 20 dakikada her şeyin üzerinden geçemiyorsun, belli şeyler dışarıda kalıyor ama yapacak bir şey yok, televizyonun doğası bu.
Sinefil’in içeriğinde vizyondaki filmlere yer verilmiyor. Fil’m Hafızası da internet tabanında benzer bir misyonla yol alıyor. Fil’m Hafızası’yla ilgili görüşleriniz nedir?
Benim en değer verdiğim şey, hep tekrarladığım üzere, merak! Bir grup meraklı insan görüyorum karşımda ki her şeyden önce bu açıdan kıymetli bu girişim. Kısa bir zaman önce haberim oldu Fil’m Hafızası’ndan ve orada oldukça ciddi bir çabayla, çabadan öte iyi bir etkileşimle, doğru bir sosyal yaklaşımla karşılaştım. Şimdiden çok fazla insana ulaşmış olmanız çok önemli. Gösterdiğiniz özveri de bir o kadar kıymetli. Öyle hadi yap denince yapılacak şeyler değil bunlar. Adanmışlık gerekli. Zamanla daha çok insanı bizzat işin içine çekerek yol alıyor olmak Fil’m Hafızası’nı daha doğru ve etkili bir noktaya taşıyacaktır eminim.
Sinefil demişken… Fil’m Hafızası olarak bizim de çok sevdiğimiz ve kendimizi tanımlarken sık sık başvurduğumuz bir kelime bu. Bu kavramı en doğru tanımlayacak kişilerden biri sizsiniz bence.
Aslında ben daha çok sinemasever kavramını tercih ederim ve benden ne zaman bir özgeçmiş istense metnin sonunda yaptığım işle ilişkimin en başta sinemaseverliğe dayandığını belirtirim. Bunun bir uzantısı olan “sinefillik” kavramı üzerinden gidersek, biraz ifrata kaçarak, sevmenin ötesinde delice, manyakça bir tutkuyla sinemayla ilgilenme ve film izleme eylemini gündelik hayattaki her şeyin önüne koyma hali diyebiliriz. Bir gerçek hayat var… Bir sürü sorumluluklar, görevler, vb… Bir de hayatın içinde kaçtığımız noktalar, birtakım kapılar var. Sinema da bu kaçış noktalarının birincisi. Kendi gerçekliğimizden ve kendimizden en kolay ayrılabildiğimiz bir kapı. Dolayısıyla sinefil insanı, hayalci tarafı gerçekçi tarafına ağır basan kişi olarak tanımlamak da mümkün.
Tüm konuştuklarımız üzerinden sinemaseverler için son olarak ne söylemek ister, ne tavsiye verirdiniz?
Konu sinema olunca tavsiye edebileceğim tek şey bir şey var. O da DVD’lere, Blu-Ray’lere, box set’lere vb. araba yüküyle para yatırıp, birbirinden şık arşivler yapmak değil tabii ki.
Film izlemek!
Ne kadar çok film görür, sevdiğimiz filmleri ne kadar sık izlersek, o kadar gerçek sahibi oluruz görüp izlediklerimizin…
Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Yalnızca bir söyleşi değil, sinema üzerine usturuplu bir sevgi hikâyesi oldu bu sohbet. Okuyucularımızın da aynı tadı alacaklarına şüphe yok.
Ben teşekkür ederim Soner. Benim için de zevkti.