Bu yazı, festival izlenimi olsa da esasen ülkemizde bağımsız sinema direnişini farklı mecralardan destekleme derdiyle yazılmıştır.
Kapalı Gişe: Türkiye’de Tekelleşen Film Dağıtımı, fikri Sivas (2014) filminin yönetmeni Kaan Müjdeci’ye ait, Türkiye’de sinema sektörünün tekelleşmesini anlatan bir belgesel. Aslında, belgeselden ziyade sektöre ilişkin güncel verilerin sunulduğu bir röportajlar videosu denmeli belki. Altını özellikle çizmek gerekir ki belgesel, Türkiye’de sinemada tekelleşenin üretim değil, dağıtım ve gösterim olduğunu vurguluyor. 2015’e geldiğimizde 136 yerli filmin yapıldığı ve 2005’te bu sayının 30 bile olmadığı daha ilk verilerle vurgulanıyor. Türkiye’de sinemada üretim böyle gelişirken, bağımsız yapımlar uluslararası festivallerde gösterilir ve ödüller alırken dağıtım ve gösterimin bambaşka bir durumda olduğu söyleniyor sonrasında. Belgesele konu olan ve üretimi de aynı talihsizliğe sürükleme tehdidini barındıran acıklı durumumuz da işte bu alandaki tekelleşme.
Belgesel, filmleri veya bakış açılarını yarıştırmıyor kesinlikle; bağımsızı övüp popüleri ezmiyor. Savunulan, özünde ifade özgürlüğü. Sinema elbette bir sektör ve bu sektörde ülkemizde rekabet esasları uygulanmıyor. Tanımsızlığın esas olduğu bu sektör, zaten dünya çapında bile sekteye uğrayan haklardan bu topraklarda hiç nasiplenemiyor. Kapitalist düzenin acımasız uygulayıcısı gördüğümüz Amerika’nın bu sektörde haklar açısından bizden ne kadar önde olduğunu ise belgesel karşılaştırmalı verilerle gözler önüne seriyor.
Ne diyor mesela filmde? Amerika’da 40’lı yıllarda çıkan bir yasadan bahsediyor: Bir filmin yapımı, dağıtımı ve gösterimi aynı kişi ve kurumlarca üstlenilemez. Neden? Çünkü böyle bir durum tekelleşmeye yol açar. Ancak Türkiye’ye baktığımızda ne oluyor? Tek bir firma çoğu vizyon filminin dağıtımcısı durumunda, aynı zamanda gösterimini de yine kendi sinema salonları üzerinden üstleniyor. Üstelik bu sinema salonlarının çoğu alışveriş merkezleri içerisinde yer alıyor ve Türkiye gitgide alışveriş merkezi cennetine dönmüşken ortalama bir sinema izleyicisi için sinema dendiğinde akla ilk sırada bu sinema salonları gelmeye başlıyor. Filmde öğreniyoruz ki aynı grup film yapım işine de giriyormuş. Yani sinema için geçerli olması gereken “güçler ayrılığı”nı göz göre göre ihlal ediyor, tekelleşmeye adeta koşuyoruz.
Ancak sadece güçler ayrılığını esas almak değil mesele, Türkiye’de sektöre hâkim olan bu tek güçlü grubu ortaya çıkaran daha en başından Rekabet Kurulu’nun göz yumduğu uygulamalar. Küçük yapıların rekabet edemeyeceğini bile bile böyle güçlü bir grup ortaya çıkarılmış, tekelleşmenin önü açılmış. Geldiğimiz nokta ne olmuş? Bağımsız filmlerin yapımcı ve dağıtımcıları, alışveriş merkezleri dışında kalan ve sayıları gitgide azalan sinemalarda filmlerini vizyona sokmak için çabalar olmuş; çoğunlukla buralarda bile pek başarılı olamaz durumda kalmış. Gösterime soktukları salonlarda da filmleri izleyen çok olmuyor zaten, gidenlerimiz biliyor. O yüzden bağımsız filmler birkaç hafta “şans verildikten” sonra kaldırılma tehdidiyle de karşı karşıya kalıyorlar.
Belgeselde Şener Şen filmlerinden sahneler yer alıyor sık sık, Çıplak Vatandaş (1985) başta olmak üzere Muhsin Bey (1987) ve Eşkıya’dan (1996) sahneler kullanılmış. Röportajların arasına, duruma uygun çok güzel sahneler eklenmiş. “Çünkü Şener Şen filmleri de vizyonda yer bulamadı, şimdi Youtube’da veya televizyonda kaçak kopyalar üzerinden izleniyor. O dönemlerden akılda kalan da esasen Şener Şen filmleri.” diyor yazarlardan Evrim Kaya, film sonrasındaki söyleşide.
Filmden ilginç bir anekdot: Başka Sinema kurucularından Marsel Kalvo, “Sandığımız gibi bir festival izleyicisi yokmuş.” diyor. İstanbul Film Festivali’nin örneğin 100.000-200.000 izleyicisi olduğunu, ancak Başka Sinema salonlarında bağımsız yapımları gösterdiklerinde böyle bir izleyici kitlesine ulaşmalarının mümkün olmadığını söylüyor. “Festivale sadece festivalde bulunmak için giden insanlarımız varmış.” diye ekliyor. Filmi festivalde izlerken acıyla gülüyoruz.
“Ya seyirci tercihi buysa yapacak bir şey yok ki” türünde açıklamalara sarılmayalım. Seyirci rahat ulaşabildiğini tercih eder. Hele eğitimsiz, hele ki fakir toplumlarda. Burada engellenen ifade özgürlüğü esasen. Mustafa Sönmez filmdeki röportajında değiniyor buna, özellikle vurguluyor. İnsan hakları ihlal davaları açılabilir Türkiye’deki durum üzerinden diyor. Bağımsız sinemanın sesini kısmak, hatta kesmek, sadece gişe filmlerini toplumun kolay ulaşacağı yerlere koymak, bağımsız sinema üretimlerinin insanlara ulaşmasına engel olmak demek. Bu daha uzun, ancak sandığımız kadar da uzun olmayan bir sürede gişe filmi dışındaki üretimin de sonlanması tehdidini içinde barındırır.
E yani, n’olur? Abluka’da (2015) köpek öldürürken acı çeken Ali’yi ve şehri terk eden kuşların sahnesini görmediğinizi, Gelecek Uzun Sürer’de (2011) Sumru’nun kaydettiği hikâyeleri dinlemediğinizi, Sivas’ta yarışan köpeklere odaklanan sahneleri görmediğinizi, Rüzgârın Hatıraları’nda (2014) Aram’ın mektuplarını takip etmediğinizi, Sarmaşık’ta (2015) Cenk’in anılarından ve Deniz Üstü Köpürür’ü duymaktan mahrum kaldığınızı düşünün? Eksik kalmaz mıydınız? Sizde o sahneler, filmler nasıl iz bıraktıysa hayatında ulaşamadığı sayısız kitap, dergi, yayın ve sosyal medya mecrası varken bu fikirler kafasına hiç uğramayan çocukları düşünün?
Kaç kere Başka Sinema salonunu dolu gördünüz? En son ne zaman alışveriş merkezi içindeki rahat koltuklarla bezeli Cinemaximum salonunda kafanızı hiç yormayacak vizyon filmi izlemek yerine Moda Sahnesi’nde bağımsız film izlemeyi tercih ettiniz? Ya da hangi sıklıkta Başka Sinema web sitesini veya diğer bağımsız sinema platform sitelerini ziyaret ettiniz? Bağımsız filmler üzerine analizleri okudunuz, takip ettiniz? Okuyun, takip edin, gidin, izleyin, izlemekte diretin. Siz burada 1 filmde diretirken ülkede başka bir yerde 10-15 çocuk için de direnmiş olursunuz. Yavaş yavaş olur, bugünden yarına olmaz elbet, ancak bir gün hiç bilmediğiniz bir yerde 4-5 çocuğun Cenk gibi sallanarak Deniz Üstü Köpürür söylediğini duyarsınız, kötü mü olur?
Bağımsız sinema hayatımıza bir yerlerinden dokunmalı, alışkanlığımızdan çıkmamalı. Ve biz bağımsız filmlere sadece birkaç ufak sinemada, ancak kendimiz takip ederek ulaşmamalıyız. Devlet o sinemalara yer ayırmak zorunda kalmalı, bundan kaçamamalı. Bunu gerçekleştirebilmek için bu belgeseldeki röportajlarda da, sonrasındaki söyleşide de çıkan ses: “örgütlenmeliyiz”. Ve bence Onur Ünlü’nün de dediği gibi “devleti hiç bulaştırmadan”.