“Tek bir veda bütün bir ömür sürüyor.”
Aslı Erdoğan
Kendi benliğimizden dışarı çıktığımızda dip dibe olmak zorunda kaldığımız toplum sorar hep; “Müslüman mıymış?”, “Aman iyi iyi, aynı evde iki ayrı din olmaz.”, “Allah’ı kitabı bilecek seveceğin kişi.” gibi ve daha birçok örnekleri. Müslüman’ın Müslüman’dan, Hristiyan’ın Hristiyan’dan başka kimseyi sevemeyeceğine inananlara kimse anlatmamıştı anladığım kadarıyla insanın kalbine söz geçiremediğini ve sevmenin evrensel bir duygu olduğunu. Ben büyüdüm ve herkese bunun hakkında söyleyeceğim bir cümlem var, ama şimdi dinler arası sevdalarda buluşalım.
Musa (Nadir Sarıbacak) Ankara Beypazarı’ndan, İstanbul Tophane’deki bir camiye tayini çıkan bir müezzin. Clara (Görkem Yeltan) ise doğum yapacağı sırada bir kilisenin kapısını çalan annesinin, ölürken onu kiliseye emanet ettiği bir rahibe. Bir müezzinin yolunu, rahibe olmak isteyen bir kadının kapısının yanına düşüren Uzak İhtimal (2009); son olarak Yozgat Blues (2013) ile seyircisiyle buluşan yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’un ilk uzun metraj filmi. Başlıca; 38. Uluslararası Rotterdam Film Festivali, 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 7. Uluslararası TOFIFEST Film Festivali ve Altın Koza Film Festivali olmak üzere birçok festivalden ödüllerle dönen filmi bu kadar başarılı kılan özellikler nelerdir diye düşünmeden geçemedim. Uluslararası olarak değerlendirildiğinde, iki büyük din olan İslam ve Hristiyanlığa hizmet eden iki kişinin arasındaki karşılıksız ya da imkânsız aşk vardı filmin içerisinde. Çok iyi seçilmiş bu konu, içerisine eklenecek yan metinlerle kuvvetlendirildiğinde bir sinema seyircisini her açıdan doyurabilirdi. Fakat filmin konusu bütün yan metinlere büyük geldiğinden midir bilinmez, film süresince ara ara boşluklara hatta bazen filmden kopma noktasına gelmeme neden oldu bende. Yine de, bu durum, güzel bir film izlememize engel olmuyor. Musa için üzülüyoruz ve aşkına ortak oluyoruz; yürürken başını önünden kaldırmayan Clara’yı merak ediyoruz, sahaflara ilgi duyuyoruz ve dahası… Bütün bunları bir bütünün içine koyamadığımız için film bitince eksik kalıyoruz, tıpkı Musa’nın Clara’nın ardında kalakaldığı gibi.
Ankara’nın karasından çıkıp İstanbul’da deniz kenarı bir yere taşınan Musa için hayat, beş vakit arası seyrediyordur sadece. Sabah saat 04:00’te alarmı çalan, camiye gidip ezanı okuduktan sonra denize karşı, elinde simit ve çayıyla güneşin doğuşunu izleyen Musa’nın iyiden iyiye sıradanlaşan hayatı, kapı komşusu Clara ile birlikte değişir. Tek taraflı bir değişimdir bu aslında, Clara’ya etki etmez Musa’nın varlığı. O sadece tüm insaniyetiyle Clara’nın yanında olur, Clara da yalnızca gerektiği zamanlarda. Ama Musa için işler öyle değil; Clara için kiliseye gidip gelir, yolda onu bekler, ama sanki rastlantıymış gibi davranır. Sevmenin tadını almıştır çünkü bir kere ve her seferinde onun peşinden gider.
Alışılagelmiş bazı kalıpların da altından kalkabiliyor film. Bunlardan biri, cami avlusuna teslim edilen bebek algısının kırılması. Clara’nın annesi, doğum esnasında camiye değil kiliseye gidiyor. “Belki kadın Hristiyan, nereden biliyoruz?” gibi bir soru da gelebilir akıllara, ama zaten güzel olan da bunu bilmeyişimiz. Ve kilisenin de cami kadar sığınacak güvenli bir yer olarak gösterilmesi, camiler ne kadar Allah’ın eviyse kiliseler de bu kadar Tanrı’nın evi gibi bir algı yaratması filmde yer alan hoş ve ince nüanslar arasında.
Değinilmesi gereken noktalardan biri de, babasının, Clara’dan kimliğini saklıyor olduğu. O da Musa gibi sürekli kiliseye giderek kızını izliyor, kapısına kadar takip ediyor. Yine Musa’nın Clara’ya bir şekilde onun aracılığıyla ulaştığı gibi o da Clara’ya Musa aracılığıyla ulaşabiliyor. Her ikisinin de amaçlarından biri Clara’ya daha yakın olabilmekken Clara onlarla iletişim kurmayı değil, İtalya’ya manastıra giderek rahibe olmayı tercih ediyor.
Senaryo ekibi Görkem Yeltan, Bektaş Topaloğlu ve Tarık Tufan’dan oluşuyor. Bilenler olacaktır ki, Tarık Tufan’ın samimi ve sıcak mahalle havasını soluduğu hikâyelerinin havası da filmde ayrıca belirgin bir hâlde. Hem bu birbirlerine düşman gibi gösterilen iki dinin arasındaki uzaklık hem de karşılıksız aşkın ihtimalsizliği, filmin adı için bundan daha iyisi olamazmış dedirtiyor. Musa’nın Clara’yı trenin arkasından bakarken ağlayacağı kadar sevdiğini hepimiz biliyoruz. Hiçbir ideoloji altına sığınmadan ve iki farklı kesimi de rahatsız etmeden anlatılan bu hikâye, filmin dokusunu sonuna kadar korumasına yardım ediyor.
Yarım kalan ve söylenmemiş cümlelerin nedeni, altına saklandığımız bir “Daha zamanı gelmedi.” cümlesinden ibarettir belki de. Çoğu zaman, profesyonel ve özel hayatlarımızda ertelemelerin kurbanıyız. Sonra yaparım, sonra severim, sonra gelirim, sonra giderim vesaireler sarmış dört bir yanımızı. Güvendiğimiz ertesi günler istediklerimizle aramızdaki en büyük engellerden biri aslında. Musa’nın da Clara’ya ulaşmasını engelleyen ya da ulaşma ihtimalini engelleyen şey de, Clara’nın babasına söylediği “Daha zamanı var.” cümlesiydi.
Uzak İhtimal, hikâye açısından bazı eksiklerle dolu olsa da mizansenleri doyurucu, anlatım yönü güçlü, naif ve samimi bir film. Varsa doksan dakikanız, filmi Musa’nın gözyaşları hatırına izlemeniz, size o dakikalarınızı kayıpla değil de almak istediğiniz kadar kazançla iade edebilir.İhtimalleri yakın tutabilen ve kuvvetlendirebilenlerden olma umuduyla…