Kahramanın yolculuğunu konu alan hikâyelerin atası Odysseia’nın ortaya çıkışından itibaren hepimizin az çok tanışık olduğu, bitmeyen yollar ve bin bir çeşit zorluklarla dolu o meşhur epik maceraya atılan bir prensle başlar her şey; kupaların prensi… Doğunun kralı olan babası, onu Mısır’a önemli bir görev için gönderir, amacı bahsi geçen değerli bir inciyi bulmaktır. Fakat prens gideceği yere ulaştığında karşılaştığı insanlar ona kupa içinde bir içecek verirler. Bu teklifi kabul eden prens, kupadaki içkiyi içer içmez aradığı inciyi unutuverir. Fakat aynı tarot kartlarındaki ‘Kupaların Prensi’ gibi çabuk sıkılan ve sürekli daha fazla teşvike ihtiyaç duyan kahramanımız, günlerden bir gün gözlerini açar ve incisi olmadan hayatının nasıl da anlamsız, boş ve yüzeysel olduğunun farkına varır. Perde tam da bu uyanışla beraber açılır.
Terrence Malick’in bir dış ses aracılığı ile bize aktardığı bu şiirsel masal aslında günümüzün çarpıcı varoluş savaşlarından birini tarif edebilmek için ortaya konulmuş naif bir metafor olarak karşımıza çıkar. Bu masalın gerçek hayattaki yansımasında ise söz konusu prens Rick isminde, Los Angeles’ta yaşayan, başarıya ve Hollywood’un o gösterişli yaşamına bağımlı bir senaryo yazarıdır. Zamanla içinde yaşadığı gerek son derece şaşaalı ama bir o kadar da içi boşaltılmış dünyanın, gerekse kardeşiyle ve kadınlarla kurduğu sağlıksız ilişkilerin de yardımıyla hayatının yüzeyselliğini ve anlamsızlığını fark etmeye başlamış ve kendini bir anlam arayışı içerisinde bulmuştur. Film başladığında o varoluşunu sorgulayan bir yolculuğa çıkarken biz de iki saatlik bu son derece durgun ama bir o kadar da düşündürücü “macera”da ona eşlik etmeye başlarız.
Benim “görsel şair” olarak tanımladığım, Hollywood’un bugüne kadar içinden çıkardığı belki de en dikkate değer yönetmenlerinden biridir Terrence Malick. Bu sefer de takipçilerini şaşırtmamış ve yine oldukça kişisel ama bir o kadar da günümüzün çarpık toplumsal değerlerine dokunan bir varoluş sorgulaması ile karşımıza çıkmayı tercih etmiş. Ama bu filmde asıl konuşulması gereken hikâyesinin güzelliği yahut oyuncuların müthiş performansı değil, çünkü ortada devamlılığı olan, dakika dakika takip edilecek bir izlek yok aslında. Ciddi bir aksiyon veya önemli bir karakter gelişimi de gerçekleşmiyor. İşin aslı, tüm film boyunca 120 dakikalık bir durum öyküsü ile karşı karşıya bırakılıyoruz.
O zaman neden izlemeliyiz diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bu filmin gerçek alamet-i farikası aslında sunuluş biçiminde saklı. Her karesi, dış sesle metinsel olarak seyirciye yansıtılan şiirsellikle aşık atabilecek güzellikte olan bu film, özellikle bir reklam estetiği ile oluşturulmuş. Malick tarafından yakalanan bu estetik biçimi zaman zaman kendi tarzının bir parodisi olma noktasına kadar varsa da, yine de amaçladığı etkiyi yaratmayı başarıyor. Hiçbir plan bir diğerini birebir devamlılıkla takip etmiyor, bu da yönetmenin seyirciyi sürekli ayık tutan, onlara bir film izlediklerini hatırlatmaktan hiç geri durmayan Brechtyen bir yapı kurmasına da yardımcı oluyor. Bu nedenle oyuncularla çok da özdeşleşmiyoruz aslında, ama onun yerine bize sunulan hayatlara dışarıdan bakabilme şansını elde ediyoruz. Christian Bale, Cate Blanchett ve Natalie Portman… Üçü de Hollywood’un en yetenekli yıldızları arasında yer alıyor kuşkusuz ama tam da az önce bahsettiğim sebepten dolayı onların bu filmde yer almaları bizi çok da etkilemiyor. Önemli olan hikâye ya da karakter gelişimi değil çünkü, bahsi geçen o yaşamsal durumun ta kendisi.
Eğer siz de benim gibi yalnızca basit bir ruhsal arınmadan fazlasını arıyorsanız, belli kalıplardan sıkıldıysanız, şiirle hayatın buluşması ilginizi çekiyorsa… Ama en önemlisi, eğer siz de sonunda cenneti değil ama arafı merak edenlerdenseniz bana güvenin, öncesinde şöyle derin bir nefes alıp bu filmi dikkatle izlemelisiniz.