Vagabond (1985)
“Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri! Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır Köksüz bir ruhu olmak!
Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!”
Fernando Pessoa
Bu dünyanın hiçbir yerine ait olmamak ve varoluş sancını beraberinde gittiğin her yere götürmek kokuşmuş hayat düzenine karşı kokmak, düşmek, kalkmak ve ölmek. Yersiz yurtsuz ölmenin ağırlığı olur mu? Bence olmaz. Ardında bir kibrit çöpü bile kalmayacak evrene karşı sürüne sürüne kendini bulmak ve varlığınla başa çıkmaya çalışmanın naçizane gururuyla bile ölür insan.
Düzene karşı gelmiş Fransız sinemacı Agnes Varda’nın kamerasından perdeye dökülen Vagabond (1985) tek başına kendini yollara bırakan bir kadının sancılı hikâyesini anlatıyor. Otostop çekerek, yol üzerinde bulduğu işlerde çalışarak para kazanan Mona’nın yollarda sebepsiz sürüklenişi izleyiciyi de beraberinde götürmeye başlıyor. Filmin açılış sekansındaki ölü bedenin ardında yatan olayları izleyip anlam vermeye çalıştıkça olanlara bir neden bulamayışımız, kurgusunun parçalı oluşu da Varda’nın Yeni Dalga’nın güçlü yönetmenlerinden oluşuyla alakalı olmalı. Bir kadın olarak hiçbir şeyden korkmadan, kaçmadan düştüğü yollar Mona’yı ölüme götürüyor ama o bunu zaten göze almıştı seçtikleriyle.
Vagabond, özgür bir kadını seyre dalmak ve hikâyesinin çarpıcılığı karşısında oturduğunuz yerde rahatsız olmak, hayatın sertliğiyle karşı karşıya kalmak için izlenmesi gereken filmlerden.
Hidden Figures (2016)
“NASA’da hepimizin çişi aynı renktir.”
Kadınlar yalnızca ev temizleyen, akşam kapıda eşlerini bekleyen, boy boy çocuk doğurup onları emzirip büyüten, evlerinde misafirler ağırlayan canlılar değildir. Bütün bunların yanında dünyayı değiştirip onun gidişatına yön verebilecek güçte olan muhteşem varlıklardır. Yüzyıllar boyu süregelen erkek egemenliği altında ezilen bir cinsi hiçbir şeyin yıldıramadığını tarih sayfalarında görebildiğimiz kadar bunlara tanıklık etmiş bir nesiliz de aynı zamanda. Bu güçlü varlığı “Kadınlar bu işten anlamaz.” diyerek vazgeçirmeye çalışan, onu yıldırmaya uğraşan ama sonucunda bunun altında ezilen erkek figürlere örnek çok. Bunlardan bir tanesi 60’lı yılların Amerika’sında geçiyor.
Hidden Figures; kadının gücünü sınamaya kalkmanın boş bir uğraş olduğunu yüze çarpan etkili bir yaşanmış hikâye. Sadece kadın olmak bile değil; kadın ve siyahi olmak. O yılların Amerika’sı için bir kadını her şeyin dışında tutmak için oldukça yeterli bir sebepti. Afro-Amerikan kesimin, hayatın her alanında geri planda tutulup onları bir hiç saydıkları yıllardan bahsediyoruz. Margot Lee Shetterly’nin aynı isimli kitabından uyarlama filmin yönetmen koltuğunda ise Theodore Melfi oturuyor. Taraji P. Henson, Octavia Spencer, Janelle Monae ve Kevin Costner’ın başrolleri paylaşıyor. National Aeronautics and Space Administration’da (NASA) çalışan üç kadın matematikçinin kendilerini kanıtlamaya çalışma ve yapılan haksızlıklara, ırkçı söylemlere karşı durarak bildikleri yoldan şaşmamalarını anlatıyor. Amerika’nın uzaya ilk gönderdiği astronotun ardında böyle güçlü duruşlu kadınların da emeğinin geçmiş olması, kadınları evde tutarak onlara ne kadar haksızlık edildiğinin de bir kanıtı niteliğinde.
Hidden Figures, alışa geldiğimiz izlenesi Hollywood tarzının yanında gerçek bir güç hikâyesi olmasıyla da akıllarda yer ediyor.
(Nurbanu Gürsoy)