“Damlaya damlaya göl olur.” derler. Bu atasözü, her ne kadar tasarruf yapmanın yararını belirtse de gayet başka anlamlarda da kullanılabilir. Damlaya damlaya sadece para birikmez; nefret de birikir, kızgınlık da, pişmanlık da…
Her insan içindekini doğrudan dışarı vur(a)maz. Birey, içinde biriken bu negatif duygulardan rahatsız olsa da onlardan kurtulamaz. Kurtulamadıkça içindekiler daha da büyür ve ona zarar vermeye başlar, çoğu zaman psikolojik olarak, bazen de fiziksel…
Song of the Sea (2014), hayatımız boyunca karşımıza çıkan/çıkacak olan birtakım zorlukları ete kemiğe büründüren bir animasyon. İlk bakışta çocuklar için yapılmış bu metaforlar, yetişkinlere basit gelecek gibi gözükse de aslında öyle olmuyor. Hem filmin bu metaforları çok başarılı kurarak hikâyeye yedirmesi hem de bahsedilen zorlukların herkesin karşılaştığı ve de çoğunlukla içlerinde boğulduğu evrensel sorunlar olması, Song of the Sea‘nin en büyük artısı hâline geliyor.
Filmin başında, küçük bir adadaki deniz fenerinde yaşayan mutluluk içinde bir aileyle tanışıyoruz. İkinci çocuğuna hamile olan Bronach, oğlu Ben’i yatırmadan önce ona bir hikâye anlatır ve içinden deniz sesi gelen bir deniz kabuğu verir. Buna çok mutlu olan Ben, yanında anne ve babası varken uyur. Bronach o gece kızı Saoirse’yi doğururken vefat eder.
Aradan tam 6 yıl geçer. Saoirse 6 yaşına gelmesine rağmen hâlâ konuşamamaktadır, bu da içindekileri ifade etmesine engel olmaktadır. Babası Conor çocuklarını çok sevmesine rağmen hâlâ eşinin yasını tutan keder dolu bir adamdır. Ağabeyi Ben ise annesinin kaybını tamamen ona yüklediğinden babasını sevmemektedir ve günlerini köpeği Cu ile oynayarak geçirmektedir.
Filmin başında iki zıt duruma şahit oluruz böylece. Annenin kaybı, tüm aile fertlerini derinden etkilemiş ve onlara mutluluklarını kaybettirmiştir. Conor ile Ben hâlâ o gecenin etkisindedir, bundan dolayı da ânı, diğer deyişle hayatı yaşayamamaktadırlar. Bu durum, diğer yandan Saoirse’yi de etkilemektedir.
Şehirde yaşayan babaanneleri doğumgünü dolayısıyla fenere gelir. Yapılan küçük partiden sonra herkes kendi köşesine çekilir. Saoirse içinden gelen sesi takip ederek annesinin özel güçlere sahip kürkünü bulur. Onu giyerek denize girer ve bir foka dönüşüverir, gece boyunca diğer foklar ve deniz canlılarıyla oynar. İki taraf da oldukça mutludur; denizdekiler uzun zaman sonra bir fok kızı gördükleri için, Saoirse ise kendini ifade edecek bir yer bulabildiği için.
Torununu gecenin bir vakti deniz kıyısında sırılsıklam hâlde bulan babaanne, ortalığı ayağa kaldırır. Çocukların bu fenerde yaşamasının sakıncalı olduğunu belirterek onları şehirdeki evine götürmek ister. Conor bunu istemese de, bir fok kızı olan eşi gibi kızını da denize kurban vermemek adına bu fikri kabul eder. Ben ve Saoirse’nin tüm karşı çıkmalarına rağmen, arkalarında Cu ve babalarını bırakarak şehre giderler. Bu sırada Conor, özel kürkü bir sandığa kilitleyerek denize atar.
Yalnız artık olan olmuştur. Saoirse kendi kimliğini bulmuştur ve geri dönüşü yoktur. Doğadaki canlılar ve periler ise bir fok kızının ortaya çıktığını anlamışlardır ve harıl harıl onu aramaktadırlar. Şehirdeki eve gelir gelmez kaçan Ben ile Saoirse, bu sefer Saoirse’ye kurtarıcı gözüyle bakan perilere yakalanır. Kötü kalpli büyücü Macha, uzun yıllardır perilerin duygularını kavanozlara kapatarak onları taşa çevirmektedir ve bu durumu bozacak tek şey, Saoirse’nin özel kürküyle şarkı söylemesidir. Ama kürk çok uzaklarda denizin dibindedir ve Saoirse de konuşamamaktadır. Üstelik Saoirse’nin ortaya çıktığını Macha ve ona bağlı baykuşlar da öğrenmiştir. Saoirse’nin onlara yakalanmadan fenere gidip şarkısını söylemesi gerekmektedir. Böylece Ben, Saoirse ve yolda onlara katılan Cu, türlü tehlikelerle dolu eve dönüş yolunda heyecan dolu bir macera yaşarlar.
Yollar beraberinde düşünmeyi de getirir, geçmiş ve geleceğe dair. Hızla yol alan bir taşıtın (benim favorim trendir) camından ufka bakarken insan, kendini sorgular. Düşünmeye pek fırsat bulamadığı konuları düşünür, kendine sorular sorar, bazı kararlar verir ve belki de o kararlar hayatını etkileyecektir. Yol filmleri, bu yüzden birer büyüme hikâyeleridir aynı zamanda. Bu filmlerde yol bir katalizördür, kendisi değişmese de kahraman(lar)ı sonsuza dek değiştirir. Buna Mad Max (1979), Apocalypse Now (1979), Planes, Trains & Automobiles (1987), The Searchers (1956) ve Finding Nemo (2003) gibi çok farklı türlerden örnekler verebiliriz.
Song of the Sea‘de de Ben böyle bir dönüşümden geçiyor ve iki gün içinde olgunlaşıyor. Filmin başında son kez annesini görürken, kardeşini heyecanla beklediğini söylediğinde annesi ona “Dünyadaki en iyi ağabey olacaksın.” diyor ama o geceki doğumda annenin denizde kaybolurken dalgaların sadece Saoirse’yi getirmesi, Ben’in hırçınlığının ve kardeşine karşı tepkilerinin ana sebebini oluşturuyor. Artık hayatındaki tek mutluluk köpeği Cu ile oynamak oluyor, eşinin kederinden çöken babası bile değil. Babaannesinin evinden kaçmasının sebebi de Cu’ya tekrar kavuşmak olsa da Saoirse’nin fok kızı olduğunun ortaya çıkması ve bunun getirdiği olaylar, onu bambaşka yerlere sürüklüyor.
Öncellikle geçmişiyle hesaplaşması gerekiyor. Çünkü bencil, inatçı, otoriter ve kaba Ben’in yol üstündeki engelleri aşabilmesi için değişmesi, annesine verdiği sözdeki kişiye dönüşmesi gerekiyor. Bunun yolu da kendisinde saklı. Bu macerada perilerle, onların şarkılarıyla, baykuşlarla ve diğer ilginç yaratıklarla karşılaştıkça annesinin ona anlattığı masalları anımsıyor. Aslında hepsini bildiğini, onlarla savaşmak ve kardeşini kurtarmak için gerekli olan gücün içinde olduğunu anlıyor. Saoirse’yi yakalayan Macha’nın evine gittiğinde onun tatlı sözlerine güvenmemesi gerektiğininin bilincinde olduğundan, onu alt etmek için gerekli kuvveti bulabiliyor.
Macha, baş kötü olmasının yanında aynı zamanda filmin kilit karakteri. Oğlu Mac Lir, büyük bir aşk sonunda kalbi kırılınca üzüntüden devamlı ağlıyor ve gözyaşları, okyanusları oluşturuyor. Oğlunun bu kederine dayanamayan Macha, onun üzüntülerini çeşitli kavanozlara çekip hapsederek taştan bir adaya dönüşmesini sağlıyor. O günden beri de kendisinde ve çevresinde nerede bir üzüntü görse onu hemen çekip kavanozlara hapsediyor. Tüm evi kavanozlarla dolu ve kendisi de neredeyse taşa dönüşmüş olan Macha, bu tutkusu uğruna her şeyi taşa çevirmek istiyor.
Macha’nın bu arzusu aslında gayet insani. Hangimiz yaşadığımız büyük bir acıdan sonra, bu acıyla yüzleşmek yerine onu inkâr etmemiş ve kendimizi, fiziksel olmasa da, ruhen taşa çevirmemişizdir ki, en azından bir süreliğine? Hatta tıpkı Macha gibi, biz acı çektiğimiz için çevremizdekilerin de acı çekmesini istemişizdir, ne kadar bencilce olsa da. Ben de filmin başında Macha’dan çok farklı değil. 6 yıl geçmesine rağmen annesinin kaybının verdiği üzüntüyü atlatamaması, bu mutsuzluğunu kardeşine de yansıtmasını tetikliyor ama yol boyunca bu yanlış tutumunun, dolayısıyla Saoirse’nin, onun kardeşi olduğunun ve ağabeylik yapması gerektiğinin bilincine varıyor. Tabii benzer bir yaklaşım, eşinin ölümünü atlatamayıp çocuklarıyla yeterince ilgilenmeyen Conor ve kişisel takıntılarını oğlu ile torunlarına yansıtan babaanne için de geçerli. Zaten dikkatli bakanlar, seslendirmeleri de aynı kişiler tarafından yapılan, Conor-Mac Lir (Brendan Gleeson) ve babaanne-Macha (Fionnula Flanagan) arasındaki ilişkiyi çok iyi kuracaklardır.
Daha önce The Secret of Kells (2009) ile gönüllere taht kuran ayrıksı bir İrlanda masalı anlatan Tomm Moore, yine aynı noktadan hareketle benzersiz bir yapıma daha imza atıyor. Filmin müziklerine de ayrıca değinmek gerek. Bruno Coulais’in müzikleri ile aynı zamanda Bronach’ı seslendiren Lisa Hannigan’ın masalsı sesiyle hayat verdiği şarkılar filme ayrı bir boyut katacak ve filmden sonra da defalarca dinlenmek istenecek kadar güzel. Kısacası Song of the Sea; senaryosuyla, çizgileriyle, incelikli tasarımıyla ve harika müzikleriyle tam manasıyla büyüleyici bir animasyon.
[tooplay file=”VrhoOzW8oF8″ type=”youtube”]