“Yaşasın formsuz film! Edebi olmayan, müzikal olmayan, hikâye anlatmayan, görsel… Soyut bir dansa dönüşmeyen ya da bir mesaj vermeyen… İmajlarından kaçılamayan… Kelimelerin imaj veya sesler olduğu ve düşünceler gibi atlayıp zıplayan… Aynı yemek yemek gibi, bakmak, koşmak gibi bir deneyim… Ağaç veya binalar gibi bir nesne… Akan ve çarpışan… Bir anlam üretmektense kendisi bir anlam olan.”
Robert Breer
Geçtiğimiz hafta Pera Müzesi’nde “Sinema Seni Seviyorum” adlı program dâhilinde gösterilen Pip Chodorov imzalı uzun metraj belgesel Free Radicals: A History of Experimental Fim (2012), deneysel sinemanın kısa bir tarihi gibi gözükse de nüvesinde Chodorov’un bizlere tanıtmak istediği arkadaşlarını barındırıyor. Serbest radikal olmanın zorluklarını ve gereklerini sunan film, 32. İstanbul Film Festivali kapsamında da ülkemizde görünme şansı elde etmişti.
Amerikan Avangart Sineması’nın öncüsü Robert Breer, ressamlık kariyerinin yanı sıra hızlı ve çarpıcı bir kurgu tekniğiyle arka arkaya dizdiği görsellerle deneysel sinema tarihinin de başlatıcısı olmuştu. Her şeyin, ama her şeyin sanat olabileceği fikrinden doğan avangart, Breer’in deneysel oyunlarını kendisine eklemleyerek 1920’lerin başından itibaren yürümeye başlayacaktı. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımından, feryadından etkilenen ve fırtına sonrası sessizliği beklemeden harekete geçen deneysel sinemacılar, içinde bulundukları karmaşayı yine karmaşık zihinsel imgelerle, illüzyonlarla harmanlayarak yeni bir sinema pratiği yaratmışlardı. Kübizm, dadaizm ve sürrealizm akımlarıyla birlikte topluma isyandan ortaya çıkan avangardizm, en üretken yıllarını savaşın en şiddetli olduğu dönemlerde yaşadı. Deneysel sinemanın ve avangardın gelişimini, bu alanda önemli filmler ortaya koyan, faklı tekniklerle sinemada çığır açan yönetmenlerin eser ve görüşlerini derinlemesine inmeden yüzeyde gezinerek anlatan Free Radicals, henüz deneysel sinemayla tanışmamış olanlar için dopdolu bir kaynak. Alışkın olduğumuz belgesel formatından sapmamasına rağmen konusu gereği yer verdiği hareketli görsellerle ve sıkmayan dinamik temposuyla eğlenceli, izlenmeyi hak eden bir belgesel. Bir deneysel sinema tarihini seksen dakikaya sığdırmak ne mümkün… Ancak Pip Chodorov, olmazsa olmazları filmine dâhil ederek altında hazine gömülü tarihin fragmanını sunmayı başarıyor.
Sinemanın özünün, “rastlantının keşfi” ve “şansa şans vermek” olduğunu savunan Hans Richter, sinemayı radikal yönlere evrilmeye çağıran, ressamlığını sinema sanatıyla harmanlayarak çeşitli pratiklerden beslenen özgün deneyselcilerden yalnızca bir tanesiydi. Sinemanın, ritimden ayrı düşünülemeyeceğini savunan Richter, Rhythmus 21 (1921) adlı filmiyle bunu görünür kılmış, farklı boyutlardaki siyah ve beyaz arasında değişkenlik gösteren kareleriyle zamanın ritmiyle oynamış ve bir dans estetiği yaratmıştı. Böylelikle ilk kez soyut bir film ortaya konulmuştu. 1927’de çektiği Ghosts Before Breakfast ise Naziler tarafından yasaklanan bir filmdi. Uçan şapkaların yer aldığı film, “Nesneler bile kontrolden çıkıyorsa insanlar neden çıkmasın?” sorusunu akla getirmiş, tehlikeli bulunmuş ve yasaklanmıştı. Tüm bu filmleri uzunlu kısalı kesitler eşliğinde sunan Free Radicals, ardından erken dönem Amerikan Avangardına, Maya Deren’e geçerek Meshes of the Afternoon‘dan (1943) bir sahneyle devam ediyordu.
(Ghosts Before Breakfast, 1927)
Amentüsü “Kendin yap!” olan bağımsız avangart sinema, bağımsız sinemacılarıyla birlikte bugüne dek neler denememişti ki… Letrizm ile birlikte sinemaya harflerin estetiğini sokmuş, Stan Vanderbeek’in hareket eden kolajlarıyla renkli ve farklı bir görsel şenlik sunmuş, Len Lye’nin Rainbow Dance‘i (1935) ile siyah beyaz filmlerin egemen olduğu erken dönemlerde havai fişekler patlatmış, Jones Mekas’ın Lost Lost Lost‘u (1976) ile günce sinemasının doğumunu gerçekleştirmişti. İlk kez “yeraltı sineması” terimini kullanan Vanderbeek, farklı teknikleri uygulama eğilimiyle Cinerama Dome adlı gökyüzü sinemasının kapılarını herkes için aralamıştı. Seyircilerin filmleri yatarak, üzerine görüntünün yansıdığı tepeye asılı bir perdeden izledikleri mekân, alışılagelmişin dışında bir sinema deneyimi sunmuştu. Kendilerini özgür sinemacılar olarak tanımlayan deneysel sinemacılar, günün her saatinde film yapabilirdi. Uzun uzun planlanan, mesaj verme kaygısı güden, kurgusal bir sırayla ilerleyen filmlere karşılık deneyselciler, kendi akışkan, atlayıp zıplayan, her karesinde emek gömülü filmlerini sunuyorlardı.
(Meshes of the Afternoon, 1943)
Sinemanın şairleri olan deneysel sinemacılar arasında adlarından en çok söz ettirecek isimler yüksek ihtimalle Mekas kardeşlerdi. 1970’lerde, tüm deneyselcileri birleşmeye davet eden Jonas Mekas, deneysel sinemacılar için bir dağıtım merkezi ve kooperatifi kurdu. Manifestoları, sinemanın ucuz ve öznel olduğuydu. Ayda bir kez, hatta haftada bir kez bir film makarası edinmek imkânsız değildi. Yeter ki o içsel bakış, o bilinçaltı deneyimleri, o zihinsel imgeler kesintiye uğramasın, bir çark gibi dönerek kendisini yenilesin ve durmadan yeni illüzyonlar üretsindi. Jonas Mekas’ın öncülüğünde kurulan sinema merkezi, yalnızca deneysel filmlere değil diğer türlere de ev sahipliği yapmıştı. Her türün bağımsızlığını ilan etmeye hakkı vardı, kim ne derse desin.
Filmini, her bir karesini tırnaklarıyla kazıyarak, yeri gelince tükürüp boyayarak, zaman zaman doğal süreçlerden etkilensin diye doğaya bırakarak altı senede tamamlayan Stan Brakhage, The Dante Quartet (1987) ismini verdiği eseriyle dâhiyaneliğini ortaya koymuştu. Deneysel sinemacılara yapılabilecek en büyük kötülük, filmlerine ve fikirlerine saygı duymamaktı. Filmden, olmayan anlamları çıkarmaya meyilli seyirci, kimi yönetmenleri propaganda ile suçlamış, kimini göz bozmakla yargılamış, kimini ise saçma işler yaptığı düşüncesiyle eleştirmişti. Deneyselcileri ayakta tutan yegâne destek ise kendileri gibi başkalarının da olduğunu bilmekti. Bir deneyselciyi, ancak bir başka deneyselcinin varlığı mutlu ederdi. “Bak, sen de benim gibisin!” diyebilmenin altında, karşı tarafın aslında kendisi gibi olmadığını, farklı yaratı süreçlerinden ve dinamiklerden etkilendiğini bilmek yatıyordu. İmkânsız yoktu. Deneyerek her şey mümkündü. Bir deneysel film yapmak radikal bir karardı ve serbest radikaller kararlarını herkese rağmen uygulamaya koyuluyordu.
Tüm bu ustaları, adını anmadığım Michael Snow’u, Peter Kubelka’yı, Ken Jacobs’ı röportajlarıyla, filmlerinden aldığı kesitlerle sunan Pip Chodorov, deneysel sinemanın kilometre taşlarını keşfetmeye çağırıyordu izleyicisini. Rastlantının seyrini değiştirmeye, şansa bir şans daha vermeye, “Yaşasın serbest radikaller!” diye çınlayan zamansız sözler eşliğinde salonu terk etmeye…