59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin artık iyice son demlerini yaşamaya başladık. Ulusal Yarışma filmleri ise dün izlediğimiz iki film ile sona erdi. Film sohbetleri yerini ödül tahminlerine bırakırken festival seçkisi geçtiğimiz yılar ile karşılaştırılmaya başlandı. Festival başlamadan önce kağıt üstünde oldukça tatmin edici bir seçki olacağı izlenimi bırakmasına rağmen umulanların pek bulunamadığı bir festival olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Özellikle senaryo düzeyinde sıkıntı yaşayan filmler seçkinin zayıf halkalarını oluşturdu. Öte yandan ilgi çekici birkaç nokta daha vardı bu sene. Hep şikayet edilen festival filmi kodlarının hem seyirciye yaklaşım hem de ele aldığı mevzular noktasında biraz değiştiğini söyleyebiliriz. Genellikle ya genel seyirciye hitap etme noktasında sıkıntı yaşamayacak, ya da bu mesafeyi sonuna kadar koyan avangart işler izledik. Bu anlamda ülkenin her köşesine yayılan “orta”nın çökmesi durumu seçkiye de sıçramıştı. Bu kıstasla ikiye ayırabileceğimiz filmler arasında kocaman bir obruk duruyordu yani. Taşra anlatılarının değişmeye yüz tuttuğu, erk tahakkümünün sık sık hayvanlar ve doğa üzerinden aktarıldığı, kuir görünürlüğünün yer yer doğrudan yer yer de imalar üzerinden kendine yer bulduğu bir hayli film gördük. Günün politik iklimini neredeyse her filmin başrolündeydi. Sinemacılarımız bu politik atmosferin sonuçlarını filmlerinin sonlarında farklı duyguları kullanarak sırtımıza yüklediler. Sık sık koltuğumuzdan bir öfke hali ile kalktık. Bu anlamda belki nitelik olarak değil, ama hissiyat olarak farklı bir Ulusal Yarışma seçkisini geride bıraktık. Seçkinin son iki filmi ise Kaan Arıcı ve İsmet Kurtuluş’un yönettiği LCV (Lütfen Cevap Veriniz) ve Özcan Alper’in Karanlık Gece‘siydi.
LCV (Lütfen Cevap Veriniz)
Yönetmen koltuğunda İsmet Kurtuluş ve Kaan Arıcı’nın oturduğu, senaryosunda tiyatro oyunlarıyla bilinen Erdi Işık’ın imzasının olduğu LCV (Lütfen Cevap Veriniz) Antalya’da Ulusal Yarışma’nın son gününün ilk filmiydi. Özünde tiyatro için yazılan metni, tek mekanı ve sadece üç karakteriyle ilk bakışta dikkat çeken filmler arasındaydı. Başrollerine Ushan Çakır, Melisa Şenolsun ve Cem Yiğit Üzümoğlu gibi televizyon yüzleri ile de bilinen oyuncuları taşıyan film bir yüzleşme anlatısı kabaca. Evlenmelerine bir saat kala, törenin yapılacağı otelde son hazırlıklarını yapan Ceren ile Semih, yakın arkadaşları Mert’in geçmişteki sırları ortaya dökmeye başlamasıyla en mutlu günlerinde bir sorgulama sürecine girerler. Fakat bu süreç giderek hararetlenir, dallanmalar artar ve geçmişin silah olarak kullanıldığı bir Meksika açmazının içinde buluruz kendimizi. Aldatmak, homofobi, kadın düşmanlığı gibi kavramlar tanımları üzerinden sürekli sorgulanır. Karakterler sadece kendilerinin arkasından çevrilenlerle değil, aynı zamanda kişilikleri, ayrımcı tavırları ve bencillikleri ile de yüzleşirler. Filmde sık sık “buna aldatmak mı diyorsun?”, “bu homofobiklik değil.”, “bu kişi kadın/erkek olsaydı nasıl davranırdın?” gibi altlarındaki sandalyeleri tekmeleyen sorulara maruz kalırlar. Filmin metnin en güçlü olduğu noktalar da bu kısımlar bence. Kişiler kendilerini konumlandırdıkları yerden bu tarz sorular ile düşürülüyor. Bunu yaparken de film bu üç kişi arasında bir tarafı haklı çıkarmamaya çalışıyor. Herkes kendi zaaflarıyla var ediliyor. Karşı tarafa yönelik her soru da kendi anti’sini yaratıyor. Bu sayede film sürekli konuşan, tempoyu elden bırakmayan hatta giderek üzerine de koyan bir yapı sunuyor.
İyi kurulmuş ritmi sayesinde bıktırmadan sonuna kadar bir şekilde taşımayı başaran film, oyunculuklar ve çeşitli kamera buluşlarıyla tiyatrodan kopma ve sinemasal bir anlatı sunma kısmında da bence pek sorun yaşamıyor. Özellikle bu tiyatro meselesi üzerinden eleştiriler yöneltilse de film bitince bir sinema duygusuyla ayrılabildiğimizi düşünüyorum. Fakat gerçeklik ile kurduğu bağ üzerine gelen eleştirilere de katılmamak elde değil. Bir düğün öncesi odasında olması gerekn pek çok şey filmde yer almıyor hakikaten. Film bu eleştiriden de kendi gerçekliği yarattığını iddia ederek kaçmaya çalışıyor. Lakin sonunu bağladığı noktanın acımasızlığı aslında gerçek dünyada işlerin nasıl işlediği üzerine bir söz. Hal böyleyken biraz arada kalmış gibi görünüyor film. Her ne kadar eşcinsel ve biseksüel karakterlerin anlatıda büyük bir hacim kaplasa da filmi kuir olarak damgalayamıyoruz. Çünkü film bu karakterlerin mücadelesi üzerinden bir anlatı kurmuyor, onların yönelimini anlatının sıradan bir parçası haline getiriyor. Karakterlerin fobik eğilimlerine ve seyircinin de bazı şeyler sorgulamasına alan açsa da oldukça karamsar ve herhangi itici bir unsur içermeyen bir son bizi bekliyor. Bu durumu olumsuz olarak değil, kuir mi değil mi sorusuna cevap olarak sunuyorum. Kaldı ki bu son çok da beklemediğimiz veya hikayede aykırı duran bir son değil. Sonun kendisinden öte sona hazırlama sürecinde bazı diyaloglar aynı çatışmalar üzerinden tekrar tekrar kuruluyor, bunun da filmin uzun metraj olarak dağıtılmasının istenmesi kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Özetle tek mekan sınavını kalburüstü performansları ve etkili ritmiyle başarıyla veren LCV, bazı senaryo zaaflarına rağmen seçkinin öne çıkanlarından oldu.
Karanlık Gece
Sonbahar gibi sinemamıza hala parmakla gösterilen bir film ile giriş yapan ve sonraki filmlerinde aynı etkiyi yaratamadığı düşünülen Özcan Alper’in son filmi Karanlık Gece Ulusal Uzun Metraj Yarışması’ndan izlediğimiz son film oldu. Kurak Günler ile benzeşen yönlerinin olduğunu filmden önce de duymuştuk. İki yönetmenin “pişti” olduğuna dair söylenenler filme dair merakımızı açıkçası daha da artırmıştı. Fakat bir pişti olma durumu değil aksine benzer meselelere farklı perspektiflerden bakan ve sözlerini söylemek için bambaşka iki yolu tercih eden yönetmenler gördük. Hatta tartışmalara alan açması ve güncel politik meselelere sinemanın yaklaşımını konuşmak adına pek de kıymetli bir tesadüf oldu bu durum. Küçük bir dağ kasabasından çıkmış gezgin bir müzisyen olan İshak’ı odağına alıyor film. Henüz bu noktada bile Kurak Günler’den farklı bir bakış kuruyor köye. Seyirci dışarıdan gelen bir yabancıyı değil, köyün içinden ve kanın sıçradığı birini takip ediyor. Yedi yıl önce dahil olduğu bir linç olayı, ölmek üzere olan annesiyle vedalaşmak için kasabasına döndüğünde peşini bırakmıyor İshak’ın. Çocukluk arkadaşları olan diğer beş fail ve onları destekleyen kasaba halkıyla yüzleşmeye çalışan İshak, üzerine çöken suçluluk duygusuyla mücadele etmeye koyuluyor. Film bu anlatıyı inşa ederken de polisiye olmamak adına adeta çırpınıyor. Tüm gizemler filmin henüz başında açık ediliyor. Bu sayede yönetmen seyirci ile bir kim vurdu oynamıyor, çünkü herkes kimin vurduğunu biliyor. Geriye karakterin vicdanı ile olan mücadelesi ve köyün suçu hazmediş süreci kalıyor. Yönetmen de derdinin bunları eşelemek olduğunu işaret ediyor.
Sinema dili, kurgu mantığı ve hikaye kurulumu bakımından Kurak Günler ile Emin Alper ne yaptıysa tam zıddını sunuyor Özcan Alper. Sakin sakin bildiğimiz sona yürüyoruz, gerilim tonu karakterlerin eylemleri üzerinden değil iç dünyaları aracılığıyla kuruluyor. Köy bir Türkiye panoraması, ama bu sefer o atmosferin içine yavaş yavaş girmiyoruz, içinde doğuyoruz. Dışarıdan gelen karakter bizim için de yabancı. Bu açıdan seyirciyi konumlandırma aşamasında da farklı bir yol izleniyor. Filmin en güçlü yönü ise meseleyi bu denli sakin anlatıp sürekli bir bomba üstünde oturuyoruz hali yaratabilmesi. Bu doğrudan son yıllarda Türkiye’de yaşama deneyimimizle eşleşiyor. Öte yandan Özcan Alper ele aldığı konunun tehlikesinin farkında olarak adeta tereyağından kıl çekiyor. Karşımızda her ne kadar vicdanıyla bunu temizlemeye kalksa da suçun, cinayetin faillerinden biri var. Onun bu hesaplaşmasını asla ajite etmeden, bir an olsun bile özdeşlik kurma gayretine girmeden çok sakin ve net cümleler ile karakterine “sen suçlusun ve bununla yaşayacaksın” diyor. Tıpkı ülkemizde neredeyse her failin de tutunduğu ipin bu olduğunu ve kendini paklaştırma çabasının hep bu pişmanlık üzerinden kurulduğunu düşünürsek tam olarak olmasını gerekeni yapıyor yönetmen: onun ipini yine suç ortaklarına kestiriyor. Bu sözünü söylerkenki sakinliği yer yer aleyhine çalışıyor ve ritim sorunu yaşatıyor filme. Fakat Berkay Ateş ve Pınar Deniz’lcvin mesafeli oyunculuğu ve günün yıldızı Cem Yiğit Üzümoğlu’nun incelikli performansı bu sorunları gölgelemeye yetiyor. Sonuç olarak Özcan Alper güçlü politik metnine çok uygun buluşları sakin ama etkili rejisiyle destekleyerek belki de en iyi filmlerinden birine imza atıyor. Belki Emin Alper gibi öfke ile karışık yükseltici bir duyguyla bırakmıyor, ama düşmanın detaylı bir analizini altını kalın kalın çizerek sunuyor.