Çoğu sinemaseverin ıskaladığı nokta; sinemanın ne salt bir sanat dalı, ne salt bir eğlence nesnesi, ne de salt bir eğitim aracı olduğudur. Bazen bir film bunlardan yalnızca birine yönelik olurken bazen de hepsinden parçalar taşıyabilir. Şahsen işte çok yorulduğum, üzerine trafikte kaldığım ve eve geç ulaştığımda, kafamın zonkladığı böyle bir akşamda oturup da dikkat gerektiren bir film izleyemem.
Yorgun olduğum akşamlar, biraz da vaktim varsa ‘kafa yormayan bir film’ izlemek isterim. Tabii bu, benim adlandırma şeklim. Siz bu tarz, anlamak için çok çaba gerektirmeyen, sizi günlük dünyadan bir süre olsun uzaklaştıran filmleri başka türlü de nitelendirebilirsiniz. Before We Go (2015) tam da bu tarz bir film.
Marvel’in iki ünlü süper kahramanını (Human Torch ve Kaptan Amerika) canlandırarak büyük üne kavuşan Chris Evans’ın böylesine iddiasız ve sade bir filmle yönetmenliğe adım atması son derece ilginç. Film, gece yarısı tren garında şans eseri tanışan iki kişinin, sabahın ilk ışıklarına dek beraber vakit geçirmesini anlatıyor.
Nick (Chris Evans), profesyonelliğe adım atmaya çalışan bir caz trompetçisidir. Ertesi gün gerçekleşecek önemli bir deneme için geceye doğru New York’a gelir. Aslında bir partiye davetlidir ama orada eski sevgilisini görmekten korktuğu için garda trompet çalarak zaman öldürmektedir. Brooke (Alice Eve), Boston’da yaşayan bir sanat danışmanıdır. New York’a bir alım yapmak için gelmiş, ondan sonra da kafasını dağıtmak için bir bara takılmıştır. Tam kalkarken çantasının çalındığını anlar. Aceleyle elinde kalan tek şey olan biletle trene yetişmeye çalışırken telefonunu da tam Nick’in önünde düşürüp bozar. Son bir hamleyle trene koşarken o anda hareket eden treni görür ve sinirinden ağlamaya başlar.
İki tarafın da pek iç açıcı olmayan bir hâldeyken gerçekleşen tanışmaları, birbirlerinin yaralarına merhem olmalarını sağlar. Nick, eski sevgilisiyle karşılaşmanın ve hayatının iş görüşmesine girmesinin gerginliğini Brooke sayesinde atar. Brooke ise evde onu bekleyen sorunun ve bunu o gece treni kaçırarak engelleyememenin yarattığı stresi Nick ile konuşarak atlatır. İkisi de kendi hayatlarının kaygan dönemlerinden geçmektedir. Yapacakları tek bir yanlış hareket, tepetaklak olmalarına sebep olabilecektir. İşte böyle bir zamanda, daha önce hiç tanımadıkları birinden aldıkları destek ile kaymadan yürüyebilmeyi başarırlar.
Before We Go; açlık, sefalet, savaş gibi büyük sorunlarla uğraşmıyor. Lâkin hayat içinde herkesin karşılaşabileceği, hatta birkaç kez karşılaştığı ufak ama iz bırakan kişisel sorunları konu ediniyor. Büyük ihtimalle size lâyık olmayan eski sevgilinizi gördüğünüzde karnınıza inen hayalî yumruk gibi… Chris Evans’ın başarısı, çok absürd yerlere gidebilecek hikâyeyi dağıtmadan, ayaklarını yere basarak ve acele etmeden anlatabilmesi. Böylelikle film, su gibi akıyor ve sizi hiç yormuyor. Ama bu rahatlığının yanında düşündürüyor da. Çünkü filmde karakterlerin karşılaştığı sorunların biri ya da birkaçını mutlaka deneyimlemiş seyirci için onlarla empati kurmak, hatta onlar gibi derin düşüncelere dalmak hiç de zor değil.
Chris Evans, kendisinden beklenmeyen bu küçük bağımsız filmle yönetmenliğe yumuşak ama sağlam bir geçiş yapıyor. Oyunculuk performansının da sırıtmadığını söylebiliriz. Lâkin esas etkiyi partnerini oynayan Alice Eve’e borçlu. Eve, Hollywood’un altın dönemlerindeki (Grace Kelly gibi) starları andıran duru ve saf güzelliğiyle ölçülü oyunculuğunu birleştirerek göz dolduruyor. İkilinin birbilerine tam uyuşmayan ama ayrıksı da durmayan kimyası, filmdeki karakterlerle de örtüşüyor. Bilhassa bir partide ‘My Funny Valentine’i icra ettikleri sahne bu açıdan güzel bir örnek.
Before We Go, sade ve yormayan akışıyla bilhassa yaşamakta olduğumuz bu zor günlerde beynimizi dinlendirecek, biraz da sıradan hayat hakkında bizi düşündürecek küçük bir kaçamak.