Son zamanlarda yurt içinde ve dışında gerçekleşen olaylar, beni beynimin dipsiz kuyularında uzun yolculuklara çıkartıyor. Tarih, felsefe, politika, teoloji, antropoloji… Bunları aynı potada eriterek düşünmeye çalışıyorum “İnsanlık nereye gidiyor?” diye. Kısıtlı bilgi birikimim insan aklımla birleşince bir yerde tıkanıyorum. Böyle zamanlarda değişik bir bakış açısı, bir nebze olsun ferahlatıyor zihnimi; bulduğum yeni bir düşünce patikasını takip etmeye başlıyorum.
İlginçtir ki bu sefer bana yol gösteren popüler bir animasyon oldu. Disney’in son işi Zootopia (2016) ele aldığı konu ve onu işleyiş biçimiyle farkını hemen belli ediyor. Hayvanların insanlar gibi çalışıp, şehirler kurup, sosyalleşip medenileştiği bir dünyada geçen film, tavşan Judy Hopps’u ana eksenine alıyor. Judy, çocukluğundan beri tüm hayvanların eşit olduğuna inanan bir tavşan. Bu yüzden de fiziksel dezavantajına rağmen azmedip polis oluyor ve aldığı derece sayesinde tüm hayvanların beraber yaşadığı Zootopia metropolüne atanıyor.
Öncelikle Zootopia‘nın bir fabl olduğunu belirtmek gerek. Genelde çocukken okuduğumuz Ezop ve La Fontaine’nin ünlü fabllarında hayvanlara insani özellikler verilerek öykü mizahileştirilir. Lakin esas amaç komiklik veya hoş bir öykü anlatıp zaman geçirmek değil, içerdiği kıssadan hisseyi dinleyiciye/okuyucuya aktarmaktır. Böylece hem verilmek istenen mesaj iletilir, hem bir tür sembolizm ile konuya doğrudan bakan kem gözlerden kaçınılır, hem de keyifli bir dinleti verilmiş olunur. Mesela geçen yılın sürpriz yumurtalarından The Lego Movie (2015) oldukça kaliteli bir fabldı.
Tabii her fablda birtakım abartılar, gerçek dışılıklar olur ki bunları amaca giden yoldaki hoşluklar olarak görmek en mantıklısıdır. Zootopia‘da da tüm hayvanların beraber yaşadığı, içinde farklı iklimsel bölgeler olan metropol fikri, filmin adında da anlaşılabileceği üzere uçuk bir ütopya. Lakin tüm hayvanların eşit olduğunu vurgulamak adına da hoş bir fikir olduğunu kabul etmek gerek.
Ufacık tefecik bir tavşan olan Judy, görevlendirildiği karakolda ilk önce hor görülüyor ve park görevine atanıyor. Fakat azmi, zekâsı ve biraz da şansı sayesinde kısa zamanda gerçek bir görev ediniyor: Son zamanlarda kaybolan memelilerden birinin bulunması. Görevi sırasında tanıştığı, yılların sokak dolandırıcısı Nick ile kurduğu gelgitli işbirliği sayesinde olayın aslında hiç de basit olmadığını kavrıyor. Mafya, kült bir tarikat derken işin içinden belediye başkanı bile çıkıyor ve olay çok farklı yerlere dallanıp budaklanıyor.
Filmin en başarılı tarafı, konuyu oluşturan öğelerin ustaca bir şekilde yerleştirilmesi. Ana karakterimiz Judy’nin, ufak bir hayvan türü olan tavşan ve üstelik kadın olması, karakterin kırılganlığı ve fiziksel dezavantajının altını çizmek adına iyi bir seçim. Nitekim başta âmiri ve ailesi olmak üzere filmin neredeyse tüm diğer karakterleri Judy’yi fiziksel özellikleriyle yargılıyorlar. Ama film bunu başarılı şekilde kullanıyor, böylece Judy kimsenin beklemediğini yaparak boyundan çok büyük olayların içine karışıp ana gizemi çözüyor.
Yine Judy’nin zoraki partneri Nick de gerek işiyle gerekse geçmişiyle hikâyeye başarılı şekilde hizmet ediyor. Nick’in çocukluğunda yaşadığı olayla filmin ana gizeminin örtüşmesi karakteri daha da geliştiriyor. Judy gibi Nick de içinde yara kalmış çocukluğuyla yüzleşme şansı elde ediyor, bunun sebep olduğu kompleksin üstesinden gelerek geçmişini geride bırakıyor ve geleceğe umut dolu bir adım atıyor.
Filmin keyfini biraz kaçıracak olsam da ana gizeme biraz girmek zorundayım ki yazının esas kısmına (fablın kıssadan hissesine) geçebileyim. Judy ve Nick, kaybolan memeliler davasını araştırırken bu memelilerin âniden delirip etrafa saldırdıklarını keşfediyorlar ve tüm bu memeliler evrimsel süreçte etoburlar, yani başka hayvanları yiyerek beslenen türlere mensuplar. Fakat neden ve nasıl delirdikleri bilinmiyor. Ellerindeki tek ortak nokta da avcı türlerde sürekli bu semptoma rastlanması. Tabii ömrü boyunca önyargılarla boğuşan Judy’nin bile aklından bu hastalığın, evrimin bir şekilde geri adım atmasıyla oluşabileceği geçiyor. Bu teori de Zootopia halkının yüzde onunu oluşturan avcı türler üzerine bir kabus gibi çöküyor ki o hayvanlardan biri de bir tilki olan Nick.
İlk bakışta anlaşılabileceği üzere filmin verdiği ilk mesaj, önyargıların ne kadar yanıltıcı olabileceği ve ne gibi sonuçlara yol açabileceği. Hatta film, önyargıya devamlı maruz kalan birinin bile bu tongaya kolaylıkla düşebileceğini gösteriyor. Herkesin bildiği üzere bir kişi hakkındaki ilk izlenim, kişi hakkındaki düşüncelerin temelini oluşturur ve bunda tamamen izlenimi yapan kişinin geçmişi ile hayata bakışı ağır basar. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse eşcinsellik karşıtı biri, bir eşcinselle ilk tanıştığında aklına hemen aşağılayıcı şeyler gelir, hatta bunları ifade etmekten hiç çekinmez. Lakin bu oldukça yanlış tutuma sürekli maruz kalan eşcinsel de yeri geldiğinde önyargılarına teslim olabilir.
Fakat Zootopia‘nın esas mesajı çok daha çarpıcı. Çoğu filmin zaman nüvesini barındıran epilog sahnesine bakalım ilk önce. Çocuk Judy, kendi sahnelediği piyeste hayvanların tarihsel süreçte av-avcı ilişkisine sahip olduklarını ama Zootopia’nın kurulmasıyla bu ilişkinin geride bırakılıp modern dünyada herkesin, istediği kişi olabileceğini anlatıyor. Filmin genelinde işlenen de evrimsel sürecin geldiği bu noktaya uygun davranmamız gerektiği. Judy’nin şehrin mafya babalarından biriyle tanıştığı sahne, bu durumu güzel bir şekilde hicvediyor. Babanın huzuruna Nick ile birlikte çıkartılan Judy, Nick’e babanın odaya giren kutup ayılarından hangisi olduğunu soruyor. Nick hiçbiri olmadığını belirtirken baba, odaya son giren devasa kutup ayısının avucunda, en akla gelmeyecek hayvan olarak beliriyor: Bir fare!
Nasıl Zootopia metropolü, hayvanların hangi türe mensup olduklarından bağımsız, hep beraber sosyalleştikleri bir şehir ise dünyanın geneline de öyle bakabiliriz. Evrimsel süreçte şehirleşme, insanlık adına önemli bir tarihsel basamaktır. O zamana kadar tüm işlerini kendisi hâlletmek zorunda olan birey, sosyalleşme ve bir arada yaşama olgusu ile birlikte tek bir uğraşa odaklanabilmiştir. Diğer ihtiyaçlarını ise öteki bireylerden sağlamıştır. Böylece oluşagelen bu komün yaşamında her birey, diğerine bağımlıdır. Avukat olan biri, diğer bireylerin kanun karşısındaki sorunlarını çözmesine yardım ederken barınma, beslenme, eğitim, sağlık ve bir sürü alandaki ihtiyaçlarını başka bireylerden sağlamaktadır. Bu düzen -çoğunluk böyle görmek istemese de- her bireyin bir görevinin, dolayısıyla söz hakkının olduğu bir sistemi doğurmaktadır ki buna demokrasi diyoruz.
Lakin bugün çoğu demokrasi savunucusu (demokrat) bile insanlığın bu evrimsel sürecini es geçip demokrasinin sadece seçilen zümrenin yönetme hakkı olduğunu söyler. Oysaki böyle bir düşünce -başta Tocqueville olmak üzere politik felsefe üzerine kafa yoranların belirttiği üzere- demokrasiyi değil, çoğunluğun güç sahibi olduğu bir düzeni belirtir. Bu durumda ise küçük bir kesim dahi olsa toplumun bir bölümüne söz hakkı verilmediğinden düzen -er ya da geç- bozulmaya mahkûmdur. İnsanlık tarihi bunun nice örneğiyle dolup taşmasına rağmen gücün büyüsüne kapılıp kendisini diğerlerinden üstün gören insanlar ve zümreler hep olagelmiştir. Son yıllarda yaşadığımız ve artık sokağımıza kadar taşınan küresel savaş hâli, zamanında söz hakkı verilmediği için yıllarca diğerlerine bilenen, güçlenince de tüm hırsıyla gözü dönmüş şekilde önüne gelene saldıran zümrelerce tetiklenmiştir. Biraz geriye çekilip güncel dünya politikasını incelediğinizde bu basit gerçekle karşılaşmak sinirlerinizi bozacaktır. Ama bu durumda bile -yine çoğunluğun düşündüğü gibi- bu çatışmalara sebep olanları daha da ezip yok etmeye çalışmak yerine tüm insanlığı birleştirici eylemlere odaklanılmalıdır. Diğer türlü, kısa vadede sorunlar çözülmüş gibi gözükse de bir süre sonra daha şiddetli bir şekilde yine vuku bulacaktır. Güç uğruna diğer insanları yok saymak, onlara söz hakkı vermemek, yaşam haklarının bile olmadığını düşünmek insanlığın beraber yaşama şekline terstir ve bu yüzden de hep geri tepecektir.
Zootopia‘ya dönecek olursak, filmin sonlarına doğru ortaya çıkan esas kötümüzün söyledikleri tüm yazdıklarımın özeti sanki. Ona göre yıllarca avcı türler tarafından hor görülen, sayıca üstün olmalarına rağmen yine de ikinci plana atılan av türlerinin tam hakimiyeti için zamanı gelmiştir. Böylece kurduğu komploya -kendisine göre- sağlam bir altyapı oluşturmuştur. Gerçekten haklı mı sizce? Kısasa kısas, en doğru ceza yöntemi mi?
Ülkemizin art arda yaşadığı son derece korkunç olayların akabinde bir nebze olsun neşelenmek, gerçeğin vahşetinden birkaç saat olsun kaçabilmek için izledim Zootopia‘yı. Beni oldukça eğlendirse de yeni sorular da yarattı kafamda. (Galiba yaşadığımız bu savaş hâli tüm faaliyetlerimizi, eylemlerimizi ve hatta ilişkilerimizi etkileyecek artık.) Filmin bu düşündüren tavrı beni daha çok kendisine çekti. Ayrıca başarılı senaryosu ve abartıya kaçmayan ama göz dolduran görselliğini çok takdir ettim. Has sinefiller için hazırlanmış The Godfather (1971), Giant (1956) ve Breaking Bad (2008-2013) göndermeleri ve tembel hayvanların hakimiyetindeki trafik bürosu sahnesi gibi başarılı espri depoları da filmin başka önemli artılarından. Şimdiden yılın önemli yapımlarından biri olduğunu düşünüyorum.
çok üzel bir özet