Fallen Leaves (Yön. Aki Kaurismäki, 2023)
Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki sanıyorum ki modern sinemanın kendini fazlasıyla kanıtlamış sayılı Avrupalı yönetmenlerinden bir tanesi. Geçtiğimiz yıl izleyici ile buluşan son filmi Fallen Leaves (2023) ise, Kaurismäki’nin yıllar boyu oluşturduğu sinema dilinin bir devamı niteliğinde; tatlı ruhlu ve bir neşter kadar keskin büyüleyici bir aşk hikâyesi anlatıyor. Bu hikâye, parçalanıyor gibi görünen bir beton ormanda birbirini bulup, aynı hızda kaybeden iki Helsinkilinin etrafında dönüyor.
Fallen Leaves’de, Ariel (1988) ve Shadows in Paradise (1986) gibi Kaurismäki’nin kariyerinin ilk dönemlerindeki kara-komik aşk romanlarını çağrıştıran tavırla bariz bir benzerlik mevcut. Lakin, Fallen Leaves bu tavrı melankolik bir atmosfer ile harmanlıyor. Zaman zaman alaya aldığı ama insanî- insanî derken, bizden olan- bakışını esirgemediği, kasiyerlik ve bulaşıkçılık yapan Ansa’yı (Alma Pöysti) ve inşaat işçisi Holappa’yı (Jussi Vatanen) anlamaya ve daha önemlisi hissetmeye çalışırız. Onlar stabil bir hayat umuduyla iş arayışındayken, tekrar tekrar derin bir tereddüt ile ilişkilerini başlatmaya çalışırlar. Bu zalim dünyada, büyük bir şehirde birbirine bu kadar iyi gelen iki insanın birbirini bulmasının nadirliği, Arjantinli yönetmen Gustavo Taretto’nun Medianeras’ında (2011) kurduğu ‘Waldo’yu aramak’ analojisine benzer. Tek fark ise, bu arayışın kırılganlığı ve elden hafif bir rüzgârda uçuşan kâğıt parçası misali uçup gidebilme olasılığıdır.
Kaurismäki’nin hemen hemen bütün filmlerinde olduğu gibi, gündelik önemsiz ayrıntılar burada da görkemli ve anlamlı sinematik objelere dönüşüyor. Bir avuç spesifik ve gerçek anlamda yaşayan mekândan yola çıkarak titizlikle yaratılmış bu kurgusal evren, ne yazık ki yaşadığımız dünyayı bir hayli andırıyor ve kendimizi umuda teslim etmemizi sağlıyor. Filmde yine Finlandiyalı kadın müzik grubu Maustetytöt tarafından seslendirilen Syntynyt suruun ja puettu pettymyksin performansı ise izlemeye ve dinlemeye doyamayacağımız cinsten. Dilerim ki okuyucuya bir iyilik yapmışımdır, zira şarkıyı filmin ardından tekrar dinlemek için uzunca bir süre aradım.
Fallen Leaves ile Kaurismäki, 2023 Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’nü kazandı. 2024 Akademi Ödülleri’nde ise Finlandiya’nın resmi katılımı olarak En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında yarışacak. Pek şansı varmış gibi gözükmese de tartışmasız bu senenin en iz bırakan filmlerinden bir tanesi olarak kalacak.
The Promised Land (Yön. Nikolaj Arcel, 2023)
Nikolaj Arcel’in Anders Thomas Jensen ile birlikte yazdığı The Promised Land (2023) 1755 yılının Danimarka’sına uzanır. Ludvig Kahlen (Mads Mikkelsen), patates yetiştirmek için Danimarka’nın verimsiz topraklarına, kimsesiz bölgesine gitmeye karar veren, madalyalara sahip eski bir askerdir. Bunu yapabilmek için kraliyetin huzuruna çıkıp izin ister. Kraliyet Hazinesi üyeleri ilk başta Ludvig’in fikrini reddeder ancak sonunda Ludvig onları ikna etmeyi başarır. Çünkü Ludvig kendi parasıyla bunu denemeyi göze almıştır. Bürokratlar neredeyse onunla alay ederek kabul eder. Ludvig, Danimarka kırsalına, lanetli kabul edilen verimsiz topraklara doğru yol alır. Çoğu kişi için imkânsız bir işe kalkışmıştır ve önünde birden fazla engel vardır. Bunlardan en büyüğü ise yerel yönetici Frederik de Schinkel’dir (Simon Bennebjerg). Schinkel sürekli olarak bölgenin kendisine ait olduğunu iddia eder ve olabilecek her türlü engeli Ludvig’in önüne çıkarmaya başlar.
Ludvig’in böyle bir yolculuğa çıkma konusunda en büyük motivasyonu ekonomik konulardan ziyade elitlerin arasına katılabilmekle ilgilidir. Kişisel geçmişi ve ailesinin sosyolojik özellikleri nedeniyle hiçbir zaman elit sınıfın içine girememiştir. Onun hayali; pahalı takım elbiselerin, görkemli yemeklerin ve saraylarda yürüyüşlerin olduğu o dünyaya ait olmaktır. Ve bunu başarmak için çok çalışmaya hazırdır. Bunun için de fazlaca fedakârlık göstermesi gerekmektedir. Çünkü toprak, pek de misafirperver değildir. Ona yardım edebilecek insanları bulması da bir hayli zor görünür. Kaçak oldukları için saklanan köylü bir çift olan Johannes (Morten Hee Andersen) ile Ann Barbara (Amanda Collin) ve genç bir dindar papazla (Anton Eklund) yetinmek zorundadır.
Şiddetin, gerilimin ve nefretin artmasıyla başlayan filmin son bölümü, daha şiddetli, Western benzeri bir hâl alır. Bazı klişeler göze çarpsa da film aslında sıradan veya yavan olmaktan çok uzaktır. Ayrıntıların fark yarattığını ve eserin, ona büyük duygusal ve psikolojik derinlik kazandıran sağlam unsurlarla ve nüanslarla dolu olduğunu söylemek mümkün.
Ludvig karakterine can veren Mikkelsen, rolünü tüm karmaşıklığıyla yansıtır. Sert ve ciddi asker acımasızlığı ile dünyevi içgüdüleri ve beklenmedik bir baba figürü gibi davranma arzusu arasında mükemmel bir denge kurar. Yargılanması zor bir karakter yaratır. Bennebjerg ise mükemmel bir kötü adam ortaya çıkarır. Şımarık, şiddet yanlısı ve psikopat ama aynı zamanda şakacı ve istemeden gülünç bir karakterin tüm gelgitlerini izleyiciye yansıtır.
Estetik açısından film, mevsimlerin geçişini ve karanlık iç mekânları mükemmel bir şekilde yakalayan görüntü yönetmeni Rasmus Videbæk’in dikkat çekici çalışmasıyla desteklenir. Jette Lehmann’ın yapım tasarımı basit ama etkili bir biçimde göze çarpar.
En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında Oscar’a aday gösterilen kısa listede kendine yer bulan Danimarka draması, dönem öyküsünün klasik unsurlarını Western’e yakın bir formatla birleştirir. Hikâye bir sınıfın parçası olmak için yola çıkan fakat bunu yaparken aslında yeni bir aile oluşturduğunun farkında olmayan bir adamın portresi olarak işlenir. Bireyselliğe ve güçlü olarak tanımlanmaya takıntılı bir adam, belki de arzu ettiğinden çok daha sonra da olsa, en önemli şeyin yol boyunca oluşturduğu topluluk; az da olsa birlikte yediği ve barındığı insanlar olduğunu keşfedecektir.
The Taste of Things (Yön. Trần Anh Hùng, 2023)
Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü kazanan Anatomy of a Fall (2023)’un daha güçlü bir aday olduğunu düşünen birçok kişi için The Taste of Things (2023)’in Oscar adaylığı şaşırtıcı bir gelişme oldu.
1885 Fransası’nda geçen hikâye, İsveçli yazar Marcel Rouff’un The Life and Passion of Dodin-Bouffant, Gourmet (1924) adlı romanından uyarlanmıştır. Film, saygın bir aşçı olan Eugenie ile yirmi yıldır birlikte çalıştığı restoran sahibi ve gurme Dodin’in arasındaki ilişkiyi konu almaktadır. The Taste of Things, yaklaşık kırk dakika gibi iddialı bir açılış sahnesine sahip ancak uzun olmasına rağmen, zengin duygu ve estetik atmosferiyle iştah kabartmaktadır.
Hikâye, Dodin ve Eugénie’nin gastronomik yetenekleri etrafında örülüdür. Binoche’un canlandırdığı Eugénie, kendine güvenen ve hastalığına rağmen hayata karşı bağımsızlığını koruyan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Vincent Magimel’in canlandırdığı Dodin karakteri ise daha kaygılı bir enerji yaymaktadır. Fakat ikili beraberken yükselen aşk ve tutku, aralarındaki duygusal bağın gücünü yansıtır. Eugénie, defalarca Dodin’in evlenme teklifini reddetmiştir. Bir gün Dodin sevgilisi için özel bir yemek hazırlar ve hikâye şekillenir. Bu çaba, filmdeki ikinci büyük mutfak sahnesine yol açar. Yönetmen Hung, Magimel ile Binoche’un uyumlu kimyalarını sergileyerek aşkın ve basit güzelliklerin önemini hatırlatır.
Film, ilk yarısı Dodin ve Eugénie’nin mutfakta geçen uzun sahnelerine yer veren neşeli bir atmosfere sahiptir. Bu sahneler, yemek yapma sürecine odaklanarak izleyiciye görsel bir lezzet şöleni sunar. Ancak film ilerledikçe ve hikâye derinleştikçe daha karanlık bir ton ortaya çıkar. Yönetmen Trần Anh Hùng, bu tonal değişimi ustalıkla yönetir. Filmdeki aydınlık ve karanlık anlar, dengeli bir şekilde yansıtılır. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülüne layık görülen The Taste of Things, yılın en romantik filmi olarak görülmektedir.
20 Days in Mariupol (Yön. Mstyslav Chernov, 2023)
Yaşam ve ölümün süregelen dehşetini imlerken bir tanık rolü üstlenen 20 Days in Mariupol (2023), 96. Akademi Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Film kategorisi aday listesinde yer alarak tarihi süreçlerinde travmaların anlatılması, aktarılması ve duyulmasının son derece önemli olduğunu vurguluyor. Türkiye’de henüz izleme fırsatı bulamamakla birlikte, izleyici yorumları belgeselde sinematik ögelerin kullanımının travmatik olayların hatırlanması üzerine Brewin, Dalgleish ve Joseph (1996)’in ikili temsil teorileri ile paralellik gösterdiğine işaret ediyor. Böylece filmin seyirciyi ikincil bir tanık olarak konumlandırma olasılığı da yerini filmin bizzat bir tanık, hatta kanıt olarak sinema tarihinde yerini aldığı fikrine bizleri yöneltiyor.
20 Days in Mariupol, kuşatılmış bir şehrin kolektif travmasını şehirde kalan son uluslararası haber ekibinin kamerasından seyirciye aktarmaktadır. PBS Frontline ve Associated Press ortak yapımı film, ilk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yapmış ve Seyirci Ödülü almıştır. Rusya işgalinin ilk yirmi gününde işlenen savaş suçlarını belgeleyen filmin ekibinde yer alan yönetmen Mstyslav Chernov, fotoğrafçı Evgeniy Maloletka, yapımcı Vasilisa Stepanenko ve Lori Hinnant Pulitzer Ödülü almışlardır.
İkili temsil teorilerine (dual-representation theory) göre travmatik anılar, sözel-erişilebilir (verablly-accessible memories) ve durum-erişilebilir (situationally-accessible memories) olarak kodlanmaktadır. İkisi arasındaki başarısız entegrasyon ise bağlamsal olmayan ve tamamlanmamış ancak duygusal uyarılma bakımından fazla, tehditkâr içerikli travmatik anıların istemsiz olarak hatırlanmasına yol açmaktadır. Travmatik anıların kişinin hafızasında kodlanırken bozulmaya uğraması ile filmdeki kurgu arasında bir paralellik kurmak mümkün olabilir mi? Dil ile bağlama oturtabileceğimiz Chernov’un anlatımını sözel-erişilebilir olarak, kaydedilen 30 saatlik materyali ise durum-erişilebilir olarak düşünebilir miyiz? Seyirci yorumlarından yola çıkarak bu soruları sormak mümkün, ancak cevaplarına ulaşmak için filmin gösterime girmesini beklemek durumundayız.
Savaş suçlarının belgelendiği bir kanıt niteliği taşıyan belgeselde; Ukrayna’nın acısı ve bu acıya şahitlik eden seyircinin etik katılımı, sinematik kodları ve değerlendirmeleri aşmaktadır. Bu denli yoğun ve tarihi sürecini tamamlamamış, süregelen toplumsal bir travma üzerine bir belgeseli ancak travma teorilerinden yola çıkan bazı sorular ile ele almayı uygun buldum.
Four Daughters (Yön. Kaouther Ben Hania, 2023)
Bu yıl Filmekimi seçkisi açıklandığında görmeyi en çok istediğim filmlerden biriydi Les Filles d’Olfa (2023). Çünküher ne kadar Cannes’da En İyi Belgesel ödülünü alsa da aslında yarı kurmaca bir öyküye sahip olan bu film aynı zamanda Tunus’un Oscar adayıydı ve kendinden bekleneni boşa çıkarmayarak Oscar’ın kısa listesine kalmayı başardı. Peki neydi Arap bir kadının hikâyesini bu kadar enteresan kılan? Batılı birinin uğruna savaşmadan sahip olduğu haklara sahip olabilmek, en azından yaşam ve adil yargılanma hakkına sahip olabilmek için verilen mücadelenin merakı olabilir zannederim. Olfa’nın hikâyesinin beyaz perdeye yansıması ise dört çocuk annesi Tunuslu Olfa Hamrouni’nin iki kızının Işid’e katılmak için evden kaçması sonucu onları bulmak için bir gazeteye röportaj vermesine dayanıyor. Röportajı okuyan The Man Who Sold His Skin (2020) ve Beauty and The Dogs (2017) filmleriyle tanınan yönetmen Ben Hania, Olfa’nın hikâyesini milyonlara duyurmak için onunla iletişime geçiyor ve ortaya Olfa ile kalan iki kızının da filme dahil olduğu yarı kurgu yarı gerçek bir hikâye çıkıyor.
Fransa, Tunus, Almanya ve Suudi Arabistan ortak yapımı olan filmin yönetmen koltuğunda Kaouther Ben Hania otururken, oyuncu kadrosu ise Hend Sabri, Olfa Hamrouni, Eya Chikhaoui, Tayssir Chikhaoui, Nour Karoui, Ichraq Matar, Majd Mastoura’dan oluşmaktadır. Oyuncular arasında yer alan Eya Chikhaoui ve Tayssir Chikhaoui Olfa’nın gerçek kızlarıdır. Olfa her ne kadar filmde yer alsa da kendini oynamamış, Olfa’yı oyuncu Hend Sabri canlandırmıştır. Yönetmen verdiği bir röportajında, Olfa’nın yerine bir aktörü oynatmasının sebebinin Olfa’nın hayatını ve anılarını sorgulayabilmek için kurgusal bir karaktere ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Nitekim olayların bizzat merkezinde yer alan birinin kendi benliğinden uzaklaşarak objektif değerlendirme yapması hele ki aslında oyuncu olmayan birinin bunu başarabilmesi olanaksız olduğundan, yönetmenin bu kararının ne kadar yerinde olduğu evden kaçan iki küçük kızın kaçma nedenleri irdelenirken anlaşılmaktadır. Olfa’nın kayıp iki kızının yerine de yine iki oyuncu geçmiş ve böylece Tunus’tan Libya’daki Işid kamplarına uzanan bu acı dolu öykü beyaz perdeye aktarılmıştır.
Olfa’nın hikâyesinden bahsedecek olursak, Olfa’nın on beş ve on altı yaşlarında en büyük iki kızı olan Rahma ve Ghofrane Libya’daki Işid kamplarına katılmak için evden kaçarlar. Bu kaçışın ardından Olfa ve geride kalan iki kızı Eya ile Tayssir’in yaşadıkları travma manipüle edilmeden yansıtılırken, hikâyedeki gerçek kişilerin yokluğu ve sürecin yaşanırkenki nesnel sorgulaması kurmaca ile birleştirilerek izleyiciye aktarılmıştır. İki teröristin ailesi olmak zaten zorken bir de bu kaçışa neden olan içsel hesaplaşmalar devreye girer. Hatıralar gözler önüne serilirken görülür ki Olfa’nın evinde her zaman şiddet vardır. Yolunu kaybeden iki küçük çocuğu suçlamak kolay, oysa onları bu sürece götüren dinamikleri sorgulamak ve hakkaniyetli bir değerlendirme yapmak zordur. Olfa, kızlarının gidişinden hükûmeti sorumlu tutarken, iğneyi kendine batırmayı da bilir ve kızlarından af diler. Bu film ile onları çok sevdiğini ve tek amacının onları korumak olduğunu adeta tüm dünyaya haykırır.
Olfa halen iki kızının yeniden ülkelerine dönmeleri ve Tunus’ta adil yargılanmalarının mücadelesini vermektedir. Film aynı zamanda 2023 Münih En İyi Uluslararası Film Ödülü’nün de sahibi olmuştur.
The Mother of All Lies (Yön. Asmae El Moudir, 2023)
Asmae El Moudir’in yazdığı, yönettiği, yapımcılığını ve kurgusunu üstlendiği 2023 yapımı belgesel film The Mother of All Lies (Fas) (2023), sadece sürükleyici bir diyalog, etkileyici sinematografi ve derin hikâye ile değil aynı zamanda sanatsal bir başyapıt olarak dikkat çekiyor. Film, kişisel ve ulusal tarihi birleştirerek yönetmenin aile geçmişindeki hakikat arayışını araştırıyor.
Hikâye, yönetmenin çocukluğunu çevreleyen gizemleri ve yalanları keşfetmeye kararlı Asmae’nin, Kazablanka’daki ailesini ziyaret etmesiyle başlıyor. Eski eşyaları karıştırırken, bir anaokulunun oyun alanında gülümseyen çocukların fotoğrafını bulmasıyla bir gizemle karşılaşır. Ancak, çocuğun kendisi olduğuna dair herhangi bir inanç bulamaz. Bu olay, yönetmenin ailesi tarafından kendisine söylenen tüm küçük yalanları sorguladığı bir soruşturmanın fitilini ateşler.
Asmae, belgesel boyunca kamerasını alıp anne babasını sorgular, bu mahrem olayı oynayarak kendisinin de inanmadığı başka anıları gün yüzüne çıkarır. Fotoğraf, yönetmenin hafızasını sarsarak ailesi ve kültürü hakkında derin bir içsel yolculuğa çıkmasına neden olan bir başlangıç noktasıdır.
Belgesel boyunca Asmae, mahallesinin ve Fas’ın hafızasını araştırır. Yalanların neden söylendiğini anlamaya çalışırken ailesinin ve kültürünün özünü ortaya çıkarmaya uğraşır.
Film, sinematografik açıdan büyüleyici bir deneyim sunar. Görsel anlatım, atmosferin derinliklerine inmemizi sağlayarak renk paletiyle duygu durumlarını etkili bir şekilde vurgular. Bu, izleyiciyi Asmae’nin içsel yolculuğuna daha da çekici bir şekilde çeker.
The Mother of All Lies, etkileyici diyalogları, etkileyici sinematografisi ve derinlemesine işlenmiş hikâyesiyle öne çıkan bir yapıt. Film, sanatsal bir bakış açısıyla düşündüren bir deneyim sunarak sinema sanatının gücünü gösteriyor. Asmae El Moudir’in yönetmenlik yeteneği ve hikâyeye kattığı derinlik, filmi sanatsal açıdan büyük bir başarı hâline getiriyor.
The Zone of Interest (Yön. Jonathan Glazer, 2023)
Üzerimizde, 2023 yılı boyunca izlediğimiz tüm korku filmlerinden daha rahatsız edici bir etki bırakan Jonathan Glazer’in on yıl aradan sonra çektiği son filmi The Zone of Interest (2023), bir Nazi kampının komutanı olan Rudolf Höss ve ailesini birinci plana yerleştiriyor. Christian Friedel tarafından şaşırtıcı bir sakinlikle canlandırılan Rudolf Höss, Yahudi soykırımı sırasında Auschwitz’i en etkili ölüm kampına dönüştüren kişi olarak biliniyor. Aileyi, bu çiçeklerle bezeli evin bahçesinde piknik yaparken, yemek yerken, sera ve havuzların tadını çıkarırken izliyoruz. Fakat zaman ilerledikçe, bu huzurlu evin bahçesinin hemen ötesindeki dikenli tellerle çevrili beton bir duvarın, soykırım ile yaşamı birbirinden ayırdığını fark ediyoruz. Ayrıca neredeyse her sahnenin arka plan müziği olarak silah sesleri, köpek havlamaları ve insan çığlıkları ile birleşen düşük metalik vızıltı kulaklarımızı tırmalıyor.
Yönetmen Jonathan Glazer, bizi hiçbir zaman kampın içine sokmadan ve bu konuda çekilmiş filmlerde sıkça gördüğümüz dehşet verici sahneleri göstermeden oldukça tekinsiz ve rahatsız edici bir atmosfer yaratmayı başarmış. Soykırımı kameraya almak yerine, hikâyesini Höss ailesinin günlük ritimlerine dayandırarak, bir yandan bahçe duvarının öteki tarafında devasa bir ölüm makinesi çalıştırılırken, diğer yandan mutlu bir ailenin günlük sakin hayatlarına şahit olduğumuz bir atmosfer yaratıyor. Filmde tercih edilen bu seçim, yaşanılanın ağırlığını çok daha gerçek bir yerden ele aldığından, izleyici üzerindeki etkisi de bir o kadar sarsıcı oluyor.
Çocukların bahçede oynadığı veya okula gittiği anları izliyoruz. Zaman zaman oynadıkları oyunların agresifliği, onların da etraflarında neler olup bittiğinden haberdar oldukları izlenimini veriyor. Sandra Hüller tarafından canlandırılan Hedwig, misafirperver bir kadın ve ilgili bir anne. Bir noktada kürk bir palto denemek için odasına gizlice giriyor ve paltoların gaz odalarına götürülen bir Yahudi kadına ait olduğunu anlaması bir anını alıyor. The Zone of Interest, aslında bu küçük anlardaki korkunç detaylarıyla, tüm bu katliamın ardındaki insanların geceleri nasıl uyuyabildikleri, sabahları nasıl kalkıp kahvaltı edebildikleri, hayatlarını nasıl normal ve huzurlu geçirebildiklerini gösteren bir film. Evet soykırım tek başına yeterince korkunç, fakat Glazer burada asıl korkunç olanın duvarın ardında elleri kana bulanmış insanların hayatlarına nasıl hiçbir şey yokmuşçasına devam edebilmesi olduğunu göstermek istiyor.
Film, yumuşak bir tonla başlayan fakat sonunda bir kasırgaya dönüşen, sterilize edilmiş ulumaların ve çığlıkların karıştığı bir müzikle kapanışını yaparken, izleyiciyi gösterim bittikten sonra bile takip etmeye devam ediyor. İzlemesi ve hazmetmesi zor olan The Zone of Interest, insanlık tarihindeki bu karanlık geçmişi hiçbir zaman arkamızda bırakamayacağımızı tekrardan hatırlatıyor.
Totem (Yön. Lila Aviles, 2023)
Bu yıl En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film kategorisinde on beş filmlik listeye kalan ancak ana yarışma filmi olmaya hak kazanamayan filmlerden biri Lilva Aviles yönetmenliğindeki Totem (2023), doygun sinematografisiyle göz dolduran bir yapım. Totem, kültürlerarası akışkanlığa sahip; çok tanıdık hisler barındıran, insan manzaralarına odaklanan Meksika, Danimarka ve Fransa ortak yapımlı bir film olarak da ayrıca dikkat çekiyor. Ölüm mefhumuyla henüz tanışma aşamasında olan, kabulleniş ve kaybetmenin getirdiği huzursuzluğu yedi yaşında bir kız çocuğu vizyonuyla ele alan yönetmen, bu bağlamda filmini kendi kızına adamaktadır. Sevdiği insanların kaybını idrak etmekte zorlanan Sol, babasının hastalığıyla duygusal olarak mücadele etmektedir. Tona, kanser teşhisi konulmuş ve tedaviyi sürekli reddeden genç bir adamdır. Tek dileği babasının ölmemesi olan küçük kız, babası Tona için verilen bir parti davetinde tüm akrabalarıyla bir arada, aile olmanın dinamiklerini deneyimlemektedir.
Büyük aile evi, kuzenler, akrabalar ve fırında pişen kek üçgeninde geçen, çocuklar için bir sığınak görevi gören önemli yapılanmalardan biridir. Korunup kollanmanın en ilkel kodlarından biri olan aile bilinci henüz Sol’un idrak edebileceğinden çok daha fazla anlamlar içermektedir. Filmin en dikkat çekici ayrıntılarından biri tüm olay örgüsünün tek bir günde ve aile içinde geçmesi diyebilirim. Gündelik hayattan, sıradan problemlerle bezenmiş Totem, çocukluğuna ve güvenli alanına özlem duymuş herkese hitap edebiliyor. Lila Aviles, huzursuz bir atmosfer yaratırken aile sıcaklığını da başarılı bir şekilde yansıtıyor.
Ev içi huzursuzluğu, büyükbabanın gerginliğini, hastalıkla mücadele etmenin getirdiği yorgunluğu sinemanın gerçekçi nüanslarıyla ele alan Totem, umut etmenin gücüne odaklanmayı seçen yapımlardan biri olarak seyircisini anda tutan bir bakış açısına yoğunlaşıyor. Tona ve kız kardeşleri, akrabaları ve dostları arasında gelişen bu iyi niyet sarmalı, umut etmenin, birlik olmanın en büyük totemlerden biri olduğuna vurgu yapıyor.
Bu yıl doksan altıncı kez düzenlenen Akademi Ödülleri, En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film kategorisinde çıtayı oldukça yüksek tutuyor diyebiliriz. Totem, kısa listede yer almasa da yönetmen Lila Aviles birçok festivalden ödüllerle dönmeye devam ediyor. Aviles, ilk kez 2020 yılında uzun metrajı Oda Hizmetçisi (2020) filmiyle Oscar için aday gösterilmişti. Dünya prömiyerini 73. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde yapan Totem, Ekümenik Jüri Ödülü’nün sahibi oldu. FIPRESCI dahil olmak üzere toplam on sekiz ödül ve yirmi yedi adaylığı bulunan yapım 2023 yılının dikkat çeken filmlerinden biri olarak Oscar listemizde yerini alıyor.
Society of the Snow (Yön. Juan Antonio Bayona, 2023)
İnsanlık tarihi, akıl sınırlarını zorlayan felaketler ve onlarla mucizevi şekilde mücadele eden kimselerle efsaneleşmiştir bir bakıma. 1972 tarihinde Uruguay-Şili sınırında gerçekleşen trajik bir uçak kazası da inanmanın zor olduğu, böylesi bir trajedinin hikâyesi olmuştur. İspanyol yönetmen J. A. Bayona’nın objektifinde beyazperdeye yansıtılan olay, yaşları on sekiz ila otuz olan bir grup Amerikan futbolcusu ve yanlarında onlara eşlik eden aile ile arkadaş çevrelerinin başından geçmiştir. Uruguay Hava Kuvvetleri 571 numaralı uçakla Şili’ye seyahat eden ekip, sıcaklığı değişen hava dalgaları ve türbülansa rağmen seyir hâlinde ilerler. Bu sırada kontrolü yitiren pilot, rotadan saparak bir dağı aşmak isterken uçağın kanadını etrafındaki kayalara çarpınca uçak oracıkta ikiye bölünür. Bu, umudun kırıldığı ilk andır. Neye uğradığını anlayamayan insanların bir kısmı bu esnada yaşamını yitirir. Koparak karlara saplanan uçak parçasından sağ çıkanları ise tarihin en zorlu mücadelelerinden biri beklemektedir.
İspanyol dizilerinde adını hızla duyurmaya başlayan genç oyuncu Enzo Vogrincic ve Agustin Pardella gibi isimlerin, olayda adı geçen gerçek kişileri canlandırdığı grup, kelimenin tam anlamıyla hiçliğin ortasında umudu (!) beklemeye koyulur. İlk hafta soğuk ve açlıkla mücadele, bedenlerinin sınırlarını onlara hissettirir. İkinci hafta ise yaşamını yitirenlerin sayısı arttıkça umutlarını besleyen ışıklar bir bir yitmeye başlar. Ancak mücadelenin zirvesini, ölü bedenleri birer besin kaynağı olarak kullanıp kullanmama kararı verirken yaşarlar. Etik değerlerle insanî içgüdü ve ihtiyaçların çatıştığı bu noktada her iki unsurun sınırı da sorgulanır, zorlanır ve ‘insan’ kavramı bambaşka bir tanım alır. Ölüm, dört bir yandan beyaz bir girdap gibi onları kendine çekerken yaşama umuduna sımsıkı bağladıkları her nefesi, ‘her şeye rağmen’ alırlar. Zira insanlıklarından ötürü, kendilerine saygılarından ve birbirlerine sevgilerinden ötürü canlarını ölüme vermeye değil, yaşamı tırnaklarıyla geri almaya kararlıdırlar. Ancak kazanın üzerinden geçen yetmiş bir günün sonunda böylesi bir mucizenin gerçekleşmesi mümkün olabilir mi? Yoksa izleyenlerin dahi dayanma sınırlarını zorlayan bu ekibin adı, yaşadıkları deneyimi ölümsüzleştirmek için çektikleri fotoğraflarla yas dolu bir efsaneye mi dönüşecektir?
Film, her şeyden önce John Locke’un ‘doğa durumu’ (state of nature) adını verdiği, anarşik ve kaotik bir ortamda insanın nasıl davranacağına, etik değerlerini muhafaza edip etmeme kararlarına gerçek bir kurgu ile yaklaşmaktadır. Öte yandan umut ile umutsuzluğun hududunda her iki duyguyu da derinlemesine yaşatan doğa manzaraları, izleyiciyi de içine alıp soğuğu, açlığı, yokluğu, ölümü adeta oyuncularla birlikte yaşatır. Hem görsel hem içerik anlamında unutulmaz bir deneyime dönüşen film, bu özellikleriyle kuşkusuz 2024 Oscar kısa listesinde yer almayı hak edecek türde bir insan ve insanlık panoraması sunar.
Perfect Days (Yön. Wim Wenders, 2023)
Bu sene 96. kez düzenlenecek olan Akademi Ödülleri’ne En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında Japonya’yı temsilen katılan ve ana yarışmaya kalan adaylar arasına giren Perfect Days (2023); müziğin, doğanın, ışığın ve insanın şiirsi bir zarafetle bir araya geldiği, ilk anından itibaren seyirciyi içine alan bir eser.
Hirayama, Tokyo’nun çeşitli yerlerinde bulunan umumi tuvaletleri temizlemekle görevli bir adamdır. Her güne uyandığı gibi yer yatağını toplayarak başlar, dişlerini fırçalar, yetiştirdiği ev bitkilerinin bakımını yapar, önlüğünü ve havlusunu giyer, evinin önündeki otomattan bir şişe soğuk kahve alır, arabasına biner ve kaset koleksiyonundan birini seçerek teybe takar. Her günün farklı bir müziği vardır: Patti Smith, Van Morrison, The Kinks ve elbette ki Lou Reed… İşini titiz ve düzenli bir şekilde tamamlar, öğle yemeğini yediği aynı parkta ağaçları seyrederek ve rüzgârda usulca salınan ince dalları fotoğraflayarak vakit geçirir. İşini bitirdikten sonra mahalle hamamında banyo yapar, akşam yemeğini aynı yerde yer, uyumadan önce gece lambası ışığında kitap okur. Rüyasında rüzgârda salınan yaprakların yarattığı ışık ve gölge oyunlarını izler. Hayatındaki her şeye olumlayıcı bir özenle yaklaşır, pek konuşmaz, sıkça gülümser. Şeyleri olduğu gibi kabul eden ve rutini içerisinde döngülenmekten memnuniyet duyan biri gibidir. Onun rutini, tekrarlamasının bir çeşit rahatlık uyandırdığı, insanın yaşamın merkezinde değil ama diğer tüm ögeleriyle birlikte içinde yer aldığı bir uyum hissi uyandırır.
Wim Wenders’ın Japon yetkililer tarafından “Tokyo Toilet Project” isimli yeni bir teknolojik umumi tuvalet sisteminin tanıtımı amacıyla gözlem yapmak üzere davet edilmesiyle bir kısa film projesi olarak gündeme gelen Perfect Days, Japon olmayan bir yönetmen tarafından üretilmiş ve ülke adına Oscar Ödül Töreni’nde yarışacak olan ilk filmdir. Yönetmenin nerede başlayıp nerede bittiği gösterilmeyen bir akış içinde ele aldığı karakterlerinden biri olarak Hirayama, dingin bir tonda giden hayatında meydana gelen ufak değişiklikler ile rutininde bocalamalar yaşayacak, içsel huzur hissini tehlikeye atan duygularıyla baş etmek için okuduğu kitaplara başvuracaktır. Şimdinin, yalnızca şimdi olduğu vurgusuyla Perfect Days, zihinlerimizde bölmelere ayırarak kilitleyip kaldırdığımız “şimdi olmayanlar”ın gölgesinde her gün ısrarla arayıp bulduğumuz ışığın yarattığı sıcaklık hissini, harekete dökülmüş bir şiirsellik içinde ustaca anlatmayı başarıyor.
Me Captain (Yön. Matteo Garrone, 2023)
Senegalli iki genç çocuk, bir yolculuğa çıkar. On altı yaşındaki Seydou ve Moussa… Birbiriyle kuzen olan bu iki genç, bir yandan liseye devam ederken bir yandan da ailelerinden gizlice günü birlik işlerde çalışıp para biriktirirler. Aileleriyle, komşuları ve arkadaşlarıyla mutlu bir hayatları olan bu iki rap müzik sevdalısı ama en önemlisi fazlasıyla hayalperest, umut dolu gencin aslında görünürde hiçbir sıkıntısı yoktur. Yaşadıkları topraklardan, sevdiklerinden ayrılıp uzun, zorlu ve bilinmezlikle dolu, herkesin sonunda ölüm olduğunu söylediği bir yolculuğa neden çıkmak isterler? Kendilerinin deyimiyle; beyazların onlardan imza isteyecek olması tek motivasyon kaynaklarıdır. Ama tabii mesele bu kadar basit değildir. Seydou ve Moussa, dünyanın diğer köşesindeki şanslı beyaz insanlarla aynı koşullarda yarışmak isterler. Ve böylece Avrupalının birkaç saatte tamamlayacağı yolculuk; Seydou ve Moussa için tıpkı mitolojik kahramanların yolculukları gibi canavarlarla kuşatılmış, uzun, zorlu, ölümün kol gezdiği, fantastik olayların yaşandığı bir hâle dönüşür.
Gomorra (2008), Dogman (2018), Pinokyo (2019) gibi filmleriyle adını duyuran Matteo Garrone’nin son filmi Kaptan Benim / Io Capitano (2023) prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen, Gümüş Aslan, UNESCO ve En İyi Genç Aktör (Seydou Sarr) başta olmak üzere birçok ödülün sahibi oldu. Son olarak Akademi’nin Uluslararası En İyi Uzun Metraj Film dalında kısa listeye ardından da son beşe kalan Kaptan Benim, bir büyüme hikâyesinden daha çok Joseph Campbell’in Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ndaki gibi bir kahramana dönüşme hikâyesidir. Garrone, öncelikle hikâyenin yolculuk öncesi kısmını uzun tutuyor. Zira böylece başta da belirttiğim gibi Seydou ve Moussa’nın mutlu ve güvenli hayatlarına vakıf oluyoruz. Bu iki genç; ne kanunlardan, ne savaştan, ne de açlıktan kaçmaktadır. Evet; yoksulluk, imkânsızlıklar vardır ama bu yolculuk bir hayalin gerçekleşmesi için yapılır. İşte filmin en sıkıntılı yanı da zaten bu oluyor. Zira “Avrupa” kelimesini duyan tüm büyüklerinin ağzından sadece “ölüm” kelimesini duyan Seydou ve Moussa’nın her şeye rağmen yola çıkma motivasyonuna seyirci olarak ikna olabilmek mümkün değil. Yolculuğun başındaki bu ikna olamama tüm hikâye boyunca kendini her defasında hatırlatıyor ne yazık ki.
Filmin ve aslında kahramanın da yolculuğunun en zorlu ve uzun kısmı ise yola çıktıktan sonra gerçekleşir. Önce çölün acımasız koşullarıyla başlayan imtihan; kanun insanlarının yolsuzlukları, insan kaçakçılarının acımasızlığı ve esir kampında köle olarak satılmalarıyla devam eder. En kötüsü ise filmin başından beri hikâyesine eşlik ettiğimiz ve kahraman olmasını beklediğimiz Seydou’nun bu yolculukta ona bir nevi mentorluk yapan kuzeni Moussa ile yollarının bir noktada ayrılması olur. Neyse ki bu kez de “kahramanların yolculuğu”ndan aşina olduğumuz “baba figürü” ile hesaplaşma devreye girer. Seydou’nun Libya’daki insan tacirlerinin elinden kurtulmasını sağlayan Martin ile tanışır seyirci. Seydou’nun yıllar evvel kaybettiği ve bir şekilde aşması gereken “baba” olgusu, Martin’in oğlu yaşındaki Seydou’ya kol kanat germesi ile nihayete erer. Böylece Seydou, baba figürü ile de hesaplaşmış, yolda karşısına çıkan tüm engelleri aşmıştır. Seydou’nun artık bir kahraman olmaması için hiçbir engel kalmamıştır.
İtalya üzerinden Avrupa’ya kavuşma hayaliyle yola çıkan insanların dramına kayıtsız kalamayan Garrone’nin meseleyi, beyaz bir Avrupalı olarak ne kadar içselleştirip aktarabildiği bana kalırsa biraz tartışmalı. Zira en başta böylesine can alıcı bir meselenin içine büyülü gerçekçiliği sokmanın ne kadar sağlıklı olduğu konusunda emin değilim. Yine de Kaptan Benim, her şeye rağmen ölüm ile burun buruna yaşanan nice yolculuğa ışık tutması nedeniyle değerli bir yerde duruyor.
The Teachers’ Lounge (Yön. İlker Çatak, 2023)
İlker Çatak’ın yıl içinde adını çeşitli vesilelerle sık sık duyduğumuz Öğretmenler Odası (2023), bu yıl Berlin Film Festivali Panorama bölümünde prömiyerini yaptıktan sonra büyük bir ilgi toplamıştı. Berlinale ve Alman Film Ödülleri’nin de dâhil olduğu çeşitli sinema organizasyonlarından ödülleri toplayan yapım, Almanya’nın En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film dalında Oscar aday adayı olarak gösterilmesinin ardından Oscar kısa listeye ve nihayetinde son beşe kalarak başarısını cümle âleme ilan etmiştir.
Almanya doğumlu, Türk asıllı yönetmen İlker Çatak, yıllardır sinemada farklı bakış açılarıyla irdelenen bir meseleyi bir kez daha ele alıyor. Okul, sınıf, öğretmen, öğrenci, veli… Etik değerlerin, genel geçer ahlak kurallarının, öğretmenlik mesleğinin sınırlarının, profesyonelliğin ve daha nice göklerden gelen bir emirmişçesine basma kalıp bir şekilde sahiplenilen değer yargılarının tartışmaya açıldığı filmde Çatak, seyirciye hazmı zor bir deneyim vadediyor. Zira seyirciye en başta başkarakter Carla Nowak olmak üzere film boyunca kusursuz bir karakter sunarak her daim tutunabileceği bir dal vermiyor. Seyircinin adeta mahkeme salonundaki halk jürisi gibi konumlandırıldığı filmde en nihayetinde akıl çerçevesinde yapılan tüm muhakemelerin sonu toplumsal meselelere dayanıyor.
Filmin senaryosunu Johannes Duncher ile birlikte yazan Çatak, Almanya’da bir okula matematik öğretmeni olarak atanan Carla Nowak’ın bir yandan okul sistemine, bir yandan meslektaşlarına, bir yandan da velilere karşı verdiği mücadeleyi perdeye taşıyor. Zira Nowak’ın önemsediği en önemli değeri öğrencileridir. Ne yazık ki Nowak, okulda yaşanılan bir hırsızlık nedeniyle idarenin yaptığı soruşturmanın öğrencilerine zarar verdiğini düşündüğü için kendince çözümler aramak zorunda kalıyor. Zira alternatif çözüm yollarına başvurmazsa ırkçılık başta olmak üzere birçok sebepten ötürü olaylar amacı dışında noktalara sapma tehlikesi taşıyor. Nowak’ın bu çözümleri ise daha başka sorunları doğuruyor. Ve işler içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Öğretmenler Odası’nı bugüne kadar meselesini öğretmen-veli-idare-öğrenci ilişkisi çevresinde kuran birçok filmden farklılaştıran yanları var. Zira film, okul ortamını toplumun içine düştüğü durumu aynalayan bir mikro alan olarak kullanıyor. Üstelik Çatak; tüm film boyunca mücadelesine eşlik edilecek, takipçisi olunacak olan Nowak’ı özdeşlik kurulup nihayetinde katarsis yaşanacak bir karakter olarak kurmuyor. Nowak, asla siyahın karşısında bir beyaz değil, doğrusu ve yanlışıyla gri bir karakter. Nowak, çürümüş bir toplumda beyaz olarak kalmanın mümkün olmadığının bir örneği adeta.
Günün sonunda tüm yaşanılanların sonu, ülkenin sorunlarının bir tezahürüne dönüşüyor. Irkçılık başta olmak üzere Alman toplumunda zuhur eden her şey okulun dört duvarı arasında da yaşanıyor. Özellikle Türk asıllı olduğu için haksız yere hedef gösterilip ifşa edilen Ali isimli öğrencinin durumu Nowak’ı, kariyerini tehlikeye atacak hamleleri yapmaya zorlarken seyircinin tüm yaşanılanlara sakince tanıklık etmeyip büyük bir sorgulamaya yeltenmesi kuvvetle muhtemel. Başarılı kurgusu ile velilerin ve öğrencilerin de dâhil olduğu tüm bu kaos ortamında yaşanılanların etkisini bir kat daha arttıran filmin finali de takdire şayan. Tüm soruları yanıtsız, tüm önyargıları karşılıksız bırakan finaliyle oldukça özgün bir yerde duran Öğretmenler Odası, Oscar heykelciğini kaldırmaya çok ama çok yakın.