Şarkılara, şiirlere, birbirinden güzel hikâyelere ev sahipliği yapmış bir semte misafir oluyoruz: Kadıköy. Sokaklarında, kafelerinde, sinema salonlarında, ruhumuzun tüm nihai kanıtını hissedebildiğimiz bir yerdeyiz. Hâl böyle olunca; aidiyet kurabildiğimiz birçok gerçeklik karşılıyor bizi. Sokak sanatçıları, müzisyenler, kahve kokusu, dükkânlardan yükselen plâk sesleri; bunlar Kadıköy’ümüzü oluşturan yapbozun önemli parçalarını oluşturuyor. Ve tabii ki, biz sinemaseverlerin ve koleksiyonerlerin en güçlü kalesi olan Kadıköy Film Kulübü, bu büyülü evrende hayatına devam ederek bizlere binlerce filmi keşfetme imkânı sunuyor. Koleksiyonerlerden özenle toplanmış filmlerin huzur içinde yaşadığı sıcacık bir yuvadır burası. Sinemanın birleştirici gücünden yararlanarak kendisine ulaştığımız Çağatay Doğangül ile “Film Koleksiyoneri Olmak ve Kadıköy Film Kulübü” üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Merhaba, öncelikle teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Dünyamız bu denli zorlu günlerinin ekseninde dönerken siz Kadıköy Film Kulübü ailesini keşfetmek biz sinemaseverler için denizin derinliklerinden inci tanesi çıkartmak gibi bir his. Öncelikle herkesin merak ettiği gibi o beklenen soruyla başlayalım: Kadıköy Film Kulübü nasıl doğdu?
Merhaba, öncelikle hoş geldiniz diyerek sözlerime başlamak istiyorum. Kadıköy Film Kulübü 2016 yılında Beşiktaş’ta doğdu. Ufak bir dükkândık. Nasıl başladık derseniz eğer; aslında ben bir koleksiyoner değilim, ticari insanım. Fakat; tabii ki, zaman geçtikçe ve belli bir portföye ulaştıkça artık bu işin ticaretten de öte koleksiyonerlik tarafından da ciddi keyif almaya başladım. Film seyretmeye, biriktirmeye, koleksiyonerlik duygusuna empati kurmaya başladım. Beşiktaş’ta yaklaşık beş yıl önce bu işe başladığımda ortağım vardı. Babası eski bir sinemacıydı bu bağlamda bana “Gel beraber bu işi yapalım.” dedi. Böylece 2016 yılında bu işe başladık, ama artık Kadıköy’deyiz.
Kulübünüzde çok fazla film var. Hepsinden ayrı ayrı sorumlu olmak, listesini tutmak, düzenli olarak takibini gerçekleştirmek gerek. Bunlar hep emek isteyen şeyler. En ufak bir karışıklığın çözülmesi; saatler, belki de günler alacaktır. Siz, plansız gelişmeler için filmlerinizi nasıl koruyorsunuz?
Çok değerli ve önemli bir noktaya değindiniz. Neden: Dükkâna bir müşteri veya bir sipariş geldiğinde, o filmi bulup anında talep eden kişiye ulaştırmamız gerekiyor. Zaman kaybını önlemek için hızlı bir şekilde talebi karşılamamız gerekmektedir. Zaman uzadıkça koleksiyonerlerin sabrı da tükeniyor. Mağazamızda her bir filmin yeri bellidir. Türk filmleri, oyuncu filmleri, SAGA baskılar, yönetmen filmleri, klâsikler hepsi ayrı yerdeler. Dolayısıyla; bir müşteri geldiğinde direkt DVD’yi alıp kendisine sunabiliyoruz. Aradığımız filmi hızlıca bulabilmemiz çok önemli. Filmlerimizi temin ederken, mümkün olduğunca tek tek hepsinin kontrolünü sağlıyoruz. Örneğin; kutularında bir kırıklık var mı; kaplamalarında, etiketlerinde bir sararma, yırtık, sökülme, bir deforme var mı, keza; disklerinde bir çizik, bir nokta veya bir kepeklenme var mı diye özenle inceliyoruz. Titiz davranıyoruz, çünkü artık bu filmlerin üretimi ne yazık ki kalmadı. Ve ülkemize hiçbir film ithal edilmiyor. Bizler bu filmleri, koleksiyonerlerin özenle biriktirdiği arşivlerinden satın alıyoruz. Koleksiyonerler, zamanla yer sıkıntısı ya da maddi sıkıntı çekiyor. Bu nedenle, ellerinden çıkartmak istedikleri filmleri bize getiriyorlar. Bizler de almış olduğumuz bu eski filmleri, mümkün olduğunca öteki koleksiyonerlerin arşivine ulaştırarak etkileşimi canlı tutuyoruz. Retrospektif bir döngü içerisindeyiz. Elimize gelen her bir filmi ayrı ayrı kontrol ederek ambalajlıyoruz. Eskiyi alıp yeniliyoruz.
Yeni insanlar tanıyor ve yeni hikâyelere ortak oluyorsunuz. Peki, sizce film trafiği yapmış olduğunuz misafirleriniz, seçtikleri filmler ve takip ettikleri yönetmenler açısından kendi karakterlerinden de küçük izler taşıyor mu? Film kulübüne gelen konuklarınızdan biraz bahsedebilir miyiz?
Yine çok önemli bir konu. Şöyle ki; film izlemek insanın bakış açısını gerçekten geliştiren bir husus. Ciddi anlamda genel kültür. Çünkü, bir film hakkında sabaha kadar sohbet edebilirsiniz. Yönetmenin kurgusundan, oyuncudan, kostümden, mekândan… Ben, bunlara çok çok dikkat ediyorum. Örneğin; Meet Joe Black (1998) filminde kostümler ve malikâne muhteşem, görsel tema çok başarılı. Filmseverler de bu gibi unsurlara çok dikkat ediyor ve aslında bu titizlik ve beğeni kişilerin karakterini de yansıtıyor. Yönetmenler, hepsi birbirinden değerli. Ancak onların da kendi filmografileri içerisinde bireysel kodları var: takıntılar. Doğru cümle takıntı. Bu takıntılar hâliyle, insanların mizaçlarını da yansıtmış oluyor. Bu bağlamda bize gelen her bir koleksiyoner, X yönetmen, Z yönetmen dediğinde, bizler de karakterleri hakkında bilgi sahibi olup misafirlerimizi analiz etme şansına ulaşıyoruz. Bu hususta sinema, bana kalırsa bir bilim dalı. Evet, bir sektör ve endüstri oluşunu yadsıyamayız; ancak kesinlikle bilim olarak da ele alabiliriz. Film işi, bilim işidir.
Koleksiyoner olmak, hafıza görselleştirme ya da belleği saklamak gibi ruhsal bir doyum sağlıyor mu? Örneğin; “Bu filmi sekiz yaşımdayken babamla gittiğim ilk golf maçımdan sonra izlemiştim, benim için ayrı bir yere sahiptir” gibi hayatımızın belli başlı kilit anlarına eşlik eden çok fazla filmler vardır. Tüm bu anıların içinde olmak ve başka hayatların ortak paydasında bulunmak size neler hissettiriyor?
Bizim koleksiyoner kitlemiz; genç olduğu kadar, aslında belli bir yaşın üstünde kişilerden oluşuyor. Sosyal medya ve çevrimiçi platformlardan paylaşım yaptığımız zaman analizlere ulaşma imkânı buluyoruz. Bu analizlerde, genellikle otuz yaş ve üstü bireylerin yoğunluğunu gözlemliyoruz. Tabii ki şöyle; eskiden bir sinema kültürü vardı. Aileler, çocuklarıyla birlikte sinemaya giderdi. Sinema günleri, seansları vardı. Açık hava sinemaları, yazlık sinemalar birçok alan vardı. Dolayısıyla bu, bizim genlerimize işlenmiş bir kültür. Sinema kültürü aslında, bizlerin genlerinde var diyebiliriz. Klâsik filmler, macera filmleri, seri filmler, büyüklerimizden hep bunları duyduk, duymaya da devam ediyoruz. En nihâyetinde; çocukken izlenen bir filmin belli yaş aralığında tekrar izlenilmesine ortak olup, oradan bir sentez çıkarmak, geçmişe atıfta bulunmak çok değerli bir his. Bunları duyduğumuz zaman, anılarında yer edinen filmleri koleksiyonerlerimize temin ettiğimizde, yaşadıkları mutluluğu görmek bizleri çok sevindiriyor. Evet, burası bir mağaza ve insanlar hobilerini hayatta tutmak için bizlerden hizmet alıyorlar. Ancak biz aslında, insanları mazide yolculuğa çıkartıyoruz. Onları dinlemek; bu filmi babamla, annemle, kuzenimle şu sinemada, bu tarihte izlemiştim demelerini duymak bizleri daha çok motive ediyor. Paha biçilemez bir duygu.
Koleksiyoner kendi tarzını bulmalı ve bu kararlılıkta film külliyatı mı oluşturmalı, yoksa yeniliğe açık mı olmalı? Yani, nasıl ki; bir araştırmacı belli bir konuda ilerleyip netlik kazanıyor ve uzmanlaşıyor: belli bir türün takipçisi olmak da böyle bir sabır ve kararlılık gerektirir mi?
Koleksiyonerlerde bizim en çok dikkatimizi çeken nokta şu: filmleri her şeyden ve herkesten önde geliyor. Yani; bazı koleksiyoner dostlarımızın, bu hobi için evlerinde filmlere ayrılmış özel bir odaları var. Ve o odalara kendilerinden başka, aile fertleri de dahil kimse giremiyor. Her şeyini kendileri yapıyor. Raf temizliği, düzenleme vs. anahtarları sadece kendilerine ait oluyor. Şaka değil bu gerçek, bizzat buna şahitim. Dolayısıyla, koleksiyonerin dikkat ettiği birinci nokta: filmlerine kesinlikle zarar gelmemesi. Başkalarına raftan bir tane film bile vermiyorlar. Belki, çevresinden biri kendilerinden izlemek için film talep ediyor; ancak koleksiyoner, gidip aynı filmi alıp isteyen kişiye hediye ediyor. Asla arşivindeki filmi paylaşmıyor. Bu husus, onları ister istemez özel ve ayrı kılıyor. Tabii ki, bu durumun sapkınlık ve ileri boyutlarda bireye zarar verecek durumda olmaması lazım. Bu da çok önemli bir konu. Biz film satarken, koleksiyonerlerimizi bütçe sınırlarını aşmamaları için dikkat edebildiğimiz ölçüde koruyoruz. Koleksiyonerler ikiye ayrılıyor. Birinci koleksiyoner kitlesi sadece oyuncu filmleri, yönetmen filmleri ya da seri filmleri arşivliyor. Belli bir türü ve grubu kapsıyor. Bir de bunlardan bağımsız önüne ne çıkarsa toplayan bir kitle var. Aslında bu ikinci kısma anlam veremiyorum; bu arşivcilik olmuyor, toplama hastalığı oluyor. Koleksiyonerlik, küçümsenecek ya da önemsenmeyecek bir konu değil, uzmanlık istiyor.
VHS koleksiyoncularının günümüzde yaşadığı durumun DVD koleksiyoncularının da başına geldiğini ya da geleceğini düşünüyor musunuz? Maalesef, şu an içinde bulunduğumuz dünya düzeninde VHS filmlere erişim neredeyse yok denilebilecek kadar az. Biz, DVD koleksiyonerlerini yakın bir gelecekte neler bekliyor?
Birçok koleksiyonerin kafasında bu soru işareti beliriyor. Yarın bir gün böyle bir durum yaşar mıyız, filmlerimize ne olur diye çok sorguluyorlar. Kendileriyle sohbet ederken, koleksiyoner dostlarımız sık sık bu konuya değiniyor. Şöyle; ben yakın bir zamanda Avrupa’daki satış oranlarını inceledim. İncelemem neticesinde, büyük oranda DVD’lerin tercih edildiğini ve daha çok satıldığını gördüm. Yaklaşık %60-70 gibi bir oranda DVD alımı var. Bu format, birçok materyalde destekleniyor. Hâliyle ben DVD formatının hiçbir zaman ölmeyeceğini savunuyorum. Araştırmalarım, iletişimim, istişarelerim hep bu yönde oldu. DVD candır diyoruz biz, bunu koleksiyoner dostlarımıza gönül rahatlığıyla söylüyoruz. Endişelerini anlıyorum; ancak DVD ölmeyecek bir formattır. Bugüne kadar çıkartılmış en iyi, en güzel formattır. Bu nedenle, VHS’den DVD’ye geçiş gibi bir süreçle karşılaşmayacağız. DVD, daha uzun yıllar bizimle. Şu an nostaljiye ciddi anlamda bir ilgi var. Eskiye dönüş ve retro çılgınlığı yoğunlukta. Mesela plaklar, şu an çok ciddi revaçta ve aranan bir materyal. Eski pikaplar ve gramofonlar da öyle. İnsanlar bunları arıyor ve temin etmek istiyor. Çok değil, bir iki yıl sonra inanıyorum ki; DVD’ler de aynı plaklar gibi olacak ve çok değerlenecekler. Koleksiyoner dostlarımız ellerindeki koleksiyonların değerini bilsinler: elden çıkartmasınlar, yok pahasına satıp dağıtmasınlar ve kimseye de vermesinler.
Stream film sektörünün etkilerini muhakkak ki hissediyorsunuz. Olumlu ya da olumsuz getirileri tartışılabilir tabii ki. Ancak Kadıköy Film Kulübü, dijital mecralardan olumsuz etkilenmiyor. Şükür ki, pek fazla takipçiniz ve destekçiniz var, öyle değil mi?
Kesinlikle öyle! Sağ olsun, koleksiyoner dostlar bizleri yalnız bırakmıyorlar. Katkı sağlıyorlar, bu çok önemli. Tüm takipçilerimize ve koleksiyoner dostlarımıza müteşekkiriz. Tabii ki dijital platformlar şu anda çağımızın popülaritesi ancak bizim hitap ettiğimiz kitle koleksiyoner kitleyi oluşturuyor. Bu da demek oluyor ki; dokunulabilecek, fiziki olarak hissedebilecek, rafa koyacak, raftan alacak, izleyeceği zaman kutuyu açıp oynatıcıya yerleştirecek, bu saydıklarımız çok önemli şeyler. Tıpkı bir kitabı elimize alıp sayfalarına dokunarak okumak gibi. Biz, böyle bir kitleye hitap ediyoruz. Buraya ilk kez gelen biri ilk önce belli bir süre şaşırıyor. “Böyle yerler kaldı mı?” diyerek hayret ediyor. Evet kaldı, biz buradayız. İstanbul’da, hatta Türkiye’de tekiz. Bu konuda mütevazı olamayacağım.
Dünyada bir felaket yaşanıyor. Diyelim ki; uzaylılar, zombiler, vampirler, kurt adamlar hatta cyborglar, hepsi aynı anda yeryüzüne konuşlanıyor. Ve bir sığınak buluyorsunuz. İçeride film izlemek için küçük bir alan var. Ama yanınıza sadece üç tane film alma hakkına sahipsiniz? Hangi üç filmi ya da hangi film üçlemesini alırsınız?
Tabii, bir anda bu soruya cevap vermek çok zor. Ama; çok sevdiğim, arzu ettiğim, olmazsa olmazım dediğim filmler var. Mesela, bunların başında David Fincher’ın yönettiği, Michael Douglas’ın başrolünde oynadığı The Game (1997) filmi geliyor. Daha doğrusu, benim bu filmi sevmemde ve bu türdeki filmleri beğenmemdeki unsur; sonunun sürprizlerle bitmesinden kaynaklanıyor. Tabiri caizse ters köşe olarak adlandırdığımız filmleri çok seviyorum. The Game birinci sırada. İkinci sıraya ise Se7en (1995) girebilir. Üçüncü sıraya da The Shawshank Redemption (1994) girebilir. Liste aslında çok uzar, saymakla bitmez.
Bir koleksiyoner ve film aşığısınız. Son zamanlarda takip ettiğiniz, hayranlık duyduğunuz isimlerde dikkatinizi çeken bir anlatı kırılması fark ettiniz mi? Yani, kendi tarzının sınırlarını bozarak yeni bir anlatı tercih eden yönetmenler var mı? Bu sizin ona karşı bakış açınızı değiştiriyor mu?
Her yönetmenin bir tarzı var. Filmi izlemeye başlayıp, filmi bitirene kadarki o süre içerisinde yönetmeni de tanıyıp bildiğiniz için, daha siz filmi izlemeye karar verdiğiniz anda, aslında zaten yönetmeni bildiğiniz için çok farklı şeyler beklemiyorsunuz. Ama her seferinde tabii ki insanı şaşırtan şeyler de oluyor. Benim yönetmen tutkum David Fincher’dır. Mesela Gone Girl (2014) çok özel ve sürpriz sonla biten bir film. Keza, Quentin Tarantino filmleri de çok özel. Her filminde farklı bir bakış açısıyla, farklı bir konudan bahsediyor. Enteresan bir tarzı var. Her yönetmen tabii ki kendi içinde çok değerli. Çünkü, artık yönetmen yetişmiyor. Belli başlı sevdiğimiz yönetmenlerin yaşlarıysa bir hayli ilerlemiş durumda. Bir koleksiyoner olarak söylemeliyim ki; sevdiğimiz yönetmenlere ve filmlerine sahip çıkmalıyız. Önem ve değer vermeliyiz. Yeni dokunuşlardan, arayışlardan öte elimizde bulunan, sahip olduğumuz yönetmenlerin işlerine saygı duymalıyız. Hepsinin farklı bir yorumu ve tarzı var. Belli bir kıstasla kesmek yanlış olur. Biz sevdiğimiz zaman sonuna dek destekliyoruz. Yoksa, yönetmenin tarzını, anlatı yapısını değiştirmesi tamamen algı ile alakalı şeyler. Bizi etkilememeli.
Arşivinizle ve filmlerinizle olan ilişkiniz yakın çevrenizi nasıl etkiliyor? Yakın çevreniz hep sinemaseverlerle mi doludur? Bu ilginizi nasıl besliyorsunuz?
Bu sektörün içinde olduğum için ne zaman bir topluluğa, arkadaş ortamına katılsam, konu ister istemez filmlere değiniyor. Filmsiz bir sohbetim olmuyor. Çevremde filmlerle ilgilenmeyen kişiler bile sohbetten etkileniyor. Bu hususta iki nokta çok önemli. Birincisi: evli arkadaşlar eşlerinden dolayı sorun yaşıyor. Yer konusu sıkıntı yaratıyor ve eşler çoğu zaman arşivci arkadaşlara saygı duymuyor. Bu koleksiyoner dostların en çok etkilendiği ve üzüldüğü konulardan biridir. İkincisi: anne ve baba. Ebeveynleriyle yaşayan koleksiyonerlerimize, DVD’lerin çok yer kapladığına dair söylemlerde bulunuyorlar. Bazen, bu tutkunun gereksiz bir harcama olduğunu düşünen aileler oluyor. Hâliyle, dostlarımız bu duruma çok üzülüyor. Koleksiyonerlerin, koleksiyonlarını bozma nedenlerinin başında, aslında az önce saydığımız bu iki unsur geliyor. Bütçeniz ve yeriniz varsa sorun yok. Sosyal çevremizde bu konular hep konuşuluyor. Yakın çevre insanları çok etkiliyor. Koleksiyonerlik, genç yaşlarda başlıyor. Temelinde sinema kültürü ve sinema geni olması lazım. Filmlere değer vermeyi aileden görmeli. Belli bir yaştan sonra arşivciliğe başlamak oldukça zor.
Koleksiyonunuz içinde kıskandığınız bir film var mı? Yani soruyu açmak gerekirse; çok sevdiğiniz o filmi, başka birilerinin de en az sizin kadar sevdiğini öğrendiğiniz zaman ne hissediyorsunuz? Aidiyet kurduğunuz, kimseyle paylaşmak istemediğiniz filmlerden bahsetmeniz mümkün mü?
Aslında, çok fazla aidiyet kuramıyorum; çünkü, aidiyet kurarsam bu filmleri insanlara temin edemem. Böyle bir lüksüm olamaz. Tabii ki, koleksiyoner dostlarda bu duruma çok rastlıyorum. Onlara da büyük saygı duyuyorum. Ama yine de güzel olan paylaşmaktır. Her şey paylaşınca artıyor. Paylaştıkça mutluluk oluşuyor. Filmler sadece bende olsun mantığı değil, tüm koleksiyoner dostlara ulaşsın istiyorum.
Kadıköy Film Kulübü çok donanımlı bir iletişim ağına sahip. Diyelim ki; ben bir film arıyorum, herkes sizi öneriyor. Ancak burada da bulamıyorum. O filmi bulabilmem için birlikte ne yapabiliriz?
Çevremiz ve iletişim ağımız çok geniş. Bir film eğer stoklarımızda yoksa o filmi bulabilmek adına, farklı bağlantılarımız, esnaf arkadaşlarımız, bu işin içerisinde olan ancak bizim kadar büyük olmayan birçok dükkân hâlâ var. Koleksiyonerimizi kırmamak ve isteğini temin etmek için mutlaka kendileriyle görüşüyoruz. Eğer o film Türkiye’de baskı görmediyse, çıkmadıysa, o filmin basıldığı ülkede bağlantılarımız oluyor ve iletişime geçip filmi ithâl ediyoruz. Örneğin; Türkiye’de çıkmamış bir film: Once Upon a Time in Hollywood (2019) Türkiye’de baskı görmedi, Almanya’da çıktı. Almanya’da baskısı var. Birçok koleksiyoner dostumuz için bu filmi Almanya’dan ithâl ettik. Dolayısıyla Kadıköy Film Kulübü’nün böyle bir özelliği var: Bulunmayan filmi bulma. Çünkü, bulunamayan film takıntı hâline geliyor. O filmi alamayınca, rafa koyamayınca, bir süre sonra insanlar gerçekten mutsuzluk hissediyor. Almanya, İngiltere, Singapur ve Uzak Doğu’dan bile film ithâl ettiğimiz olmuştur.
Bu inanç ve motivasyonunuz, eminim ki; birçok kişiye umut ışığı olmaktadır. Hem sabretmeyi hem de değer vermeyi temsil ediyorsunuz. Bir nevi yaptığınız şey sinema terapi oluyor. Kadıköy Film Kulübü, böylelikle modern bir uğraş aktivitesine ev sahipliği yapmanın çok ötesinde. Sizi henüz keşfetme şansı bulamamış bireyler için neler önerebilirsiniz?
Kulübümüze gelen arkadaşlar gerçekten bir terapi merkezine gelmiş gibiler. Üstelik, birkaç arşivci arkadaş yan yana gelip sohbete başlayınca, karşılarına geçip saatlerce izleyebiliyorsunuz. Muazzam bir tartışma alanı oluşuyor. Şu filmde böyle olmuştu, bu filmde yönetmen bunu desteklemişti gibi bilgilere ulaşıyorsunuz. Koleksiyonerler, kendileriyle bir terapi içerisine giriyorlar, ortak paydada buluşuyorlar, birbirlerine destek oluyorlar, film öneriyorlar. Burası bir terapi merkezine dönüşüyor. Bu bağlamda, bizler de koleksiyonerlere ev sahipliği yaptığımız için çok mutlu oluyoruz. Mümkün olduğunca bu ortamı korumaya ve desteklemeye çalışıyoruz. Buna bütün gücümüzü ve inancımızı dahil ediyoruz. Bu kulübü yaşatacağız, buraya gelen herkes kulübümüzün bireyi. Arşivciliği yaşatmak için elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz.
Bu keyifli röportajımızı bitirirken izninizle şuna da değinelim: Kadıköy Film Kulübü’nde misafirlerinizi bekleyen bir etkinlik ya da aktivite var mı? Eminim, sizi keşfeden birçok kişi gelip, saatlerce sohbet etmek isteyecektir. Bu mümkün mü?
Evet mümkün, bizim hedefimizden biri de belirli aralıklarda, yönetmen arkadaşlarımızla sohbet ortamı yaratıp film söyleşileri yapmak. Birlik ve beraberlik sağlamak istiyoruz. Mesela, yönetmen dostlarımızdan Can Evrenol, bu bağlamda kulübümüze gelerek söyleşi talebimizi hayata geçirdi. Kendisiyle ufak bir imza günü yaptık. İlerleyen günlerde bu oluşumu detaylandırıp geliştirmek istiyoruz. Söyleşi günü, sinema günü, imza günü vb. etkinliğe ev sahipliği yapacağız.İstediğiniz zaman çıkıp gelebileceğiniz, burada terapi olabileceğiniz bir kulübünüz var. Haftanın altı günü buradayız. 11:00-19:00 saatleri arası ziyarete gelebilirsiniz.