Quentin, sen küçük bir çocuksun. Dışarı çık; futbol oyna, arkadaşlarınla oyna…
Bu sözleri henüz çocuk yaşta sık sık ebeveynlerinden dinleyen Quentin Tarantino, kendi tabiriyle bir film moronu olma evresini, televizyonda gösterilen bütün filmleri izlemesine borçluydu. O zamanlar ne maket arabalar ne spor ilgisini çekiyordu. Dünyasının sınırları sinema filmleri ve çizgi romanlarıydı. Üstelik, erken yetişkinlik dönemlerinde bile tek dostu sinemaydı. Suç ve korku filmlerine olan düşkünlüğü onu Jean Luc Godard ile tanıştırdı. À bout de souffle (1960) filmine bayıldı; ancak favori Godard filmi, Bande à Part (1964) oldu. Bu sebeple, kurmuş olduğu film şirketine ‘Bande à Part’ ismini verdi.
Western’e ve şiddete olan bağımlılığı onu: “Benim kahraman yönetmenlerim!” diye adlandırdığı Brian De Palma ve Sergio Leone’yi keşfetmeye yöneltti. Sinemayı bu denli seven bir film manyağı için kendini beyazperdede oynarken hayal etmek hiç de imkânsız değildi. Quentin Tarantino, bugün kitleleri etkileyen, seçkin kültüre hitap eden bir başarıya sahipse, kuşkusuz entelektüel birikimleri ve izlemiş olduğu binlerce filmin büyük emeği vardı. Klasikleşen o cümlede olduğu gibi: Tarantino, herhangi bir film okuluna gitmedi, filmlere gitti. Senaristliği, yönetmenliği, yapımcılığı ve oyunculuğu aynı metotla öğrendi.
[1] “Üç tane kırmızı tükenmez kalem ve bir defter aldım. Bu Rezervuar Köpeklerini yazacağım defter dedim. Büyük bir ritüel; ama imlâm çok kötü.” dedi. Ve Reservoir Dogs (1992)’da neden daha uzun bir role hayat vermediğini şöyle açıkladı: “Eğer filmde rol almazsam bunun altından daha kolay kalkacağımı düşündüm. Her gün sadece kameraya konsantre olursam filmin sinemasal açıdan daha çarpıcı olacağı kanısına vardım. Ama kameranın hem önünde hem de arkasında olabilmeyi isterim.”
Bizler de bu listemizde, onun oyunculuk kariyerine değindik. Quentin Tarantino’yu kamera arkasından kamera önüne taşıdık ve bütünlemiş olduğu karakterlerin listesini derledik. İyi ki varsın Quentin!
Mr. Brown (Reservoir Dogs, Yön. Quentin Tarantino, 1992)
Tarihin en önemli elmas soygunlarından birini planlayan Joe Cabot, oğlu Eddie’nin de dâhil olduğu altı kişilik bir ekip kurar. Günler süren çalışmalar sonucunda kusursuz bir plan ortaya çıkarıp tüm ayrıntıları gözden geçirir. Ancak soygun günü gelip çattığında, tüm bu kusursuz plan altüst olur. Artık kimse kimseye güvenmeyecek ve tehlikenin nereden nasıl geleceği asla bilenemeyecektir. Film; senaryosundan rejisine, tamamen Tarantinovari unsurlarla bezenmiştir. Reservoir Dogs, sinema dünyasına yenir bir soluk getirmiş; şiddeti ve kanı estetize etmiştir. Birbirinden kopuk, ancak tutarlı anlamlararası diyalogları ve çatışmacı inşa tarzıyla Tarantino’nun sinema dili ve auteur kabul edilişinin öncüsü olmuştur. Üstelik filmi bu kadar vazgeçilmez ve dinamik kılan diğer bir unsur; büyük bir titizlikle hazırlanan oyuncu kadrosudur. Steve Buscemi, Harvey Keitel, Tim Roth ve Michael Madsen gibi oyuncuların rollerini Quentin Tarantino ile paylaşmaları Reservoir Dogs’u bir nebze daha heyecanlı kılmaktadır.
Jimmie Dimmick (Pulp Fiction , Yön. Quentin Tarantino, 1994)
Yönetmenin ya da filmin ismi duyulduğu vakit bu iki nesne de öznesinden ayrı düşünülemez. Konuyu Quentin Tarantino ile Pulp Fiction olarak ele aldığımızda sonuç yine aynı kalmaktadır. Sinemasever, kendi zihninde yıllardır bu iki söz dizimi aynı potada eritir. Tarantino’suz bir Pulp Fiction, Pulp Fiction’sız bir Tarantino asla var olamaz. Bu nedenledir ki, filmin konusunu anlatmak pek kolay olmamaktadır. Çünkü Pulp Fiction özen ister, teslimiyet ve sabır gerektirir. Dört ayrı olayı içinde barındırır. Her bir hikâye bir öncekinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. İç içe geçmiş zaman dilimlerinin sinemasal iz düşümüdür. Yine de konusuna değinecek olursak: Pulp Fiction, genç bir çiftin soygun planıyla başlar. Hemen ardından iki tetikçinin olaylara dâhil olmasıyla devam eder. Eş zamanlı olarak kurguya büyük patronun eşi Mia’da katılır. Daha sonra ünlü boksör Butch’ın büyük bir vurgun gerçekleştirip şehirden kaçmaya karar vermesiyle aksiyon devam eder. Olaylar silsilesi sıralanır ve tüm hikâye dolaylı yoldan birbiriyle bütünlenir. Quentin Tarantino ise filmin olaylardan bağımsız sıradan bir karakteridir. Kötü arkadaşlarının birkaç dakikalığına sığınacakları, toplum tarafından onaylanmış evli, bir aile erkeği olarak kamera önünde karşımıza çıkar. Sahnede birkaç dakika görünür; ancak hayat verdiği karakteri kısa ve öz bir anlatımla temsil eder. Biraz nüktedan, biraz sinsi, biraz da yaramaz bir adam olarak pembe bornozuyla izleriz Tarantino’yu. Alaycı ancak haklı, sitemkâr entelektüel bir sohbetin derinliklerine ilerleriz. Elinde kahvesi ve misafirperverliği ile Jimmie’nin evine konuk oluruz.
Pick-up Guy (Desperado, Yön. Robert Rodriguez, 1995)
İspanyol esintilerini buram buram hissettiğimiz bu Robert Rodriguez filminde, Antonio Banderas ve Salma Hayek gibi başarılı isimlerin arasında Tarantino’yu görmek, Desperado’nun kurgusal gelişimi hakkında tüm olası senaryoları sahneler öncesinden gözler önüne sermektedir. Rodriguez- Tarantino ikilisinin ortak çalışmalarına aşina olan seyirci, bol aksiyonlu ve metrelerce yukarılara sıçrayacak olan kanların farkında olarak bu filmi izlemelidir. Öldürülen nişanlısının intikamını almak için hazırlanan Mariachi, Meksika topraklarını arşınlayarak katillerin peşine düşer. İşbirlikçi Buscemi ise Mariachi’den önce onun dillere destan namını bir kasabadan diğerine taşımakla görevlidir. Çok geçmeden Mariachi kasabaya gelir ve kötü adamın emrinde çalışan herkesi imha eder. Kötü adamların sıklıkla uğradığı meşhur birahane, Tarantino’yu da misafir eder. Komedi unsurları barındıran Tarantino sahnesi, onun samimi oyunculuğu ve kameraya olan bağlılığı ile adeta bir metot oyunculuğuna dönüşür. Meşhur, ‘Bara İşeyen Adam’ fıkrasını yaklaşık üç dakika boyunca seyirciyi sıkmadan, sanki tiyatro sahnesinde tirat atarcasına temsil eder. Desperado’ya vermiş olduğu bu güzide destekle sinema dünyasındaki varlığını kanıtlarken, hem kamera arkasında hem de kamera önünde yaratmış olduğu başarılarından da söz etmektedir. Kamera, yeri nereye konuşlanmış olursa olsun, Tarantino’yu seven bir materyale dönüşür.
Chester (Four Rooms, Yön. Anders, Rockwell, Tarantino, Rodriguez, 1995)
İnanışa göre her bir kapı yeni bir maceraya açılır. Güneşin hareketinden doğum saatimize, konumlandığı yerden astrolojik evlerimize dek tüm hayatımız birbirine açılan kapılarla temsil edilir. Bazen bir kapı açılır bazen de kapanır. Ama hep bir geçit alanı oluşur hayatımızda. Oradan oraya savrulur. Four Rooms ise dört ayrı kapı ve dört ayrı odanın tam zamanlı dört ayrı mahrem hayatın paralel bir hikâyesine değinir. Üstelik dört ayrı yönetmen tarafından eşit parçalara bölünen film, Quentin Tarantino’yu bir kez daha kameranın çoklu kullanım alanlarına dâhil eder. Hem yönetmen hem de oyuncu olarak izlediğimiz Tarantino, filmin kapanış bölümü olan The Man from Hollywood kısmına hayat verir. Yeni yıl kutlaması yapmak için bir otel odasında buluşan dört kişilik arkadaş grubu, geceye hareket katmak için kendi aralarında bir iddiaya girer.
*İddia sekansı için; yönetmenliğini Alfred Hitchcock’un yaptığı ve başrollerinde Peter Lorre ve Steve McQueen’in yer aldığı Man from the South (1955-1962) dizisinden esinlenilmiştir.
Richard Gecko (From Dusk Till Dawn, Yön. Robert Rodriguez, 1996)
Her ne kadar filmin yönetmenliğini Rodriguez üstlense de hikâyenin bütününe geniş bir perspektifle bakıldığı zaman, Tarantino’nun etkisini görmek aşikârdır. Öyle ki; senaristliğini Tarantino’nun üstlendiği From Dusk Till Dawn, onun sinema dünyasına kazandırdığı birçok görsel kodu Rodriguez temsiliyle kadraja almaktadır. Bol kan! Bol aksiyon! mottosunun devam ettiği film, odağına George Clooney ve Salma Hayek gibi isimleri de alarak ilerler. Tarantino ve Clooney’i kardeş olarak izlediğimiz From Dusk Till Dawn, yol filmi ve korku filmi olmak üzere iki hikâyeye ayrılır. Ancak ilerleyen sahnelerde bu ayrılma hâli vampir motifiyle harmanlanır. Gecko kardeşler, büyük bir soygunun ardından Texas’tan kaçıp Meksika’ya doğru yola çıkar ve konaklamak için durdukları barda başlarına gelen olaylar konu edinilir. Tekinsiz bir mekâna ev sahipliği yapan bu bar, içinde vampirleri, gangsterleri ve daha birçok kötü insanı barındırmaktadır.
Deacon (Little Nicky, Yön. Steven Brill, 2000)
Adam Sandler’in başrolünü duayen isimlerle paylaştığı Little Nicky, cennet ve cehennem mitlerini komedi unsurlarıyla revize edilerek oluşturulmuştur. Nicky, cehennemin saf, temiz, iyi kalpli varisidir. Kendinden önceki abileri; serseri, düzen bozan ve babaları olan şeytana saygısızlık yapan isyankâr çocuklardır. Bir gün, şeytan baba tüm oğullarını huzuruna çağırır ve tahtını bırakacağı ismi açıklar. Olaylar büyük kardeşler tarafından beklenildiği gibi olmayınca isyan edip yeryüzüne firar ederler. İyi kalpli şeytan çocuk Nicky ise kardeşlerini cehenneme geri getirip babasını kurtarmak zorundadır. Ancak âşık olup dünyada kalmak isteyince işler hiç planlamadığı bir şekilde gelişir. Nicky, yeryüzüne iner inmez sokaklarda misyoner olarak dolaşan kör bir rahip Tarantino ile karşılaşır. “Hepimiz öleceğiz, Tanrı bizimle olsun!” nidalarını belki de hayatında ilk kez duyumsayan Nicky, cehennem haricinde var olan mekânları, insanları ve Tanrı kavramlarını yeni doğmuş bir bebek vizyonuyla hayatında deneyimleme başlar. Komedi filmi olarak seyirciyle buluşan Little Nicky, okuma yapma güdüsü yarattığı takdirde, peşinden birçok teoriyi ve akademik çalışmaları da getirmektedir. Bireyin farkındalığı, hak ihlâli, isyan, direniş, dini baskılar, varoluştan Plato’nun alegorik anlatımına kadar geniş bir skalaya sahiptir. –Nicky iradesi sorgulanmadan gerçek dünyadan koparılıp, baba otoritesi altında, öteki bir dünyanın merkezinde büyümüştür. Haklarının farkında olmadan yaşamaya mahkûm bırakılmıştır.- Ozzy Osbourne, Harvey Keitel ve Quentin Tarantino’nun yaratmış olduğu karakterle film, sıra dışı bir kategoride konumlanmaktadır.
Warren (Death Proof, Yön. Quentin Tarantino, 2007)
Tarantino’nun hem yazıp hem yönettiği hem de yapımcılığını üstlendiği film, kendi içinde kutsal bir üçlemeye dönüşmekte ve yönetmenin görece en deneysel filmlerinden biri olma özelliği taşımaktadır. Death Proof, bir grup genç kadının kendilerini takip eden eski bir dublör tarafından manipüle edilip şiddet ve tacize uğramalarını konu edinir. Birçok filmde görev almış Stuntman Mike, dublörlük yaparken kullandığı ölüm geçirmez zırhlı aracıyla, hedefine aldığı kadınları öldüren bir katildir. Yolu, şans eseri ana karakterlerimizle kesiştikten sonra onları takip eder ve rahatsızlık vermeye başlar. Bu psikopat katilden kurtulmak için ellerinden gelen her şeyi yapan kadınlar, çok geçmeden intikamlarını alır. Film, sinematografik kaygıların ötesinde kazara feminizm, ataerkilliğin imhası ve kadın gücü gibi konulara da değinmiş olur. Erkek ve araba mitinin eleştirel bir yaklaşımla, öldüren bir tutku olarak temsil edilmesi Death Proof’u ‘Grindhouse’ kategorisinden bir nebze ayırmaktadır. Kısacık rolü ile karşımıza çıkan Tarantino, Warren adında orta yaşlarda bir barmeni canlandırmaktadır.
Soldier (Planet Terror, Yön. Robert Rodriguez, 2007)
Planet Terror, Robert Rodriguez ve Tarantino arasındaki diyaloğun ikinci Grindhouse filmidir. Tarantino bu filmin Rodriguez ile birlikte yapımcılığını üstlenmektedir. Son sahnelere doğru hikâyenin ritmini yükselten, ancak kötü bir karakter olarak resmedilen kısa bir rolde görülür. Biyolojik bir deneyin ardından, enfekte olup zombiye dönüşen birtakım mutasyon topluluğu anbean gündelik insan yaşamlarına dâhil olmaya başlar. Bir süre sonra, büyük bir çoğunluğu tesiri altına alan virüs, zombilik semptomlarının artmasıyla gerilim dolu anlara neden olur. İnsanlığı kurtarmak adına kurulan bağımsız bir grup, hem zombilerden kaçmak hem de dünyayı zombi istilasından arındırmak için mücadele eder. Zombi külliyatına ve 1970’ler Slasher filmlerine bir saygı duruşu niteliğinde olan Planet Terror, abartılı bir üslûpla B-movie filmlerin eleştirisi niteliği taşımaktadır.
Piringo (Sukiyaki Western Django, Yön. Takashi Miike, 2007)
Henüz ilk sahnede Tarantino ile karşılaştığımız film, hikâyenin odağını bilinçli olarak oyuncu merkezinden dramatik kurguya yöneltir. Western türünün Uzak doğu’ya özgü kodlarla harmanlandığı anlatı yapısı, samuraylık sistemini ‘Cowboy’ temsiliyle deneysel bir Western olarak beyazperdeye sunar. Filmin geneline yayılan dövüş sanatları ve şiddet, yüksek gerilimli bir aksiyonla izleyenlerle buluşur. Beyazlar ve Kırmızılar, kendi klonlarına sahip birer topluluktur. Beyazlardan Genji ve Kırmızılardan Heike, yoksul bir bölgede hâkimiyet savaşına girer. Amaçları; gizemli bir hazinenin sahibi olmaktır. Ancak hazinenin yalnızca tek bir sahibi olabilir. Yeniden hırslarına yenik düşen Beyazlar ve Kırmızılar, kendi aralarında bir düello yapmaya karar verir. Kasabaya yetenekli ve karizmatik genç bir silahşörün gelmesiyle alışılagelmiş tüm güç dengesi sekteye uğrar ve bu gizemli yabancı iki grup için de tehdit oluşturur. Sukiyaki Western Django, Spaghetti Western teriminden etkilenmiştir. Takashi Miike’ın, Western filmlerine Japon bakış açısından yaklaştığı film, geleneksel bir yemek olan Sukiyaki’den ismini alır. Bu türün filmlerine tutkunluğu ile tanıdığımız Tarantino’yu yüceltmeden, onu henüz ilk sahnede bırakıp yoluna devam eder. Yine de filmin derinliklerine ilerlemeden, Tarantino’nun birkaç dakikalık cesur Cowboy karakterini izlemek, sinemaseverlere minik bir armağan niteliği taşımaktadır.
Kaynak
[1] PEARY Gerald, Quentin Tarantino, Agora Kitaplığı, 2008