Okyanustan habersiz
Bir balık gibi
Zamanın içinde insan
Avuç içi kadar bir fotoğraf karesine sığabilen uçsuz bucaksız bir gelenek, efsane, tarih, din, inanç; hâsılı bir kültür portresini yalnızca birkaç kelimede yahut bir “an”da yansıtma sanatının doğduğu yerdir Japon sineması. Sinemanın diğer topraklardaki öyküsünden farklı olarak o, dünyanın en doğusunda kendine bir ada kurmuş, bu adada sinemayı yepyeni bir sanat olarak doğurmaktansa var olan sanat geleneklerini zenginleştiren farklı bir ayna olarak geleneğe dâhil etmiştir. Bu nedenle Japon sineması, ilk olarak şiirle başlar; yedi hecelidir bu şiirin ilk dizesi, sonra beş ses daha eklenir ve yine yedi kere seslenerek kapanır şiir. Haiku adı verilen, genelde üç dizeden oluşan bu şiir geleneği, Japon edebiyatının yanı sıra resim ve müzik sanatlarına da keskin, kısa, bir o kadar da öz ifade biçimi olarak da yansımıştır. Dolayısıyla Japon sinemasını değerlendirirken izlediğimiz her bir görüntünün, öncelikle şiirsel bir geleneğin süzgecinden geçen bir ilhamın eseri olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
Geniş bir tarihe yayılıp günümüze kadar canlılığını ilk günkü gibi koruyan efsanelerin, büyük bir mitoloji külliyatının, şiddete, savaşa, acıya uç noktalarda tanık olan bir tarihin objektifindeki Japon sineması, böylesine zengin bir içeriği sinema sanatına ustaca uyarlayarak sinema tarihine adını başarıyla yazdırmıştır. 1800’lerin ortalarına doğru Lumiere kardeşlerle birlikte ilk defa sinema ile tanışan Japon kültürü, o zamana değin sözlü hikâye anlatıcılığı ve halk arasında yaygın olan yerel teatral gösteriler sergilemiştir. Bu yıllarda kadar fotoğraf ve görüntünün beyazperde üzerine yansımasına aşina olmaya çalışan geleneksel kültür, 1900’lere doğru ilk defa kendi ürünlerini vermeye başlamıştır. Kısa film olarak hazırlanan ilk Japon filmlerinde o güne değin sözlü geleneğin ürünü efsanelerde dile getirilen hayalet hikâyelerini konu edinmiştir. Bu durum Japon sinemasının başlangıcı için şaşırtıcı değildir; zira beyazperdeye yansıyanlar, kabuki ve bunraku adı verilen, müzik eşliğindeki hikâye canlandırmalarının bir benzeridir.
1920’lerde sessiz filmlerle başlayan esas akım, gerçekçi ve fantastik sinema olmak üzere iki farklı anlayışı esas alır. Bundan sonra gelişecek olan Japon sineması da 1950’lerdeki Japon Yeni Dalgası’na kadar temel anlamda bu iki anlayışın üzerine inşa edilmiştir. Nitekim bir yanda Dünya Savaşları, bombalamalar, doğal felaketler gibi tüm toplumun milli hafızasına kazınacak haşin olayları göğüsleyen bir tarih, diğer yanda binlerce yıl titizlikle muhafaza edilen bir inanç geleneği, Japonların gerçekçi ve fantastik sinemada ustalaşmalarının en önemli etkenidir. Ancak bu ustalık, XX. yüzyılın son çeyreğine kadar her iki anlayışı da uç noktalara sürükleyen bir sivrilmeye doğru ilerlemiştir. 30’larda yürürlüğe giren sinema kanunlarıyla birlikte yönetimin müdahilinde propaganda filmleri yapılmaya başlanmış, savaş ve vahşet içerikli filmler, sansürsüz ve oldukça gerçekçi görüntülerle perdeye yansıtılmıştır. Bu dönemde patlak veren II. Dünya Savaşı da tarihsel gerçekliklerin belgeselci bir anlayışla sunulmasının bir başka önemli etkeni olmuştur. Yine aynı dönemde, Japon savaş geleneği olan samuraylar Japon sinemasının belirleyici unsurlarından biri hâline gelmiştir. Pek çok samuray filmi, dünya çapında ilgi görerek tarihsel dokuyu beyazperdeye taşımıştır.
Ne var ki 1950’lerle birlikte bağımsız sinemaya ve deneysel çalışmalara kapı aralayan Japon Yeni Dalgası, sinemanın belgesel odaklı yüzünü fantastik kurgulara çevirmiştir. 60’lı yıllarda altın çağını yaşayan ve klasik değerdeki yapımlarını veren Japon Yeni Dalgası, Berlin Uluslararası Film Festivali, Cannes Film Festivali gibi geniş platformlara yayılarak Oscar, Altın Ayı ve pek çok Akademi Ödülü getiren filmlere imza atmıştır. Ancak 70’lerde Japon evine temelli yerleşmeye başlayan televizyon kültürü, sinemanın da durağanlaşmasına neden olur. 1960 yılındaki 1,2 milyarlık izleyici kitlesi, 1980 yılına gelindiğinde 0,2 milyara düşmüştür. Dünya çapındaki ekonomik kriz de sonraki on yıl boyunca deyim yerindeyse sinemanın talihini kapatmıştır. Yine de bireysel çabalar ve yeni yönetmenlerin ortaya çıkmasıyla tüm dünyaya mâl olacak bir tür, bu dönemde yaygınlık kazanmaya başlamıştır: anime.
Sinema literatürüne “Japon animesi” olarak kendini kabul ettiren, üstelik oldukça başarılı pek çok yapıma imza atan bu türle birlikte Japon sineması yeniden canlanır. 2000’li yılların başlarında yılda 800’den fazla filmin yayınlandığı dönemler görülmüştür. Bunların yaklaşık %60’ını animeler oluşturmakta ve televizyon dizilerinden uyarlanan filmler yaygınlık kazanmaktadır. Animelerdeki başarı kadar, yine fantastik unsurlardan ve özellikle Japon geleneğindeki hayaletlerden beslenerek kurgulanan gerilim türündeki filmler de dünya çapında bir başarı elde etmiştir.
Küresel felaketler, savaşlar ve kriz dönemlerini hariç tutarsak tarihinin başlangıcından bugüne yükselen bir ilerleyiş gösteren Japon sineması, bugün başlı başına özerk bir üslup olarak karşımıza çıkıyor. Bu perdede bir yandan Latin alfabesine fersah fersah uzak bir doğu kültürünün esintileriyle tanışırken diğer yandan yabancısı olduğumuz bir adanın, söz konusu insan, inançlar, duygular ve gelenekler olduğunda hepimizi hayrete düşüren, zekice kurgularla kucakladığını görüyoruz. Sözünü ettiğimiz dönemlere ait özel akımlar, yönetmenler ve eserleriyle daha yakından bakmak için ekibimiz bu ay matineye Japon sinemasını koydu. Alışık olduğumuz batı topraklarının ötesinde, doğunun en ucunda perdeye nelerin yansıdığını gelin beraber inceleyelim.