Siyah Güneş (2019) ile Locarno ve İstanbul Film Festivali’nde kazandığı ödüllerle dikkatleri üzerine çekmeyi başaran Arda Çiltepe ile kısa filmi, yapımcılık tecrübesi ve sinema yolculuğu hakkında konuştuğumuz bir söyleşi gerçekleştirdik, keyifli okumalar dileriz.
Öncelikle Locarno ve İstanbul Film Festivali’nde elde ettiğin başarılardan ötürü seni tebrik etmek istiyorum. Siyah Güneş’in sinema çevreleri tarafından oldukça ilgi gören kendine has özgün bir dokusu olduğunu düşünüyorum. Seni bu filmi çekmeye, böyle bir hikâyeyi senaryolaştırmaya iten faktörler nelerdi, bize Siyah Güneş fikrini ortaya çıkaran dünyayı anlatabilir misin?
Siyah Güneş’in esas çıkışı Kültür Bakanlığı’nın 2018 Kasım’da açtığı kısa film desteğine bir şeyler yazmak istememe dayanıyor. Kafamda bir yol filmi vardı. En başta daha pratik açılardan düşünüyordum, dört kişi yola çıkıp bir şeyler çekmeye başlasak acaba bu film nerelere gidebilir gibi yuvarlak fikirler vardı. Sonrasında bir ada, güneş tutulması ve zoraki bir şekilde bir yere yetişmeye çalışan birisi belirdi. Senaryonun geri kalan kısımları da bu karakter ne yapardı, güneş tutulmasıyla alakası ne diye düşünerek gelişti. Bundan sonra da senaryoda epey değişiklik oldu: başvurduğum ilk senaryoyu tekrar yazdım, sonra o yeni senaryoya da çekim sırasında yaşadığımız olaylardan ötürü sadık kalmadık. Film çekimi sırasında da filmin görüntü yönetmeni ve ortak senarist Julia Tielke’yle beraber yeni şeyler ekliyorduk. Sorunuza dönecek olursam, tüm bu süreçlerde filmin dünyasını tutkallayan belli hisler vardı. Bir yere yetişip yetişmediği muamma bir karakter, parça pinçik yolculuk, güneş tutulması üzerinden bir felaket hissi, bir gecikme hissi.
Siyah Güneş esasen bir yolculuk öyküsü, ancak yolculuk dediğimizde aklımıza gelen klişelerden tamamen arınmış, kendi kişisel anlatısını sağlam ayaklar üzerine inşa etmeyi başarmış bambaşka bir film; film yapım sürecinde kendi tanıklıklarından ve içinde yaşadığın toplumun hafızasından ne ölçüde yararlanıyorsun, yarattığın gerçekliği besleyen detaylar neler oluyor?
Filmin otobiyografik olduğunu söyleyemem, ama pek çok detayın asıl çıkış noktası hasbelkader etrafta görüp duyduklarım oldu diyebilirim. Mesela, filmdeki yolculuk belki belli değil ama Enes Yurdaün’ün oynadığı karakterin yaptığı İstanbul-Bozcaada yolunu son üç-dört yılda birkaç kez yapmıştım. O sırada küçükten ilgimi çeken mekânları not etmiştim. Hepsi kuvvetli izlenimler bırakmış yerlerdi. Ya da çekimden üç-dört ay önce filmin senaryosuna çalışırken dedem vefat etti. Hamburg’da yaşadığımdan ötürü cenazesine gidememiştim. Şimdi geriye bakınca, o gecikme fikri öylelikle daha da güçlenmişti.
Çekim sırasında filmin dışındaki hayat çoğu zaman kurmaca bir şeyin önündeki engel gibi görünebiliyor ama o kafadan çıkıp kazalara ve tesadüflere olabildiğince açık olmaya çalışıyorum. O yüzden filmin çekimi sırasında olanlar sayesinde pek çok detay değişti, bazıları çıktı, bazıları eklendi. Senaryoda fırtına muhabbeti yoktu ama o sıralarda Ege’yi bir fırtınanın vuracağı söyleniyordu ve biz de ekip olarak İstanbul’dan çıkmadan önce oturup Bozcaada’ya gitsek mi gitmesek mi diye konuşmuştuk. Vapurlar iptal olduğu için Bozcaada’ya geçemeyip bir gün beklemiştik. O muhabbet de öyle dâhil oldu.
Filmin hem ulusal hem uluslararası anlamda çok başarılı geçen bir festival yolculuğu olduğu için izleyici tarafından gelen tepkileri de merak ediyorum. Sence anlatmak istediğin hikâye seyirciye ne ölçüde yansıdı, bu anlamda Siyah Güneş derdini anlatabilen, izleyen göz ile ortak paydalar kurmayı başarabilen bir film oldu mu?
Başarıp başarmadığını benim söylemem zor olur. Kaldı ki film çıkana kadar sürekli haşır neşir olduğum aylar geçirince film çıktıktan sonra bıkkınlıkla karışık bir soğukluk girdi. Ama benim için önemli olan hikâyeden ziyade izleyene belli bir hissin eşlik etmesiydi. İzleyip konuştuğum birçok insana belli bir hissin geçtiğine şahit oldum. Tabii ki beğenmeyenler, sıkıcı bulanlar, kapalı bulanlar da oldu. Ama zaten kimsenin film hakkında düşündüklerini doğrulamak da tersini söylemek de bana düşmez.
Kısa filmler özellikle Türkiye’de bütçe sıkıntısı yaşayıp uzun metraj fikrini hayata geçiremeyen ya da ilk uzun filmini çekmeye bir türlü cesaret edemeyen yönetmenlerin çaldıkları ilk kapı oluyor. Bu konuyla ilgili senin de fikirlerini almak istiyorum; uzun metrajlı bir film çekme planın var mı, Siyah Güneş seni bu düşünce için hazırlayan ve bu yolda tecrübe kazanmanı sağlayan olan bir ön çalışma niteliği taşıyor mu?
Valla var demek isterdim ama şu an için yeni bir projem yok. Kafamda dönen bazısı silik bazısı ısrarcı fikirler var ama hepsi eciş bücüşler. Siyah Güneş’i bir şeye hazırlık için çekmedim. Acaba yapabilir miyim, olur mu diyerek gelişti. Gelecekte ne olur bilemiyorum dolayısıyla ön çalışma olduğunu söyleyemem.
Seni aslında sadece yönetmen kimliğinle tanımıyoruz. Aynı zamanda Gürcan Keltek’in Meteorlar ve Gulyabani filmleri ile Burak Çevik’in Tuzdan Kaide’sinin de yapımcı koltuğunda oturuyorsun. Bu yönetmenlerin filmleri gerek zaman, varlık ve hafıza gibi temel kavramları irdeleyen deneysel yapıları gerekse görsel anlatı tarzları açısından birbirleriyle pek çok noktada benzeşiyor. Seni bir filmin yapımcılığı için heyecanlandıran faktörler neler oluyor, film yapım sürecinde bu tür konuları merkezine yerleştiren fikirlere daha sıcak yaklaştığını söyleyebilir miyiz?
Beni heyecanlandıran şey tematik seçimlerden çok sinemaya dair vadettiği şeyler oluyor. Daha çok, yönetmenlerinin sinemayla nasıl bir muhabbetle ilişki kurduğu önemli oluyor. Bu da aslında daha ilk baştan karşılıklı olarak geçen bir şey. Bunun haricinde çalıştığım yönetmenlerle arkadaşlık edebilmek de önemli çünkü sonuçta bu filmler epey uzun zaman alıyor. Yoğun çalıştığımız bir-iki yıl boyunca neredeyse her gün ya konuştuğumuz ya mesajlaştığımız çok oldu. Bu süreç de karşılıklı sabra dayanan belli bir yoldaşlık gerektiriyor ve sevmediğin insanlarla çekilecek şey değil.
Film yapım süreci demişken bu konuya biraz daha değinelim istiyorum. Sence kısa ya da uzun metraj fark etmeksizin bir filmi başarılı kılan en önemli unsurlar nelerdir, “festival filmi” yapma tabusunun özellikle sinemaya yeni adım atmış yönetmenlerin zihinlerinde bu denli kemikleştiği günlerde “iyi film” ortaya koymanın yolu sence nereden geçiyor?
Başkalarının filmi beğenmesi veya ödüllendirmesi tabii ki teşvik edici ama daha önemlisi insanın kendi sesini bulması gibi geliyor bana. Ben de bunun için çabalıyorum ve o yöne dönük bir çaba değerli geliyor. O ses de bence filmin temasını veya konusunu aşıyor, daha derinlerden geliyor. Kafamda bunun sağlamasını da sevdiğim, sesini duyabildiğim, o sesle cezbeden yönetmenlerle yapıyorum. Şu sıralar sürekli izlediğimden aklıma ilk gelen iki örnek John Ford ve Howards Hawks. Türkiye’deki sinema maalesef bu konuda daha çorak, çoğu kişinin böyle bir derdi bile yokmuş gibi geliyor.
Röportajı bitirirken yönetmen adaylarını ilgilendiren klasik ancak bana kalırsa büyük önem taşıyan bir soru sormak istiyorum. Her türlü imkânsızlık, teknik sıkıntılar ve bütçe yetersizliğine rağmen ilk adımı atabilmek adına film çekmek mi yoksa uygun şartları oluşturduktan, sektörde hatırı sayılır bir network kurduktan sonra harekete geçmek mi, ilk filmini çekmek isteyen yönetmenlere tavsiyelerin nelerdir?
Ben tavsiye verebilecek bir pozisyonda değilim o yüzden düşündüklerimi söyleyeceğim. Tabii ki öncelikle imkânsızlığın derecesi önemli, film çekmek isteyen ama hiç parası olmayan, ne nakit kaynaklara ne de ekipman gibi şeyleri ayni katkı olarak verebilecek kaynaklara erişimi olmayan insanlara “Film çekin.” tavsiyesi vermek komik olur. Ama belli bir asgari zemin varsa çekmeye girişmenin iyi olacağına inanıyorum.
Sinemanın diğer sanatlara göre imkânsızlıklarla hep özel ilişkisi oldu gibi geliyor. Az önce Fransız Sinematek’in sitesinde izlediğim için taze; ölmeden birkaç yıl önce orada konuşma yapan Orson Welles mesela, hayatı finansman bulamamaya direnmekle geçiyor. Deleuze sinema kitabının önsözünde sinema tarihine uzun bir şehitler tarihi diyordu. Sinemayı yüceltmek için değil ama dara düşünce sinemanın “rağmen” yapılan bir şey olduğunu hatırlamak şahsen beni rahatlatıyor.
Sektördeki tanıdıkların kamera önündeki ve arkasındaki olanaklara etkisi kesinlikle var, bu açıdan şanslıydım ki yapımcılarım Alara Hamamcıoğlu ve Öykü Canlı donanımlı ve bağlantılı kişilerdi. Ama bu kriter iyi film yapmak için şart değil çünkü Türkiye’de de dünyada da sektörden pek tanıdığı olmadan çeperde iyi filmler çeken yönetmenler oldu. Bence insanın etrafında kafa dengi arkadaşlarının, bir nevi suç ortaklarının olması daha gerekli. Hem muhabbet edilebilecek, çekim sırasında yardım alınabilecek, hem de “Şu nasıl olmuş?” deyip aklınızdakileri dökeceğiniz ve danışabileceğiniz insanlara ihtiyaç oluyor.
Bu keyifli röportaj için Fil’m Hafızası adına teşekkür ederiz.