Jonathan Glazer’ın yönettiği, Martin Amis’in aynı isimli kitabından uyarlanan The Zone of Interest (2023), Nazi Almanyası’nın karanlık dönemine dair çarpıcı bir portre sunar. Film, Auschwitz toplama kampının komutanı Rudolf Höss isimli bir Nazi subayının hikâyesini temel alır ve onun katliama öncülük eden kişiliğini ailesiyle yaşadığı hayatla çevreleyerek işler.
Rudolf Höss, Nazi Almanyası’nın en acımasız ve karanlık figürlerinden biridir. Auschwitz toplama kampının komutanı olarak görev yapmıştır ve binlerce insanın ölümünden sorumlu tutulmuştur. Höss, Nazi rejiminin soykırım politikasını uygulamak için görevlendirilmiş ve bu görevi sadist bir şekilde yerine getirmiştir. O, Auschwitz’in “ölüm fabrikası” olarak bilinen bir mekânını, Yahudi Soykırımı’nın merkezi haline getirmiştir.
Höss, kampın işleyişi ve toplu katliamların organizasyonunda merkezi bir rol oynamıştır. Gaz odalarının kurulması ve Zyklon B gazının kullanılması gibi yöntemlerin uygulanmasında bizzat yer almıştır. Binlerce insanın acımasızca öldürülmesine doğrudan katkıda bulunmuş ve Nazi rejiminin en barbar yönlerini temsil etmiştir. Filmde olduğu gibi Rudolf, 1943’ün sonlarında Berlin’e atanır ve Nazilerin tüm toplama ve imha kamplarındaki operasyonları denetlemekle görevlendirilir. SS onun ilerlemesinden memnundur ve onu “yeni fikirleri ve eğitim yöntemleri nedeniyle bu alanda gerçek bir öncü” olarak tanımlar. Alman başkentindeki görevi sırasında ailesi Auschwitz’de kalmıştır, ancak ayrılıkları nispeten kısa sürmüştür.
Savaşın sona ermesinin ardından yakalanmış ve savaş suçlusu olarak yargılanmıştır. Rudolf, yakalanmasının ardından, Nürnberg mahkemelerinde ifade vererek Auschwitz’deki cinayetlerde kendi rolü hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu tür suçları itiraf eden ilk üst düzey Nazi olan Höss eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmiştir. Polonya’ya nakledilmiş, cinayetten yargılanarak idama mahkûm edilmiştir. İdamı beklerken otobiyografisini yazmıştır ve kendisini “Üçüncü Reich tarafından yaratılan büyük imha makinesinin çarkındaki bir dişli” olarak resmetmiştir. 16 Nisan 1947’de Rudolf, suçlarının işlendiği Auschwitz’de, aralarında eski kamp mahkûmlarının da bulunduğu bir kalabalığın önünde asılmıştır.
Glazer’ın filmi, Rudolf Höss’ün hayatına farklı bir açıdan bakmayı amaçlar. Höss, sadece bir Nazi subayı olarak değil, aile hayatına da atıfta bulunarak aynı zamanda bir insan olarak ele alınır. Keza Höss bir tarafta insanları umarsızca katlederken diğer tarafta ailesiyle tam da gaz odalarına yakın bir konumda, refah içerisinde bir hayat sürmektedir. İsmi tümüyle olumsuz duygularla anılan Auschwitz’i Höss’ün eşi Hedwig, “Cennet gibiydi, orada hayatımın sonuna kadar yaşayabilirdim” [1] diye tasvir eder. Filmde, onun kişisel ilişkileri, içsel çatışmaları ve ahlâki sorgulamaları incelenir. Özellikle, Höss’ün karısıyla yaşadığı karmaşık ilişki, karakterin derinliklerini ve insan doğasının karmaşıklığını gözler önüne serer. Onun iki taraflı hayatı, keskin tezatlıklarla doludur. Nitekim bütün bu olaylardan sonra Thomas Harding adlı bir gazeteci, amcasının Rudolf’u arayışıyla ilgili bir kitap üzerinde çalışırken kızı Brigitte ile de konuşmuştur. Harding 2013 yılında Globe and Mail’e verdiği demeçte, [2] “Bana onun dünyanın en iyi babası olduğunu, hikâyeler okuduğunu ve onları tekne gezintilerine çıkardığını söyledi” der. “Ailesi onu çok severdi. Onun iki yönü vardı; baba ve komutan.” şeklinde de ekler. Glazer, bir tarafında çok sevdiği ailesine gösterdiği yüzü ile diğer tarafta canavarlaşan, umarsızca insanları katleden bir adamın kendi içindeki çelişkilerinin bir portresini sunar.
Höss ailesinin ne bildiği ve ne ölçüde sorumlu tutulabilecekleri sorusu, anlatı boyunca sorgulanır. Hedwig ve çocukları Auschwitz’in yönetimine doğrudan dahil olmamışlardır. Ancak film, öyle ya da böyle bir suç ortaklığı olduğuna dair alt metinler barındırır. Bir noktada Hedwig, öldürülen bir kadından çalınan lüks bir kürk mantoyu dener. Başka bir sahnede, çiftin en büyük oğlu Klaus, gaz odalarında öldürülen Yahudilerin ağızlarından çıkarılan takma dişleri incelemek için bir el feneri kullanır. Rudolf ve çocukları nehirde yüzmeye gittiklerinde, komutan bir çene kemiğine rastlar; bu ürkütücü buluntu onu bir an önce temizlenmek için aceleyle eve götürür.
Glazer’ın filmdeki yaklaşımı, Amis’in kitabına olabildiğince sadık kalsa da akıcılığı sağlamak adına bazı değişiklikler yapılarak farklılaştırılır. Kitapta daha geniş bir perspektif sunulmasına rağmen film sadece Höss ve ailesiyle odağını sınırlar. Ayrıca, filmde karakterlerin derinlikleri ve ilişkileri daha farklı bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Örneğin, komutanın karısı olan Hedwig’in, kocasının Berlin’e atanmasına ve kamptan uzaklaşmasına karşı çıkması gibi detaylar, karakterlerin karmaşıklığını artırır.
Filmde kullanılan sinematik teknikler de dikkat çekicidir. Özellikle, çekimlerin titizlikle planlanmış olması ve her detayın özenle düşünülerek işlenmesi, izleyiciyi olayların içine çeker. Filmdeki görüntülerin büyük bir kısmı, Nazi ailesinin günlük yaşamını gösterirken, arka planda toplama kampının dehşeti seyrek ama etkileyici bir şekilde hissedilir. Bu, filmi izleyenleri, Nazi rejiminin insanlık dışı uygulamalarını daha derinlemesine anlamaya teşvik eder.
Komutanın aile hayatında sıra dışı bir şey yoktur ama Glazer’ın kurguladığı çekim, sakinliğin ardında gizlenen kargaşayı ortaya çıkarır. Neredeyse tamamı sabit olan, sadece geniş çekimler kullanan The Zone of Interest, gözetleme fikri üzerine kuruludur. Ailenin evi sanki bir BBG setiymiş gibi kayda alınır. Perspektifler çokludur; çekimler uzun sürmez çünkü karakterlerin her hareketi bir montaj kesiminin gelişini ve yeni bir perspektifin ortaya çıkışını çağrıştırır.
The Zone of Interest’te Glazer’ın kollarını sıvadığı iş, faşizmin dehşetini tasvir etmek için grotesk alegoriler inşa etme eğiliminde olan sinema tarihinde neredeyse benzeri olmayan imkansız bir görev gibi duruyor. Günümüzün en zeki sinemacılarından biri olan Glazer, hiper-gerçekçi bir portre sunarak bu zorluğa bir çözüm bulmuş. Glazer, Mica Levi’nin cırtlak müziğiyle desteklenen ürkütücü bir ses kurgusuyla Auschwitz’in dehşetini vurgulasa da kamerası toplama kampı duvarını neredeyse hiç geçmez. Glazer, bu dayanılmaz kapalı alanın önüne, izleyiciyi komutanın ailesinin kasvetli ritüellerini yerleştirir: nehir gezintileri, durağan öğleden sonraları, akraba ziyaretleri, çocukların oyunları, annenin değerli bahçesinin bakımı için gösterdiği çabalar…
The Zone of Interest, Nazi Almanyası’nın karanlık dönemine dair çarpıcı bir portre sunan etkileyici bir filmdir. Glazer, Rudolf Höss gibi tarihsel bir figürün hayatına farklı bir perspektiften bakarak; izleyicilere Nazi rejiminin dehşetini ve insan doğasının karmaşıklığını ustalıkla ele alır. Film, yönetmenin becerisi ve oyuncuların performansıyla izleyicilere etkileyici bir deneyim sunar. Ancak, film ile kitap arasındaki bazı farklılıklar ve eksiklikler, kimi izleyiciler tarafından eleştirilse de genel olarak film; Nazi rejiminin dehşetinin göbeğindeki bir adamın ahlâki gelgitlerini, iki farklı hayatını ve ailesini karanlık taraflarıyla birlikte derinlemesine inceleyen bir yapım niteliği taşır.
Kaynaklar:
[1]:https://www.washingtonpost.com/opinions/hanns-and-rudolf-the-true-story-of-the-german-jew-who-tracked-down-and-caught-the-kommandant-of-auschwitz-by-thomas-harding/2013/10/04/42b1305a-f2e1-11e2-8505-bf6f231e77b4_story.html
[2]:https://www.independent.co.uk/news/rudolf-hoss-the-zone-of-interest-auschwitz-bafta-b2489508.html