Dazed and Confused (1993) ve Before Sunrise (1995), Before Sunset (2004) ve Before Midnight’tan (2013) oluşan meşhur üçlemesiyle tanınan yeni Amerikan sinemasının alnı pak temsilcisi Richard Linklater, 2001 yılında sinema tarihinde daha önce eşine rastlamadığımız bir projeye adım attı. Bu yıl tamamlanan ve sinemaseverlerin önüne sunulan Boyhood (2014), başkahramanı Mason’ı seyircisiyle beş yaşındayken tanıştırıyor. Aynı oyuncu kadrosuyla çekimleri on üç yıl boyunca aralıksız devam eden filmde Mason’ın on sekizine –yani bugüne– gelişine kadar adım adım büyüyüşüne gerçek zamanlı şahit oluyoruz. Dile döküldüğünde bile tüyler ürperten bu fikir, Linklater tarafından büyük bir emek sonunda artık kanlı canlı perdede hayat buluyor. Böyle bir durumda ‘perdede hayat bulmak’ deyimi istisnai bir şekilde biraz da gerçek anlamını karşılıyor olabilir. Zira filmi izlerken on üç yıl gibi büyük bir kesimine şahitlik ettiğimiz bu hayat, her ne kadar kurgu olsa da hepimizin içinde yaşadığı ve yaşayacağı bir hayatı perdede bulmamıza sebep olabiliyor.
Her şeyden önce Boyhood, sahip olduğu bu ilgi çekici içeriğine güvenle yaslanabilme rahatlığıyla yetinmeyip büsbütün iyi bir film olabilmeyi başarıyor. Tek başına ilgiye değer bir içerik olsa da öte yandan ortaya eli yüzü düzgün ve derli toplu bir film çıkarmayı gitgide zorlaştıran bir niteliğe sahip. Öyle ki, kadroda yer alan her bir oyuncunun, filme arka plan olan sokakların, şehirlerin, popüler kültür ögelerinin ve her bir detayın değişiminin –az buz değil– tam on üç yıl boyunca hâkimiyetini gerekli kılıyor. Hayat akıp gidiyor ve tarihinde belki de ilk defa sinema zamana kafa tutuyor!
Filmin açılışında beş yaşındaki Mason’la (Ellar Coltrane) beraber onun çevresini de tanımaya başlıyoruz. En yakınındakiler ise birlikte yaşadığı annesi (Patricia Arquette), kendinden bir–iki yaş büyük ablası (Lorelei Linklater) ve anneleriyle boşanmış, dolayısıyla yalnızca hafta sonları görüşebildikleri babaları Mason Sr. (Ethan Hawke). Annesinin iş ve ilişki durumlarıyla bağlantılı olarak birkaç kez taşınan ve böylece yeni mahalleler, yeni şehirler ve yeni arkadaşlar tanıyan Mason, her insan gibi etrafında olup bitenleri izleyerek hayatı tanıyor, öğreniyor ve büyüyor. Aslında biz de filmin bütününde izleyen konumundaki Mason’ın hayatının seyircileriyiz ve izlediğimiz şey bizlere buram buram sinema kokan bir seyir tecrübesi yaşatıyor.
Filmin bütününde Mason’ın hayatından bize sunulan sahneler aslında on sekiz yaşındaki bir insanın hafızasında kalabilecek ve anımsanabilecek, hayatında kilit nitelik taşıyan ya da taşımayan sıradan anılardan ibaret. Yani yönetmen bize sadece Mason’ın büyümesinde rol oynayan anılardan ibaret önemli sahneler sunmuyor. Bu hamle Mason’ı, sinema salonuna gidip izlemek zorunda olduğumuz bir kurgu karakter özelinden çıkartıp onu bize daha da yakınlaştırıyor. Böylece filmi izleyenlerin en çok vurgu yaptığı ‘elimizde büyüme’ ve ‘karakterden kopamama’ unsurlarının temelini atıyor.
Bireyin hafızasında kalanlar açısından baktığımızda filmle ilgili bir konuya daha değinmek gerekebilir. Çünkü filmde gördüğümüz ilk sahne (belki de Mason’ın hatırladığı ilk şey) bugünkü ABD’nin popüler kültüründen, günlük yaşantısına kadar etkileri her zerresine sinmiş 11 Eylül felaketinin neredeyse hemen sonrasına denk geliyor. Böylece Linklater bu projeyi herhangi bir dönemde gerçekleştirip herhangi bir çocuğun hayatına tanıklık edebilecekken, bir yandan da o felaketi sadece anlatılanlarla hatırlayabilecek bu çocuk vasıtasıyla onun kuşağının gelişimini gözlemleyerek izleyicisini ‘yeni Amerika’ yolculuğuna çıkarmış oluyor.
Açıkçası bu görevi üstlenmek Linklater’a fazlasıyla yakışıyor. Ne de olsa Richard Linklater, kariyerinin başından beri Amerikan gençliğiyle, toplumuyla, felsefeyle ve hayatla haşır neşir bir yönetmen. Kendine has en öne çıkan ve meşhur özelliği ise çok konuşan filmler çekmesi. Kendisinin sevilmesinin ve saygı görmesinin en büyük sebebi de bu ‘geveze’ filmlerde senaryoyu hırpalamadan diri tutabilen ve izleyicisini bir an bile sıkmamayı başarabilen yönetmenlik ve yazarlık performansı kuşkusuz. Bu zorlukların altından kalkmasını sağlayan diyalog yazım yeteneği ve kurgu dehası Boyhood’da artık doruk noktasına ulaşıyor. Çünkü neresinden baksanız Mason’ın hayatının tanıklık ettiğimiz parçası, hemen hemen hepimizin yaşadığı ya da çok kolay bir şekilde çevremizde rastlayabileceğimiz kadar sıradan. Linklater yine hikâye akışına beklenmedik aksiyonlar katarak senaryoyu silkelemek yerine izlerken akla ilk gelebilecek ve sorgulatmayan içerikler servis etmeyi sürdürüyor. Mason, annesinin makul görülebilecek sebepleriyle şehir değiştiriyor, ablasıyla herkesin yaşabileceği düzeyde didişiyor, babasından her baba-oğul ilişkisinde duyulabilecek öğütler alıyor, herkes gibi âşık oluyor, herkes gibi kırılıyor.
Linklater, bu sıradanlıkla üç saatlik bir filmi ayakta tutmanın sırrını ise hiçbir zaman sergilemekten çekinmediği kurgu dehasına borçlu. Filmin kahramanları, ardı ardına dizilmiş yormayan sahnelerle hayatlarını sürdürdükleri, geçmişi anlattıkları ve hayatlarını anlamlandırmaya çalıştıkları diyaloglarla savruluyorlar. Geveze film çekmeyi iyi bilen Linklater yine bol diyalogların arasından seyircisine filmden kopma güdüsü yerine filmin içine daha çok girme isteği aşılıyor. Bir sonraki sahnede ne olacağını merak etmekten hiçbir kareyi kaçıramayan seyirci filme ve özellikle de Mason’a tutkuyla bağlanıyor. Tıpkı Before serisinde Celine ve Jesse’ye bağlandığımız gibi. Öyle ki, filmin sonuna yaklaştıkça, ana kucağından taşınan ve kendi taptaze hayatına adım atan Mason’ın ardından biz de neredeyse annesi kadar acılı bir kopma hissi yaşıyoruz. Ancak Mason, bu ayrılığa karşı daha hazır, soğukkanlı ve hevesli olan taraf.
Onun bu olgun duruşunu görünce zihnimizde babasının ona on beşinci yaş günü hediyesini verdiği sahne canlanıyor. Söz konusu hediye, Mason Sr.’ın oğlu Mason Jr. için özel hazırladığı gayriresmî bir The Beatles toplama albümü. Bu albüm, Beatles-sonrası dönemde John Lennon, George Harrison, Paul McCartney ve Ringo Starr’ın yaptıkları en iyi solo işleri içeriyor. Ethan Hawke’un ağzından dökülen sözler Mason’a bir ayrılık hakkında bilmesi gereken neredeyse her şeyi naif ve tatlı şekliyle işliyor: “Biliyorsun, bu solo şarkıları tek tek birçok kez dinledin. Ama bunları birbiri ardına dizdiğinde her bir parçanın diğerini yükseltmeye başladığını fark edeceksin. Ve işte o zaman duyabilirsin, bu The Beatles!”
Filmin içerisindeki bu özel albümü dinlemek, bu filmi izlemekten farksız. Tıpkı albümdeki parçalarda olduğu gibi Mason’ın her bir yaşını ardı ardına izlediğimizde hepsinin bir diğerini yükselttiğini, beslediğini fark ediyoruz. Bu yıllar, tıpkı o farklı şeylerden bahseden solo-Beatle şarkıları gibi olsalar da, aralarında çok iyi geçenleri ve görece kötü geçenleri olsa da, hepsini arka arkaya izleyince karşımıza çıkan şey Mason’ın hayatı! Boyhood, sinemanın ilkel görevi olan röntgenciliği bambaşka boyuta taşıyan ve seyircisini tanıklık ettiği her parçadan sorumlu tutan unutulmayacak bir yapım. Artık yeni hayatına tek başına yola çıkan Mason’ı son kez gördüğümüz serin final sahnesi ise izleyenleri, damaklarından kolay kolay kaybolmayacak lezzette bir seyir tecrübesiyle bırakıyor.
Propaganda yanı ve aşırı marka reklamı olmasa güzel film aslında.