Ünlü Rus hikâyeci Anton Çehov bir konuşmasında “Vaktim olsaydı daha kısa yazardım,” der. Kelimeler, vaktin ve malzemenin azlığıyla yoğunluklarını bir o kadar artırır. Her saniye, teferruatlı bir düşünme ve titizlikle işlenme ister. Bu yüzden her saniye, çok şey söyleme yükümlülüğünü sırtında taşır. Diğer sanat alanlarında olduğu gibi sinemada da kısa film, aslında sanıldığının aksine uzun metrajdan daha yoğun bir çalışma ister. Zira birkaç saatin dile getirebileceği bir konuyu dakikalara sığdırmak zorunda kalır. Bu nedenle her sekansın iyice ölçülüp biçilmesi, en vurucu darbelerle perdeye aktarılması gerekir. Belgesel veya tarihi anlatılar için bu zorluk nispeten daha azken duygular işin içine girdiğinde yönetmen ve senaristin ustalığına kalır çoğunluk. Özellikle de söz konusu korku olunca. Korku/gerilim filmlerini bu hususta diğerlerinden ayıran, duygu zirvesini oluşturabilmek için belli bir süreye ihtiyaç duymasıdır. Yani kahkaha ve hüznün aksine perdeye düşen görüntünün korku uyandırması için ikna edici bir altyapı kurgusunun örülmesi daha zordur. Dolayısıyla her saniyeye bir gerilim unsuru yüklenmelidir. Bu özellikler doğrultusunda incelendiğinde korku/gerilim türündeki kısa filmlerin yapı-sökümünden izleyici de en az film kadar keyif alacaktır. Şimdi biraz vaktiniz varsa kısa bir korku molasına ne dersiniz?
The Armoire (Yön. Evan Cooper 2017)
Her eşyanın bir öyküsü, o öyküde sakladığı bir sır vardır. Kapakların, bölmelerin içine tarihin tanıklıkları katlanıp konmuştur. Bu yüzden bir başkasının eşyasına dokunmadan önce aynı anda neleri uyandırmış olabileceğini bir kez daha düşünmeli insan. İş arayışıyla yeni bir şehre taşınan Emma Brown, tüm bu düşüncelerden habersiz, yalnızca geçim derdine odaklanmıştır. Şehirde kendine uygun fiyatlı bir ev bulmuş, birkaç parça eşyayla idare etmeyi planlamıştır. İkinci el dükkânlarından aldıklarıyla kendine bir ev kurarken âtıl bir alanda karşısına bir giysi dolabı çıkar. Dolabı alıp kullanmaya karar veren Emma, kapakların ardına kilitlenmiş kötülüğü serbest bıraktığının farkında değildir. Evde paranormal olaylar olmaya başlayınca gerçekleri öğrenir ve dolaptan kurtulmaya karar verir. Peki bu karar için uygun bir zaman mıdır? Amatör kategorisinde değerlendirebileceğimiz The Amoire, geliştirilebilecek pek çok noksana sahip. Fakat kurgu çözümlemesi ve olay ilerleyişini incelemek isteyenler için keyifli bir izlek sunar.
The Last Seance (Yön. Laura Kulik 2019)
Çocukken zihnimizde canlandırdığımız korku unsurları, yaşımız ilerledikçe kendiliğinden silinmeye başlar. Zihin, travmatik boyutlara varabilecek bu anıları hatırlamak istemez sanki. Karanlık bir köşeye hapseder onları, baskılar, kilitler. Dışarı çıkmalarına engel olmaya çalışır. Ama ne kadar başarılı olabilir? Üstelik bu korkular, yalnızca zihinsel görüngülerden ibaret değilse? Anna’nın zihnindeki “ince adam” çocukluk korkusundan öte, gerçek hayatta izler bırakan kötücül bir güçtür. Ancak Anna’nın böyle bir güçle iletişim kurduğunu fark eden kardeşi, bunu bir kazanç yolu olarak kullanmaya karar verir. Anna, ruh çağırma seanslarıyla insanların, geçmişlerine erişmelerini, ölmüş yakınlarıyla konuşmalarını sağlar. Fakat bu seanslardan birinde kız kardeşiyle ilgili bir sırrın ortaya çıkarmasıyla kendini ömürlük bir oyunun içinde bulur. Ruhani varlıklar ve paranormal olayların geriliminden keyif alıyorsanız son bir seansa var mısınız?
Woods (Yön. Sean van Leihenhorst, 2016)
Leihenhorst’un bitirme projesi olarak sunduğu, korku/gerilim türündeki kısa filmi Woods (2016), gerek teknik başarısı gerekse senaryosunun organizasyonuyla henüz amatör bir yönetmen için başarılı bir yapım. Filmde yeni eseri için ilham arayan genç bir yazarın, gittikçe gerçek dünyada karşılık bulmaya başlayan paranoyası anlatılır. John, karısını kaybetmesinin ardından babasıyla bir çiftlikte yaşamaya başlamıştır. Bir yandan odunculuk yaparken diğer yandan yazın dünyasına odaklanmaya çalışır. Fakat kimi zaman siyah bir figür olarak beliren şeytani bir güç, John’u geçmişiyle yüzleştirmeye çalışır: John, kendisi gibi yazar olan karısının kurgusunu çalmış, kendi adıyla yayıma hazırlamıştır. Bir taraftan bu gerçekle yaşamaya çalışırken diğer yandan kurgu, adeta intikam almak ister gibi John’un çevresini sarıp gerçekliğin yerini almaya başlar. Sonunda kontrolünü kaybeden John, akıl sağlığını koruyabilecek midir? Kısa senaryosunda pek çok farklı yapıma göz kırpan Woods, bir metinler-arasılık örneği arayanlar için çok yönlü bir korku sunmakta.
Other Side of the Box (Yön. Jaleb K. Phillips, 2020)
Korku, yalnız kendiliğinden oluşmaz; daha tehlikeli türleri miras kalanlar ya da intikam olarak doğrultulanlardır. Phillips de gerilimi baştan sona hemen her sekansa aktardığı Other Side of the Box’ta (2000) ikinci tür korkuyu işler. Arkadaşı Ben’den intikam almak, diğer yandan da kendine miras kalan şeytani güçten kurtulmak isteyen Shawn, bir akşam Ben’e uğrar. Ona içinde bir not bulunan, paketli bir kutu bırakıp notu sonra okumasını söyler. Shawn tedirgin tavırlarla ayrıldıktan sonra Ben, kız arkadaşı Rachel ile kutuyu açar. Dibi görünmeyen tuhaf kutu, kısa süre sonra hayatlarını kâbusa çevirecek bir kötülüğü adım adım çıkarmaya başlar.
Phillips’in kurgusunu diğer çoğu yapımdan ayıran, korku unsurunu geliştirme aşamasını çok kısa sürede yapmış olması. Kurguyu bu yönden inceleyecek olursak bir neden- gelişme- sonuç sürecinin, ortaya atılan gizemli kutuyla bizi doğrudan “gelişme” aşamasının içine bıraktığını görürüz. Bu yönüyle film, korku senaryosu oluşturmanın özgün bir örneğini ortaya koymuştur.
Somniphobia (Yön. Dillon Vibbart 2021)
Uykusuzluğun bilinmeyen bir nedeni, uykunun kendisinden korkmaktır. Kâbuslar, kötü uyku koşulları, uyku sırasında tekrar eden travmatik durumlar da bunu tetikleyen başlıca nedenlerdir. Ryly’i uykularından eden korkunç görüntüler, genç kadının psikolojisini altüst etmiştir. Sonunda profesyonel bir yardım almaya karar veren Ryly, erkek arkadaşıyla birlikte eskiden terapist olarak çalışmış Doktor Brady’e başvurur. Ancak Ryly’i rahatsız eden durum, sandığından çok daha derin ve paranormal bir olaydır. Brady, bunun bir çözümünün olmadığını söylese de Ryly’in kolundaki şiddetli darp izleri, doktorun fikrini değiştirir. İnsanların rüyalarına girerek travmaları çözümlemek üzere uzmanlaşan Brady, Ryly’e yardımcı olabilmek için rüyasına girer. Ancak Brady, genç kızın bilinçaltında erkek arkadaşı Brian’a ilişkin ipuçları bulunca işin rengi tamamen değişir. Psikolojik gerilim türünde amatörün ötesinde olan yapım, benzer konuları işleyen uzun metraj filmlerle yarışabilecek yoğun tempolu bir korku-gerilim izleği sunmakta. Korkunun nedenlerini bilinçaltında arayanlardansanız Ryly’nin rüyalarına konuk olabilirsiniz.
ANTIKK (Yön. Morten Haslerud 2020)
2020 yılı düzenlenen pek çok festivalden ödülle dönen Antikk (2020), hem seçtiği bağlam hem de konu itibariyle korku klasiklerinin pek çok unsurunu on iki dakikada vermeyi başaran kısa yapımların bir örneği niteliğinde. Bir süre yalnız kalmak için ormandaki kulübesine çekilmeye karar veren Anjelika, beraberinde bir eskiciden aldığı antika küveti de götürür. Ancak her gerilim filminin bize öğrettiği bir şey vardır: Antikalar, göründükleri kadar masum ve sessiz değillerdir. Zira gizemli tarihlerinin izini hep içlerinde taşırlar. Antika küvetin içinde müziğin, mum ışığının ve şarabın keyfini çıkaran Anjelika, ne var ki çok geçmeden gizemli ürpertilerle huzursuzluğa kapılır. Bu hislerinde yanılmamıştır üstelik; kötücül bir ruh, küvete dolan suyla can bulmuş ve Anjelika’nın peşine düşmüştür çoktan. Ses efektlerinde vasat olarak değerlendirebileceğimiz film, ani korkular ve musallat hikâyelerinden hoşlananlar için kısa ama yoğun bir yapım.
Into the Night (Yön. Chris Goldade 2021)
İnkâr, travmaların çoğunda görülen bir savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma sayesinde zihin, travmayı unutur -yahut unuttuğu izlenimine kapılır. Ama bilinçaltına yerleşen suçluluk duygusunu bastırmak, sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü hatıra silinmez, yalnızca kapalı kapılar ardına kaldırılır, hiç beklenmedik bir anda gün yüzüne çıkmak üzere. Çarptığı bisikletlinin ölümüne sebep olan Ben, bu olaydan kimseye bahsetmeden öldürdüğü kadını yolun üzerinde bırakarak gider. Ancak baktığı her yer, duyduğu her ses, yaşadığı korkunç olayı hatırlatan bir unsurdur artık. Ne itiraf çare olabilir buna ne de travmayla yüzleşmek… Bir bilinçaltı korkusunun ötesinde Ben, peşindeki hayaletle baş etmek zorundadır. Klasik bir kurgu gibi görünen film, ilerledikçe oldukça özgün bir hikâye örgüsüyle izleyiciyi kuşatır. Her kelime ve sahne en ekonomik hâliyle kullanılarak dedektiflik türünün de güzel bir örneğini ortaya konmuştur. Sahnelerdeki ipuçlarını takip ederek kurbanı polisten önce bulabilecek misiniz?
The Ogress (Yön. Jon Kent 2022)
“10 Haziran 1896 tarihinde Amelia Dyer, altı çocuğun cinayetinden suçlu bulunmuştur. Ancak araştırmalar daha çok kanıt ortaya çıkarmış ve Dyer’ın dört yüzden fazla çocuğun ölümünden sorumlu olduğu anlaşılmıştır. İşlediği vahşice suçlar nedeniyle Dyer, kendi ölümüne tanık olması için aynalarla dolu bir odada infaz edilmiştir.” Bu açıklamayla başlayan The Ogress (2022) gerçek bir seri katil hikâyesini perdeye taşır. Film, ormanda bisiklet sürdükleri sırada bir cesetle karşılaşan iki çocukla başlar. Beş hafta önce öldürülmüş bir çocuğa ait olan ceset, iki yıl sonra bir başka gizemli ölümü aydınlığa kavuşturacaktır. Kaybolan karısını bulmak için polis merkezine başvuran genç adam, anlattığı tuhaf öyküyle cinayet büro polis dedektifinin dikkatini çeker. Genç kadın, dini bir oluşumun ayinlerine kurban mı gitmiştir? Yoksa hamileliğinin etkisiyle zihinsel kontrolünü mü kaybetmiştir? Ölüm nedeni bulunamayan cesetler ve kayıp insanların peşinde koşarken karşılaşılan paranormal olaylar, Katolik cemaatler, ruhani varlıklar ve ritüeller, başından sonuna dek filme gerilim dolu bir atmosfer kazandırır. Ayrıca görüntü ve ses yönetimi de filmi amatörün üstüne taşımıştır.
Progeny (Yön. Justin Dearing 2021)
Bilimkurgu, insan yetkilerinin sınırlandırıldığı bir alan olduğundan en az paranormal olaylar kadar korkutucu gelebilir. Kadın ile erkeği biyolojik cinsiyet bakımından değiştiren bir distopyada ise korkunun sosyal boyutu gözler önüne serilir. Justin Dearing’in yönetmenliğinde pek çok ödül alan Progeny (2021) de bunu anlatır. Dünyada yeni bir insan ırkı belirmiştir. Beyaz tenli, deformasyona uğramış yüzleriyle bu ırka mensup insanların yalnızca erkek olanları çoğalma özelliğine sahiptir. Bu da, normal insan ırkından bir erkeğin ensesine, kollarından çıkan cinsel organlarını yerleştirmeleriyle gerçekleşir. Spermle yüklenen erkeğin ensesinde bir tomurcuk çıkar; zamanla büyüyen tomurcuk, bebek kesesine dönüşerek yeni “ucube” bebeği dünyaya getirir. Dünyada normal insan ırkını günden güne azaltan bu yeni ırk, dini ve ideolojiyi de ele geçirmiştir. Dahası, kiliseler yoluyla İsa’nın da aslında kendileri gibi olduğunu, dolayısıyla onun tohumlarını yaymakla yükümlü olduklarını iddia ederler.
Böylesi bir distopyada bir işçi olarak çalışan Tanner, eğlenmek için gittikleri dağ evinde patronu tarafından tecavüze uğrar. Ancak zorla içine yerleştirilen bu bebeği taşımayı hiç istemez. Eşiyse durumu kabullenip bebeğe annelik yapabileceğini söyler. Eşinin desteğine rağmen Tanner, uğradığı travmayı bir türlü atlatamaz ve kendi çabalarıyla ensesinde büyüyen tomurcuğu keserek bebekten kurtulmaya çalışır. Hayatî tehlike taşıyan operasyon sırasında doğum hemşiresi olan eşi, Tanner’ın yardımına koşar. Ancak geç kalınan bir durum, tüm kurtulma girişimlerini altüst eder.
Bilimkurgu türünde sıra dışı bir senaryo ve gerilim sunan Progeny, tadı damakta kalan kısa yapımlardan.