Ama süt önemlidir.
Hem de nefes kadar, su kadar önemli. Hayatımızın ortasına gelip oturduysa üstelik, koltuğun bize ayrılan bölümünü de sahiplendiyse; kapattığımız kapıları bizim ardımızdan açıyor, adımlarımızın yönünü tayin ediyorsa süt, gerçekten önemlidir.
Aklıyla diğer canlılar ve doğa üzerinde hüküm kurabilen, dolayısıyla da kendisinden başka bir otorite altında bulunmak istemeyen insan, söz konusu kendi psikolojisi, bilinçaltı olduğunda verilen her hükme razı gelir. Yani bir bakıma farkında olmadığı –ve belki tam anlamıyla söz geçiremediği- kendi otoritesinin uysal dinleyicisidir. Hem insanın bizzat kendi içinden gelen hem de bir o kadar başına buyruk olan bu ses, biz kulaklarımızı tıkamaya çalışsak da hayatımızın merkezine “duygular” yoluyla, hiç beklemediğimiz bir anda ve şekilde kurulacaktır. Evet, önüne geçmek için psikolojik yapımızı da büyük ölçüde değiştirmemiz gerekir; ancak bunun da öncesinde, biz istemeden kapıyı çalan, hatta aralayıp kendini içeri buyur eden ve sonunda zihnimizin, duygularımızın, hayal gücümüzün merkezine yerleşen bu sesin kime ait olduğunu, nelere sebebiyet verdiğini, bizi nasıl değiştirdiğini iyi tespit etmemiz gerekir.
Anna Mantzairs ve Eirik Grønmo Bjørnsen de bu niyetle masa başına oturur. Lisans bitirme ödevi olarak tasarlamaya başladıkları filmin bu denli ses getirecek, orijinal bir yapım olacağından habersiz, stop-motion tekniğiyle bir duygu yaratmak isterler. Onlar için sürecin en keyifli kısmı da tekniği hazırlama ve uygulama tarafı olmuştur. İki arkadaş, her karesini kendi elleriyle biçimlendirip inşa ettikleri film için çıkış noktası olarak hayatımızın bir kenarında, belki unuttuğumuz buzdolabı rafında bekleyen, küçük, beyaz bir şey seçerler; sıradandır, aleladedir belki, ama süt önemlidir. Bu içeceğin, tarih boyunca anne sütü, masumiyet, saflık, beyazlık, arınma gibi olumlu çağrışımlara sahip kavramlarla ilişkilendirilmesi, daha sonra başlıca korku unsuru hâline gelişiyle ironik bir kutup oluşturur. Ama bu, yönetmenlerin de dikkat çekmek istediği bir noktadır; bir kenara bıraktığımız ve belki zihnimizin uzak köşelerinde unuttuğumuz o küçük, beyaz şeyler, hükmedemediğimiz bilinçaltımızın merceğine büyüdükçe büyür. Zamanla zihnimizde, artık göz ardı edemeyeceğimiz kadar devasa hâle gelince de psikolojimiz, onunla mücadele çatışmasına girer. Ve görürüz ki o küçük, beyaz, şeyler, aslında yadsıyamayacağımız kadar önemlidir.
Bunu dile getirmek için sosyal ortam fobisi bulunan bir adamın yaşantısına konuk oluruz. Adam, tek başına sürdüğü hayatında insan içine mümkün olduğunca az çıkmaya, işlerini bitirip bir an önce evinin güvenli kapıları ardına kendini atmaya çalışır. Bir gün, süt içtikten sonra ansızın boğulur gibi yere yığılan bir başka kişinin yaşadıklarına tanık olduktan sonra adamda bir de süt fobisi oluşur. Süt, artık onun için ölümün, tehlikenin, korkunun işaretidir. Zihninde çığ gibi büyüyen bu korkunun neredeyse kuklası olmuşken günün birinde, evinin içinde bir yabancının olduğunu duyumsar. Kocaman, pamuktan, yumuşak, pofuduk görünümlü bir “şey”dir bu. Şaşkına dönen adam, önce ondan korkar; sonra ona alışır, evinden çıkıp gitmesini, onu yalnız bırakmasını ister. Ama kapıdan kovulan “şey”, pes etmeyip bacadan girmeye başlayınca adam, mecbur onunla yaşamaya alışır. Bu sırada “şey”in ittirip kaktırmaları, kilitli kapıları ardındaki adamı, sosyal yaşama adım atmaya zorlar. Adam buna da direnir. Tek isteği, evinde yalnızlığı ile baş başa ve güven içinde oturmaktır. Ne var ki işler daha da ciddileşmeye, beyaz “şey”, adamın hayatını daha çok işgal etmeye başlayınca adam, evinden ayrılmaya karar verir. Eşyalarını toplar ve bir trene biner. Elbette yanından hiç ayrılmayan beyaz “şey” de adamın peşinden… Ne var ki adam, hiç ummadığı bir anda, trende karşı komşusuna rastlar. Bu, obsesif kompülsif bozukluğu olan bir kadındır. Nitekim daha önce oturdukları apartmanda karşılaştıkları bir sahnede kadının, kapı kilidini tam beş kez çevirmesi, bu bozukluğun bir yansımasıdır. Adam, kadına baktığında onun yanında da kendisininkine benzeyen, gri renkli bir “şey” görür. Bu şey, kadının hareket alanını o kadar kısıtlamaktadır ki kadın, ancak onun izin verdiği ölçüde adım atıp ilerleyebilmektedir. Adam o an “şey”lerin, insan zihnini ve psikolojisini ele geçiren takıntı unsurları ve korkular olduğunu anlar. Onları görmek, yaratmak, hayatımızın içine katmak, onlarla ve onların yönlendirdiği şekilde hareket etmek, yahut kendimizi onlara teslim etmek hep bizim elimizdedir. Adam bunu fark ettiği anda, yani korkusunu zihinsel bir süreç içinde tanımlayabildiği noktada beyaz “şey” de trenden iner. Artık adamı sosyalleştirmek için zorlamasına gerek kalmamıştır; adam, kendisinin “farkına varmıştır.” Süt, yadsınamaz bir şeydir ve ne kadar bastırmaya çalışırsak çalışalım, önemlidir. Esas nokta, korkuyu tam anlamıyla tespit edip onu psikolojimizin bir parçası olarak değil, dıştan müdahale eden bir ses, yabancı bir madde, bir “şey” olarak algılamak ve onu kendimizden bu şekilde uzaklaştırarak üstesinden gelebilmektir.
Burada yönetmenlerin çağrıştırmak istedikleri bir başka nokta da belki İngilizcedeki şu söylemi canlandırmaktır: “the white elephant in the room.” Odanın içinde bir beyaz fil, kelimenin gerçek anlamıyla hayal etmeye çalıştığımızda ortaya çıkabilecek en absürt durumlardan biridir. Ancak bunu korkularımız, göz ardı etmeye çalıştığımız takıntılarımız, yargılarımız, iç seslerimiz olarak aldığımızda görürüz ki hepimizin zihin odasında mevcuttur bu varlık. Evet, odanın ortasında beyaz bir fil vardır ve herkes o yokmuş gibi davranmaya çalışır. Ne var ki beyaz fili gerçekten ortadan kaldırmak, onu görmezden gelmek yerine tanımak, tanımlamak ve bizim bir parçamız olmadığını, kapıdan dışarı çıkarak hayatımızda işgal ettiği yeri bize geri verebileceğini bilmektir.
İşte bu nedenle, süt önemlidir.