İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, usta yönetmenlerin son filmleri, yeni keşifler ve kült yapıtların aralarında bulunduğu 135 uzun ve 22 kısa metrajlı filmden oluşan zengin programıyla 41. kez sinemaseverlerle buluşuyor. İki yılın ardından sinema salonlarına dönen festivalde 12 gün boyunca, 14 bölümde 43 ülkeden 164 yönetmenin filmleri gösterilecek. Gösterimlerin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek sohbetler, konser ve özel etkinlikler de festival kapsamında yer alacak.
Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 41. İstanbul Film Festivali Günlükleri’nin altıncısıyla karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Rimini
Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl, gerek kurmaca gerek belgesel filmleriyle öne çıkan bir isimdir. Cennet üçlemesinde kurmaca konusunda, Safari (2016), Im Keller (2014) gibi yapımlarda ise belgesel sinemada rüştünü ispatlamış, oldukça sarsıcı işlere imza atmıştır. Seidl, kamerasını her zaman ötekiye çeviren biridir. Yaşlı, yalnız, kaybeden karakterler vardır odağında. Bedenler deforme olmuş, sarkmış, kırışmıştır. Belki de tek genç bir karaktere odaklanan filmi Paradies: Hoffnung ‘da (2013) ise kilolarıyla mücadele eden bir genç kadın karşılar seyirciyi. Seidl, seyircinin ihya olarak izlemek isteyeceği, arzu nesnesi olarak yaratılan karakterlerden kaçındığı gibi hayatın hiçbir anına da güzelleme yapmaz. Rahatsız edici, başarısız seks sahneleri, Nazi propagandası yapan sloganlar, şarkılar eşliğinde yaşanılan aile buluşmaları gelir her daim karşımıza. Rimini ise Seidl’in tüm filmografisinin bir özeti gibi adeta. Rimini, Seidl’in tüm yaptığı işleri merakla takip eden ve yapmaya çalıştığı şeye hayranlık duyanlar için yeterince tatmin edici.
Richie Bravo, artık sadece birkaç yaşlının hayranlık duyduğu unutulmuş bir pop stardır. Geçmişte alabildiği evi dışında hiçbir birikimi olmayan, bu nedenle de hayatını idame ettirtmek için ara sıra sahne almasına ek olarak seks işçiliği yapan biridir. Rİchie, tam anlamıyla kaybedendir. Alkolik, duyarsız, yalnız ve her daim insanlara duymak istediklerini söyleyen usta bir yalancıdır. Her şeyden vazgeçmiş olan Richie’in yıllardır görmediği kızının ortaya çıkması ise sadece aile olgusunu değil aynı zamanda insan olmanın sorumluluğunu da hatırlatır. Uzun bir süre filmde sadece dekor olarak varlığını sürdüren Arap göçmenlerin de kabullenişi, görülmesi filmin yaptığı en güzel hamlelerden biridir. Ki Seidl’ın bu meseleyi de ne kadar önemsediğini zaman zaman yapımcısı olduğu filmlerden de çok iyi bilmekteyiz.
Rimini, bir baba ile kızın sarılıp barışma anlarını oldukça sıradan verip duygu sömürüsü yapmazken, seks yaparak hayatta kalmaya çalışan yaşlı bir kadının yaşadığı histeri krizi anlarındaki dramı son noktasına kadar hissettirir. Yine göçmenlerin kar altında bekleyişini sadece kayda alırken yaşlı bir adamın Nazi yıllarına öykünen anlarını oldukça sarsıcı bir şekilde perdeye yansıtır. Seidl, bu tercihiyle seyircinin yüzüne bir ayna tutmak ister. Bu ayna ile yüzleşmek, tam da kendi hayatındaki gerçekleri izlemek isteyenler için Rimini, iyi bir örnek. Ama gerçekleri bu kadar saf ve yargılayıcı bir şekilde görmeye hazır değilim, ben masalsı filmlerle yoluma devam etmek istiyorum diyenlerdenseniz sizi festivalin diğer filmlerine yönlendirmek zorundayım.
Deserto Particular
İnsanın en büyük yanılgısı, kendi inşa ettiği gerçekliği bizzat ihlal edebileceğini unutmasıdır. Çünkü insan, tüm kavramlarını, dimağını, dilini, inancını, kelimelerini tek bir algı değişikliği ile alaşağı edebilecek kudrettedir. Aly Muritiba’nın 2021 yapımlı filmi Deserto Particular böylesi bir değişimi ironik yoldan anlatmayı başarırken günümüz değerlerinin de geçmişten ne kadar başkalaşmış olduğunu ortaya koyar.
Filmde sosyal medya üzerinden tanıştığı sevgilisi Sara’dan bir süre boyunca haber alamayan Daniel’in, hayatını kökten değiştirecek arayış yolculuğu anlatılır. Daniel, Sara’ya tutkulu şekilde âşıktır ve ona evlenme teklifi etmenin planlarını kurmaktadır. Ancak anlam vermediği bir şekilde Sara, onunla iletişimini ansızın keser. Ne pahasına olursa olsun sevgilisini bırakmamakta direten Daniel, Alzheimer olan babasını kız kardeşine emanet ederek uzun ve meşakkatli bir yola çıkar. Ne var ki Daniel’in, klasik cinsiyet ve aile ilişkisi prototiplerine sadık kalan bir anlayış içinde olduğunu görürüz. Kız kardeşi, bir başka kadınla birlikte olduğunu açıkladığında ortamı terk eden Daniel, kendi ilişkisinin gittikçe karmaşıklaştığından ve kaderin döngüsünden habersizdir. Sara’nın yaşadığı yere ulaştıktan sonra da sarsıcı gerçekle karşılaşacak, yetişkin yaşında kendini yeni baştan inşa etmeye başlayacaktır. Bunun ilk adımı, hayattaki “asla”larını kabullenmektir; fakat dahası gerçekleşir, Daniel kendine rağmen “kendini yener” ve önyargılarını parçalamayı başarır.
Yetişkin bir adam için böylesi kırılmaların ne denli zor olduğunu muhteşem bir duygu yoğunluğuyla veren film, aşkın maddi ve manevi yönünü baştan sona en mahrem ayrıntılarıyla anlatır. Daniel ile başlayan perspektif, zamanla Sara’nın gözlerinden izleyiciye sunulur. Hikâyenin Sara tarafına baktığımızda kaderin nasıl bir ayna örgüsü içinde iki yüreği birleştirldiği, buruk bir tatla zihinlerimize işler. Film adının Türkçeye çevirisi de bu noktada gayet manidardır: Saklı Çöl. Görünüşünün ardında bambaşka bir kimlik, cinsiyet, hayat yaşatan Sara, adıyla da Sahra çölüne bir gönderme yapar. Tıpkı çöl gibi kuru bedeninde aşkı filizlendirmek için Daniel’in yaşam suyuna ihtiyacı vardır. Fakat bu suya sahip olabilmek için önce içindeki çölü ifşa etmesi gerekir. Derin, tutkulu sahnelerin sonundaysa tek amacı kabul görmek ve koşulsuz sevilmek olan Sara’nın sorgusu, bugün pek çok kişinin sessizliğine tercüman olur: “Ben kim miyim? Kim olduğumu biliyor muyum sence?”
Ve kişi, “insan” olduğu sürece bir önemi var mı bunun? Filmin 15 Nisan’daki gösterimi hakkında ayrıntılı bilgi için buraya göz atabilirsiniz.
Ziyafet (The Feast)
İstanbul Film Festivali Mayınlı Bölge seçkisinin bu yılki teması halk hikâyeleri ve mitlerden beslenen bu korku filmleri, yani folk horror. Ziyafet de İngiltere’nin Galler bölgesini kendine mesken edinmiş; doğanın tam ortasında yemyeşil ve huzurlu bir mekânda karşılıyor bizi. Varlıklı bir ailenin, ait olduğu ortamla büyük tezatlık uyandıran aşırı modern evinde, ilginç bir akşam yemeği davetine tanık oluyoruz.
Hikâyenin ana karakteri Cadi, bu malikâneye akşamki ziyafet için hizmetçi olarak gelmiştir. Tüm gizemiyle çoğunlukla sesini çıkarmadan ortalıkta dolaşan Cadi’nin doğayla arasındaki ilişkiyle ailenin doğaya karşı tavrı sessiz ama fırtınalı bir çatışma içine girer. Karı-koca, kültürel ve doğal tüm miraslarını yok ederek kendilerine “huzurlu bir yuva” inşa etmiştir. Üstelik bununla ilgili her fırsatta övünmeyi ihmal etmezler. Cadi’nin ise sesini en çok unutulmuş bir halk şarkısı söylerken duyarız. Filmin belki de en güçlü yanı Cadi’nin sırrını ilk anda açık etmemesi, seyirciye onun ürkütücülüğünü adım adım öğretmesi. Böylece yönetmen ve senarist bizi de filmdeki diğer karakterlerle eşit seviyeye getiriyor, yolculuğa tam anlamıyla ortak ediyor.
Ziyafet felakete doğru sürüklenirken aç gözlülük ve tamahkârlık, karakterlerin doğaya karşı tutumu üzerinden yeniden yorumlanıyor. Böylece açılış sahnesindeki sondaj makinaları, onların sağır edici sesleri ve acımasız devinimlerini daha büyük anlam kazanıyor. Bir söyleşisinde “Yalnızca bir korku filmi değil, insanlara yaşadıkları yerle ilişkilerini ve çevreye karşı sorumluluklarını düşündürecek bir film yapmak istedik.” diyen senarist Roger Williams, kalkıştığı işi hakkıyla yerine getirmiş gibi görünüyor.
93 dakika boyunca anlatıya yüksek desibelli rahatsız edici sesler, kan ve kir eşlik ediyor. Tamamen Galce olarak çekilen film, korku ögelerini kullanarak kapitalist açgözlülüğe sıkı bir eleştiri getiriyor. Lee Haven Jones yönetmenliğindeki Ziyafet’in 15 Nisan’daki son gösterimini kaçırmayın! Mayınlı Bölge filmleri, bu yılki tema sponsoru olan MUBİ Türkiye’de de gösterime girecek.