43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak. Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlüklerinin beşincisiyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Ölü Sezon / Hors-saison (Yön. Stéphane Brizé, 2023)
Aşkın ömrü en fazla kaç yıl olabilir? Âşık olduğun insanı tahminen ne kadar sürede unutabilirsin? Aşk ile ilgili her şeyi hafızamızdan silmek mümkün müdür? Ölü Sezon, bu soruları sorduran ve daha nice soruyu sordurmaya aday bir film. Deneyimli ve popüler bir oyuncu, giriştiği tiyatro oyunculuğu serüveninden tıpkı geçmişte aşk tecrübesinden korkup vazgeçtiği gibi arkasına bile bakmadan kaçmıştır. Bir haftalığına bir spa oteline gelmiştir. Ölü sezonda olunmasından dolayı yaprak bile kımıldamayan bir ortamda senaryo okuyarak hayatı boyunca belli ki zaman zaman kıskacına düştüğü korkularıyla baş etmeye çalışmaktadır. Fazlasıyla sıkıcı olan bu tatil, kendisi için resepsiyona bırakılan mesajla oldukça enteresan bir hâl alır. Mesaj on beş yıl önce hiçbir açıklama yapmadan terk ettiği Alice’dendir.
Eski aşıkların tekrar görüşmeye başlamasıyla filmin temposunda fiziki anlamda hiçbir değişiklik olmaz. Duvarları bembeyaz, oldukça steril, sakin bir otel; otelin muhtelif yerlerinde çalan klasik veya caz müzik. Uzun sessizlikler, minik harflerle yapılan konuşmalar, bol rüzgârlı sahil yürüyüşleri, göz çukurlarında oluşan minik boncuk taneleri, dalıp gidilen uzun zamanlar, piyanonun tuşlarından çıkan kederli ezgiler ve yürekte zapt edilemeyen atışlar… Brizé, gerek kurduğu hikâye ve bu hikâye sayesinde akıllara düşürdüğü sorularla gerekse küllenemeyen ve daha önceki yerinden tekrar kanayan yaranın, o yaranın yaşattığı aşk acısının aktarılma haliyle dupduru bir filme imza atıyor. Böylesine yakıcı bir mevzuyu, böylesine sakin ve içten hissettirebilmek başta ustalıklı bir yönetmenin daha sonrasında da naçizane benim de Fransız Sineması’nda en sevdiğim oyunculardan olan Guillaume Canet ve Alba Rohrwacher’ın sayesinde olmalı.
Filmi 29 Nisan Pazartesi 19.00’da Cinewam City’s 7’de izleyebilirsiniz.
Tuba BÜDÜŞThe Persian Version (Yön. Maryam Keshavarz, 2023)
The Persian Version, festival seçkisindeki birden çok İran filminden biri. Lakin renkleri, kıyafetleri, maceralarıyla bir kendini iyi hisset filmi aynı zamanda. İşte tam da bu noktada devrimden sonraki İran’da çekilen hep bir sorun, dert, kısıtlama gibi meselelerle hüzünlere gark olunan bir film değil The Persian Version. Zira hikâyesine ortak olunan aile devrimden önce ABD’ye taşınmış. Bu nedenle her ne kadar ailede birçok sorun olsa da özellikle ailenin kadın üyelerinin yaşadıkları problemler yine oldukça önem arz etse de günün sonunda devrim dönemi İran’da olmadıkları veya orada yaşamak zorunda kalıp birçok gerici uygulamadan etkilenmedikleri için fazlasıyla renkli ve mutlular. Seyirci karşısında tam olarak seküler hatta oldukça özgürlükçü bir aile var. Evet, hâlâ törpülenemeyen şeyler veya geçmişe dair hatalar var. Ama hepsini zamanla geride bırakmayı da biliyorlar. Ailenin bu yaşam tarzını ve mutluluğunu filmin her bir anında ve yönetmenin her bir tercihinde görmek mümkün.
Her şey bir yana film, günün sonunda bir anne-kız hikâyesi aslında. Leila’nın hayatını, annesi ile olan sevgi-nefret ilişkisine günümüz ABD’sinde şahit olurken annenin hikâyesine de anneanne ve bizzat annenin kendisinden dinleyerek geçmişin devrimden önceki İran’ında vakıf olunuyor. Kadın karakterlerin dördüncü duvarı yıkarak biz seyirci ile arasındaki bütün aracıları kaldırarak anlatması da çok yerinde bir tercih olmuş. İki kuşak kadının mücadeleci, güçlü, hırslı, inatçı hikâyesini bol bol kültürel kesişmelerin olduğu, rengarenk bir renk paletinin, harika müziklerin, çarpıcı kurgunun eşliğinde izlemek isteyenlere şiddetle tavsiye edilir.
Filmi bugün 21.30’da Cinewam City’s’de veya 26 Nisan Cuma 19.00’da yine Cinewam City’s’de izleyebilirsiniz.
Beşinci Mühür/ The Fifth Seal/ Az Ötödik Pecset (Yön. Zoltán Fábri, 1976)
“Kuzu beşinci mühürü açınca, sunağın altında, Tanrı’nın sözü ve sürdürdükleri tanıklık nedeniyle öldürülenlerin canlarını gördüm. Yüksek sesle feryat ederek şöyle diyorlardı: “Kutsal ve gerçek olan Efendimiz! Yeryüzünde yaşayanları yargılayıp onlardan kanımızın öcünü almak için daha ne kadar bekleyeceksin?” (Vahiy:6)
Ferenc Santa’nın aynı adlı romanından uyarlanan Beşinci Mühür, savaş sonrası Macaristan’dan insan manzaraları sunan oldukça etkileyici bir yapım. Macaristan’ın usta isimlerinden Zoltán Fábri’nin yönetmenliğini üstlendiği filmde ülkenin sosyopolitik dinamikleri halktan bireylerin gündelik yaşamlarından kesitlerle aktarılıyor. Savaş sonrası dönemin kasveti, ekonomik buhran, ölüm haberleri, halkı maddi manevi zorlamaktadır. Güvenli alan olarak kabul edebileceğimiz Bay Bela’nın birahanesi bir grup arkadaşın sık sık buluşup sohbet ettiği bir sığınak görevi görmektedir. Filmin uzun bir süresi Bela’nın barında geçer. İlk olarak Beşinci Mühür’ün tek mekân filmlerden biri olduğunu düşünmeye başlarız; ancak Zoltán Fábri bu güvenli alana sığınmamıza izin vermez. Aynı gece içinde birçok kez geçen uçaklar, davetsiz misafirler ve Nazi subayları tehlikenin ayak seslerini önlemez bir huzursuzlukla duyurmaya başlar. Işıkların rahatça açılamadığı, müzik dinlemenin tehlikeli olduğu, içeride yaşam belirtisi herhangi bir şeyin ölüm riski taşıdığı bu alan, âdeta çarmıha gerilmeyi bekleyen bir havari gibi resmedilmektedir. Masanın etrafında oturmuş yaşam hakkında görüşlerini belirten bir grup adamın kendi içlerindeki çatışmalarını, hayata karşı tutumlarını, dini ve politik görüşlerini belirttiği bir sohbete tanık oluruz. İçlerinden birinin anlattığı hikâyede kötü ve iyi karekterler üzerinden toplumsal belleğin şekillendirildiğini görüyoruz. Hayatta kalmak için ne kadar kötü biri olabilirsin, sorusunun etrafında inşâ edilen anlatım aslında hikâye temelini kutsal kitaptaki bir ayetten almaktadır. İman edenlerin düşmanlar tarafından öldürülmesinin ardından çok yakın bir gelecekte Tanrı’nın kötüleri cezalandırıp iyilere yardım edeceğine inanılmaktadır. İncilde Mesih’in kuzu ve kaplan tasviriyle temsil edildiğini görmekteyiz. Tanrı’nın bütün dünyaya gönderilen yedi ruhu yedi mühürle mühürlenmiştir. Kuzu gelip beşinci mühürü açtığında öç alma sırası Tanrı’ya geçmiştir.
Döneminin politik kasvetini sembolik anlatımlarla ifade eden Zoltán Fábri, zaman ve mekân kavramlarını, dini motifleri Beşinci Mühür’de oldukça hassas bir üslupla işlemektedir. Filmin siyasi göndermeleri her sahnede başka detaylarla karşımıza çıkar. Kimsenin neyin doğru olduğunu bilmediği; ancak eyleme geçerken bir an bile düşünmediği bu beldede zamanın içinde sıkışmış bir saatçi, yemek tarifi üzerine tartışan adamlar, haksız yere şiddet uygulayan polisler adeta sistemin çürümüşlüğünün görsel tezahürü olarak ele alınmaktadır. Film, kurtların kuzuları yemesindeki en önemli motivasyonu kuzuların yenilmeyi kabul etmesine bağdaştırıyor. Bu hususta filmin en politik dokunuşu örgütsüzlük ve pasif halk olarak ele alınabilir. Kurtlar kuzuları yer, çünkü kuzular yenmeyi çoktan kabul etmişlerdir.
Cottontail (Yön: Patrick Dickinson, 2023)
Kenzaburo ve oğlu Toshi Akiko’yu yeni kaybetmişlerdir. Onun kaybından sonra ellerine geçen bir mektupta Akiko’nun son isteği yer almaktadır. Ailesinin hep beraber küllerini çocukken en sevdiği yer olan İngiltere’deki Windermere Gölü’ne savurmalarını istemektedir. Bu beklenmedik istek karşısında baba oğul Akiko’nun son isteğini yerine getirmek için Tokyo’dan İngiltere’ye bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuk herkes de farklı etkiler yaratacaktır.
Cottontail bir tür aile draması ve yol hikâyesi. Her kayıp insanlar üzerinde farklı etkiler yaratır. Bir aileyi bir arada tutan birinin ölümü o ailenin dağılmasına sebep olabilir. Hem de ölen kişi tüm anılarını silerek, kendini de unutarak bu dünyadan kopup gittiyse…
Film, yas sürecinde kendi dünyasına iyice kapanan Kenzaburo’nun Tokyo sokaklarında gezinmesiyle başlıyor. Kendi anılarına sıkı sıkı tutunan Kenzaburo yalnızlığına ve acısına kimseyi ortak istemiyor. Oğlu Toshi’de buna dahil. Anılarıyla kendisine bir koza ören ve kendini oraya hapseden Kenzaburo karısının son isteği üzerine bütün korunaklı alanından çıkıp onu yaralayacak olan bir yolculuğa çıkmak zorunda kalıyor. Üstüne üstlük oğlu Toshi’yle de istemediği kadar beraber vakit geçirmek zorunda kalarak. Bu yolculuk sırasında hem Kenzaburo hem de Toshi kendi acılarıyla birlikte baba oğul ilişkileriyle de yüzleşiyorlar.
Cottontail’i etkileyici kılan yönlerinden birisi flashback sahnelerinin film içine iyi yerleştirilmiş olması. Kenzaburo ve Akiko’nun tanıştığı gün, ikilinin Akiko’nun hastalığını öğrendiği gün, Akiko’nun hastalık süreci ve hastanedeki sahne. Bu flashbacklerin hepsi bir yapboz gibi filmdeki boşlukları tamamlıyor. Kenzaburo ve Toshi’nin uzak ilişkisine de bir fener tutuyor. Kenzaburo’nun yalnız kalma saplantısına da kendince bir açıklama getiriyor. Bu sahneler izleyici de hem yaralar açıyor hem de o yaralara bandaj oluyor.
Japonya’dan İngiltere’ye yapılan yolculuk tüm karakterler için bir dönüm noktası hâline geliyor. Kenzaburo’nun inat ederek oğlundan ve onun ailesinden bir nevi kaçarak kaybolması sonucunda onun iç yolculuğuna seyirci iyice ortak ediliyor. Kendisiyle benzer bir kayıp yaşayan baba kıza rastlayan Kenzaburo’nun kendisini biraz olsun sorgulaması ve kendi yas kozasını yırtmasıyla oğlu Toshi’yle biraz olsun empati yapmasını sağlıyor. İngiltere’de yağan yağmurlarla Kenzaburo ve Toshi içlerinde taşıdıkları acıyı ve öfkeyi de akıtıyorlar. Filmin sonunda güneşli bir günde Akiko’nun savrulan külleri aileyi yeniden bir tavşan peşinde bir araya getiriyor.
Yönetmen Patrick Dickinson ilk uzun metrajında acıya, yasa ve aile bağlarına odaklanarak insancıl bir zarafet yakalıyor.