Birçoğumuz suç filmlerine bayılıyor, polisiye edebiyatı merakla takip ediyoruz. Hele iyi bir polisiye romanın sinema uyarlaması da başarılı olmuşsa değmeyin keyfimize. Şahsen ben polisiye edebiyat dendiğinde Celil Oker, Mehmet Murat Somer ve tabii ki Ahmet Ümit’i ayrı bir yere koyarım. Remzi Ünal, Burçak Veral ve Başkomiser Nevzat’la arkadaş olabilmek için en sevdiğim yemek olan makarnadan vazgeçebilirim sanırım. Çok zamansız ve acı bir kayıp olarak düşündüğüm Esra Türkekul’un yarattığı Berna Tekdemir’in maceralarını bir daha okuyamayacağımı öğrendiğimde yaşadığım hüznünse tarifi yok. Berna’dan ayrılmak çok yakın bir arkadaşımı kaybetmekten farksızdı. Aynı hislerim Remzi Ünal için de geçerli elbette. Keşke bu yazarların ve yarattıkları karakterlerin benim için önemini yazarları henüz hayattayken söyleyebilme fırsatım olsaydı. Hepsi için olmasa da Ahmet Ümit’e ve Mehmet Murat Somer’e bu hislerimi şimdi söyleyebilirim. İyi ki varsınız… Sizlerin ellerinden çıkan eserleri okumak benim için çok büyük bir keyif…
Söze büyük yazarlar tarafından yaratılan büyük karakterlerden başlamam boşuna değil. Genelde suç filmi izlemek istediğimiz zaman suçluyu baz alırız ve izleyeceğimiz filmdeki suçluya odaklanırız. Oysaki ben bu listede sinemada ikonikleşen dedektiflere yer vermek istedim. İçlerinde edebiyattan gelenler olduğu gibi özgün olanlar da var. Herkese keyifli okumalar ve tabii ardından iyi seyirler dilerim.
A Study in Terror (Yön. James Hill, 1965)
İkon dedektif dendiğinde akla ilk gelen isim elbette Sir Arthur Conan Doyle tarafından yaratılan Sherlock Holmes karakteridir. Sherlock Holmes bugüne kadar beyaz perdeye pek çok kez uyarlanmıştır. Bu uyarlamaların en iyisininse Robert Downey Jr.’ın Sherlock Holmes’u, Jude Law’ın ise Dr. Watson’ı canlandırdığı, Guy Ritchie yönetmenliğindeki 2009 yapımı Sherlock Holmes olduğu su götürmez. Ne var ki ben burada pek de bilinmeyen bir versiyonuna yer vermek istedim. Yönetmenliğini James Hill’in yaptığı filmde Sherlock’u John Neville canlandırırken Dr. Watson rolünde ise Donald Houston oynuyor. Bu filmde Sherlock, Londralı ünlü seri katil Karındeşen Jack’in peşine düşüyor ve film oldukça iyi yazılmış senaryosu ile dikkat çekiyor.
Vertigo (Yön. Alfred Hitchcock, 1958)
Gerilim ve cinayet filmleri ustası Alfred Hitchcock tarafından yaratılan Dedektif Scottie Ferguson tabii ki bu listenin olmazsa olmazlarından olacaktır. Film eleştirmenlerince sinema tarihinin en önemli filmleri arasında gösterilen filmde, Hitchcock tarafından geliştirilen bir teknik sinema tarihine geçmiştir. Buna göre, geri giden kameranın zoom yapması ile oluşan görüntüye Vertigo Hareketi denmiştir. San Francisco polislerinden Dedektif Scottie Ferguson, bir suçluyu kovalarken ortağı damdan düşer ve bu olaydan sonra Ferguson’da yükseklik korkusu başlar. Ferguson artık polisliği bırakmış ve özel dedektiflik yapmaya başlamıştır. Ferguson’un eski bir okul arkadaşı, karısı Madeleine’in tuhaf hareketler sergilemesi nedeni ile Ferguson’dan onu izlemesini ister. Çok geçmeden Madeleine garip davranmaya başlar ancak bu gariplikler Ferguson’un da akıl sağlığını bozmaya başlar. Fakat ikonik dedektifimiz tüm bu akıl oyunlarının üstesinden geldiği gibi olayı da aydınlatmayı başarır.
The Pink Panther (Yön. Blake Edwards, 1963)
Yalnızca ikonik Müfettiş Closeau karakteriyle değil, aynı zamanda Henry Mancini tarafından bestelenen “The Pink Panther” ezgisiyle de hafızalara kazınan 1963 yapımı Blake Edwards yönetmenliğindeki bu ilk filmi, dokuz film daha izlemiştir. Ancak en ikonik dedektif karakteri tabii ki serinin ilk beş filminde Müfettiş Closeau’ya hayat veren Peter Sellers’a aittir. Filmden doğan Pembe Panter çizgi film kahramanının da kendi özel çizgi film serisi bulunmaktadır. Filmin konusuna gelirsek Phantom lakaplı ünlü bir mücevher hırsızı olan Sir Charles Lytton, dünyanın en büyük elması olan Pembe Panter’in peşindedir. Müfettiş Closeau ise Phantom’u yakalamakla görevlidir. Pembe Panter’in sahibi Prenses Dahla ise İtalya’daki bir kayak merkezindedir. Dolayısıyla Phantom ve onun peşindeki Closeau da soluğu İtalya’da alırlar. Closeau, tüm sersemliklerine karşın Phantom’u yakalamaktan bir an bile vazgeçmez.
The Maltese Falcon (Yön. John Huston, 1941)
İkonik dedektifler listesi tabii ki Humphrey Bogart’sız düşünülemezdi. Dedektif Sam karakteri ile film-noir’ın erkek stereotipini yaratan Bogart, türe böylece asla silinmeyecek imzasını atmıştır. Sam Spade ve ortağı Miles Archer sıradan kayıp vakalarına bakan iki dedektiftir ancak bir gün Brigid O’Shaughnessy’nin kapılarını çalmasıyla hayatları değişir. Brigid, kardeşinin kendi sevgilisi ile kaçtığını söyler ve iki dedektiften onları bulmalarını ister. Hemen olayın peşine düşen Miles Archer’ın gizemli ölümü, Sam’in kendini bir anda karmaşık ve tehlikeli olayların içinde bulmasını sağlar. Brigid’in hikâyesinin doğru olmadığı çok geçmeden ortaya çıkar. Tüm yalanların ucu Malta Şahini adındaki paha biçilemez heykele bağlanmaktadır. Sert olduğu kadar hınzır bir dedektifi canlandıran Bogart, mükemmel performansıyla göz doldurmaktadır.
Dirty Harry (Yön. Don Siegel, 1971)
Kovboy filmlerinin bir numaralı oyuncusu Clint Eastwood, bu tür filmlerin furyası geçtiğinde canlandırdığı kovboy karakterini bir nevi şehre taşımış; sert, maço, centilmen ve sessiz adam karakterinin patentini bu filmle almıştır. Clint Eastwood, ikonik Harry Callahan rolü ile kendinden sonraki diğer pek çok oyuncuyu etkilemiş ve pek çok yeni Kirli Harry’ler türemiştir. Zannederim bir dönem “iyi yürekli” kabadayı veya başkomiser rollerinde gördüğümüz Kadir İnanır ve Cüneyt Arkın da Harry Callahan benzeri roller canlandırmışlardır. Dirty Harry’nin gişedeki başarısı ve Harry Callahan karakterinin tutması devam niteliğinde dört filmle birlikte Eastwood’a bir de California’da belediye başkanlığı getirmiştir. Serinin diğer filmleri Magnum Force (1973), The Enforcer (1976), Sudden Impact (1983) ve The Dead Pool’dur (1988). Filmin konusundan bahsedecek olursak Akrep Katil lakaplı bir saldırgan San Francisco’yu kana bulayınca, suçluları yakalarken suç işlemekten geri durmayan sert dedektif Harry Callahan’a iş düşüyor.
Chinatown (Yön. Roman Polanski, 1974)
Jake Gittes şimdilerde özel dedektiflik yapan eski bir polistir. Bir gün Evelyn adındaki bir kadın kocası Hollis Mulwray’in kendini aldattığından şüphelendiğini söyleyerek onun peşine düşmesi için Gittes’i tutar. Gittes çok geçmeden Mulwray’i yanında başka bir kadınla görür ve işinin bittiğini zanneder ancak Mulwray’in zamansız ve şüpheli ölümü Gittes’in kendini ensest de dahil pek çok skandalın ve suçun içinde bulmasına neden olacaktır. Roman Polanski’nin film-noir türündeki bu filmi, 47. Akademi Ödülleri’nde on bir dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve En İyi Orijinal Senaryo dalında ödüle layık görülürken, aynı zamanda otoriteler tarafından tüm zamanların en iyi filmleri listesinde gösterilmektedir.
Death on the Nile (Yön. John Guillermin, 1978)
Agatha Christie’nin kitaplarında en çok yer verdiği ikonik dedektif elbette ki Belçikalı dedektif Hercule Poirot’dur. Kısa, tıknaz ve gür bıyıkları sayesinde komik bir görünümü olan Hercule Poirot istisnasız ilk kez karşılaştığı herkeste gülme hissi uyandıran biridir. Lakin keskin zekâsı çok geçmeden tüm bu fiziksel özelliklerinin önüne geçer ve etrafındaki herkesi etkisi altına alarak kendine hayran bırakır. Poirot bu kez Mısır tatili için göz alıcı bir gemide seyahat etmektedir. Geminin yolcularından biri de Linnet adındaki yaşamı boyunca istediği her şeyi elde etmiş, buna en yakın arkadaşının sevgilisi de dahil, genç ve güzel bir mirasyedidir. Eşiyle birlikte balayında olan Linnet’in gemideki gizemli ölümünün müsebbibini bulma işi tabii ki Poirot’a düşer ancak Poirot’nun neredeyse incelediği her vakada karşımıza çıkan olay örgüsü burada da şaşmaz. O da gemideki herkesin bir şekilde Linnet’i öldürmek için sebebinin olmasıdır.
Insomnia (Yön. Christopher Nolan, 2002)
Memento (2000) ile dikkatleri üzerine çeken Christopher Nolan, Insomnia (2002) ile rüştünü ispatlamış ve kendisine Batman Begins (2005) emanet edilmiştir. Nolan, Insomnia’da iyi sanılanın kötü, kötü sanılanınsa iyi olduğu, seyircisini sürekli olarak bu ahlaki ikilemde bırakarak dedektiflik türüne yeni bir bakış açısı getirmiştir. Nolan’ın bu tarzının üstesindense hiç kuşkusuz usta aktör Al Pacino bileğinin hakkıyla gelmiştir. Genç bir kızın ölümünü araştırmak için ortağıyla birlikte Los Angeles’tan Alaska’ya giden dedektif Will Dormer, bir yandan Alaska’nın zorlu iklim koşullarına ve kararmayan gecelerine uyum sağlamaya çalışırken bir yandan da uykusuzluk problemi ile boğuşmaktadır. Bu kadar psikolojik etmenin sonucu olarak Dormer çok geçmeden büyük bir hata yapar. Üstelik bu durumu rapor etmez. Olayın tek bir tanığı vardır: O da peşinde olduğu yazar Walter Finch’ten başkası değildir. Artık kim suçlu kim masum birbirine karışır. Bize de iki dev oyuncuyu hayranlıkla izlemek düşer.
Av Mevsimi (Yön. Yavuz Turgul, 2010)
“Bakış açını değiştir.” hareketinin sahibi Avcı lakaplı yılların başkomiseri Ferman, bu listede yer almayı en çok hak eden ikonik dedektiflerden biridir. Bunun nedeni elbette ki Şener Şen’in muazzam oyunculuğu ve tabii üstlendiği her rolü ikona dönüştüren yeteneğidir. Beden eğitimi öğretmeni Badi Ekrem, kebapçı Ali Haydar Usta, bir Istanbul beyefendisi Muhsin Bey aklıma ilk gelen ikonik karakterler. Bir oyuncu her rolü ile akıllara kazınan bir stereotip yaratıyorsa orada hazır ola geçip saygı duruşunda bulunmaktan başka yapılabilecek bir şey bilmiyorum ben. Av Mevsimi klasik bir katil kim filmi değil. Katilin kim olduğu filmin ilk dakikalarından itibaren tahmin ediliyor. Ancak filmin özelliği de burada yatıyor. Bu filmde katili aramıyoruz, katili nasıl yakalayacağımızı arıyoruz. Çalışma arkadaşlarına, yeni bir şeyler bulmak istiyorlarsa bakış açılarını değiştirmeleri gerektiğini kendine has hareketi ile gösteren Ferman’ın bu öğüdünün, bu vakada nasıl da işine yaradığını görüyoruz. İşte bu neden ile Av Mevsimi tam olarak bir dedektif filmi. Başından sonuna bir dedektifin nasıl iz sürdüğüne tanıklık ediyoruz.
Listenin kapanışını Şener Şen ve Yavuz Turgul ustalarla yapmayı istedim. Herkese iyi seyirler dilerim.