62. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde kurmaca dalında en iyi kısa film ödülünü alan Ölüm Bizi Ayırana Dek (2025) 26. İzmir Kısa Film Festivali’nden de en iyi film, en iyi oyuncu ve en iyi senaryo olmak üzere üç ödülle ayrıldı.
Eşinden ayrılmak üzere olan Songül hemşirenin hikâyesini hem çok tanıdık hem çok kendine özgü bir şekilde anlatan film, toplumdaki önemli konuları da sade bir dille ve bir ”iç ses” sürpriziyle bizlerle buluşturuyor.
Filmin deneyimli ve başarılı senarist & yönetmeni Deniz Koloş ve filmdeki Songül karakteriyle öyküyü bambaşka bir noktaya taşıyan başarılı oyuncu Gülçin Kültür Şahin ile Ölüm Bizi Ayırana Dek (2025) üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar.
Öncelikle bu güzel film için çokça tebrik ederim. İzlediğim andan itibaren festivaldeki favori filmimdi. Festivalden ödüllerle ayrılacağına çok emindim. Emeğinize sağlık. Ben önce film fikrinin ortaya çıkışından bahsetmek isterim biraz. Böyle bir konuyu işlemeye nasıl karar verdiniz? Konusu itibariyle de bakış açısı itibariyle de oldukça fark yaratan bir film. Oyuncu seçimi de bir o kadar başarılı. Fikrin ortaya çıkması ve oyuncularla olan süreç nasıl gelişti?
Deniz Koloş: Çok teşekkür ederim güzel sözlerin için. Özellikle bu konuyu anlatayım diye yazmadım aslında. Bir süredir kısa öyküler yazıyorum ve yaşadıklarım, düşündüklerim ve gözlemlediklerim de ister istemez metinlere yansıyor. Hepimizde olduğu gibi benim de içimde hiç susmayan bir ses var; o ses bir şekilde kâğıda dökülmüş oldu bu öyküyle. Film fikriyse başlangıçta yoktu; en yakın arkadaşım Evrim beni film yapmaya ikna etti. O noktaya gelene kadar sadece öykü üzerinde çalışıyordum; ama yazarken bile iki isim sürekli aklımdaydı: Gülçin ve Menderes abi. Filme karar verince de onlarla görüşmesem olmazdı. Gülçin’le hiç tanışmamıştık ama ben uzun zamandır uzaktan takip ediyor, çok beğeniyordum ve onunla çalışmayı çok istiyordum. Önce buluştuk, sohbet ettik, sonra senaryoyu okudu. Beğenmesi benim için gerçekten önemliydi ve kabul ettiğinde çok mutlu oldum. Songül karakteri için başka birini düşünemiyorum. Menderes abiyi ise daha önceden tanıyordum, Kayıp dizisinde birlikte çalışmıştık.; onun karaktere yaklaşımını ve oyunculuğundaki sadeliği her zaman çok beğeniyorum. Ona da senaryoyu gönderdim, o da kabul etti. Böylece hazırlıklara başladık.
İlk sahnede Songül’ün kendi kendine ‘‘Seni seviyorum’’ demeye çalışırken bile kusur ararcasına yüzündeki hatları yoklaması kendi içindeki değersizlik hissini çok iyi yansıtmış. Öte yandan tam da bunu kendine ispat etmeye çalışırken en savunmasız anından ‘iç sesin’ onu yerden yere vurması tüm meselenin içeriden dışarıya taşındığını anlatıyor aslında yanılıyor muyum? Yani o, kendine değer verme hissi sonradan ve zamanla öğrenilebilir bir şey mi yoksa çabaladıkça daha büyük bir çıkmaza mı dönüşüyor?
Deniz Koloş: Songül’ün aynada kırışıklıklarına dokunması, kendisiyle göz göze gelmeden “seni seviyorum” demeye çalışması, bunlar sadece değersizlik hissiyle ilgili değil; altında güçlü bir utanç duygusu var. Kırışıklıklarından, çatlamış dudaklarından ve yaşadıklarından utanıyor, çünkü içindeki ses bunların utanılacak şeyler olduğunu ve yaşadığı her olumsuzluğun sorumlusunun kendisi olduğunu söylüyor.
Peki o ses kimin sesi ? Uzun yıllar boyunca duyduğu dış seslerin; ebeveynlerin, mahallenin, el alemin yani ataerkil düzenin sesinin içselleştirilmiş hâli. Zamanla bu ses, kendi sesini duymasını engelliyor ve kendisiyle olan bağını koparıyor, hepimiz gibi. Hayatını bu gürültünün içinde sürdürmek çok yıpratıcı. Filmde Songül, bu yükü artık taşıyamaz hâle geldiğinde, isyan ediyor. “Yeter, susun!” dediği anda ilk kez kendine temas edebiliyor ve onun özgürleşme süreci de tam burada başlıyor. Bence bu sesleri susturmak—yani kendimize sürekli başkalarının gözünden bakmayı bırakmak—kolay değil, ama mümkün. Bunun için kişinin kendi üzerine düşünmesi, zaman ve farkındalık gerekiyor. Ve hepsinden önce: o sesin gerçekten kimin sesi olduğunu fark etmek gerekiyor.
Songül karakterinin aynadaki görüntüsüyle yaptığı konuşmanın ardından önlüğündeki kan lekesini çıkarmaya çalışması kendini değersiz hissetmekten kurtulmaya çalışmasını mı temsil ediyor?
Deniz Koloş: Az önce de söylediğim gibi, burada temel mesele utanç. Önlükteki kan lekesi, kusurlu olma hâlini, utanılacak şeyleri simgeliyor. Songül kendini becerememekle, yetememekle, başarısız olmakla suçluyor ve sürekli bu ölçütlerle yargılıyor. Çıkaramadığında kan lekeli önlüğü poşete koyarak gözünün önünden kaldırmaya çalışması da bunun bir yansıması. Görmezden gelirse, yok sayarsa, duygularından ve yaşadıklarının ağırlığından kurtulabileceğini düşünüyor. Ama bu aslında hiçbir şeyi çözmüyor. Yaşlı adamı arabaya aldığında, o lekeli önlüğü sakladığı poşet yeniden karşısına çıkıyor. Yani bastırdığını sandığı şeyler, tam da kaçındığı anlarda tekrar beliriyor.
İç sesin sürekli manipüle edici bir tarafı var. Dışarıdan görünen Songül çok sert ve soğuk duruyorken, iç ses aslında çok daha esprili görünüyor. Fakat bir o kadar da dengesiz. Songül ise görünenin aksine çok daha merhametli biri. Fakat iç seste bu merhameti pek göremiyoruz. Bu tam olarak insanın en çok kendi kendini hırpalıyor oluşuna bir atıf sanki, yanılıyor muyum?
Deniz Koloş: Songül’ün içinde olduğu durum sadece ona özgü değil; kadınlar küçük yaştan itibaren, üzerlerine atfedilen roller ve uyum göstermeleri beklenen toplumsal normlarla şekillendiriliyor. Songül de bu kalıpların içinde şekillenmiş biri. Bu yüzden kendini acımasızca eleştiriyor, yargılıyor ve en küçük olayda bile kusuru önce kendinde arıyor. “Ben öyle yapmasaydım… Ben öyle demeseydim…” diyerek kolayca kendini sabote eden bir yapısı var.
Merhametli mi? Evet. Zaten mesleği hemşirelik; başkalarına bakım vermek üzerine kurulu bir iş yapıyor. Ama kendine bakım vermeyi, kendine merhamet etmeyi tamamen unutmuş durumda. Daha önce de söylediğim gibi, kendisiyle olan temasını kaybetmiş. Bu bağı yeniden kurduğunda kendini sevmeyi de öğrenebilecek.
İç sesin esprili olması ise tamamen benim tercihimdi. Gerçekte bu sesler çoğu zaman esprili değildir; hatta oldukça sert olabilir. Ama bu tonla ilerleseydim film çok daha depresif bir film olacaktı, bunu istemedim. Duygunun kendisi zaten ağır o yüzden içindeki karanlığı hafifletmek istedim; ki buna rağmen mizahi yerlerde gözleri dolan gördüm, çünkü bir gerçekliği var, bir yere değiyor.
Filmde teknik olarak dikkat çeken en önemli unsur, bölünmüş ekran tekniğinin kullanılması bence. Biz genelde filmlerde kişinin iç sesini aynadaki görüntüsünün konuşmasıyla, ya da iyi iç ses/ kötü iç ses olarak iki omzunda melek ve şeytan olarak konumlandırılmasıyla görürüz. Fakat filmdeki iç ses yepyeni bir karakter olarak, ete kemiğe bürünmüş halde çıkıyor karşımıza. Bu fikir tam olarak nasıl doğdu, bu teknik özellikle de senkron hareketlerin bulunduğu sahnelerde sizi zorladı mı?
Deniz Koloş: İç sesi sadece ses olarak vermeyi hiç düşünmedim, senaryoda da bir karakter olarak yazmıştım, yan koltukta arka koltukta beliriyordu. Görselleştireceğim kesindi ama nasıl yapmalıyım diye düşündüğümde aklıma gelen en iyi çözüm ikisini de aynı oyuncunun oynamasıydı. Teknik olarak filmi mümkün olduğunca basit tuttuk; çünkü hikâye karmaşık numaralara ihtiyaç duymuyor. Gülçin’in hem Songül’ü hem de iç sesi canlandırması zaten başlı başına dikkat çekiciydi; üzerine ekstra bir teknik eklemeye gerek görmedim. İki karakterin birlikte göründüğü sahneleri kamerayı kilitleyerek çektik, bu nedenle süreç tahmin edildiği kadar zorlayıcı olmadı. Setten önce Gülçin’le oturup karakterleri detaylıca çalıştık. Her iki karaktere de hâkimdi; sette de iki farklı karakteri tamamen kendi duyguları içinde oynadı ve zamanlamalar çoğunlukla tuttu, bir ya da iki yerde süre tuttuk sadece. Gerisi tamamen editörümüz Cengiz’in ve efektçi arkadaşlarımızın başarısı.
Burada hemen Gülçin Hanım’a dönmek istiyorum. Şahane performansınızla hikâyenin tam olarak içinde hissetmemizi sağladınız. Bunun için gerçekten çok tebrik ederim. İnsanın iç sesiyle verdiği mücadeleyi, duygu ve düşünceleri hızla akıp giderken bazen dışarıya karşı kaskatı kesilmek zorunda kalışını çok iyi hissettirdiniz. Çok gerçekçiydi. Hem bir karakteri hem de o karakterin iç sesini oynamak nasıl bir his? Zorlukları nelerdi?
Gülçin Kültür Şahin: Merhaba. Güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim, çok mutlu oldum. Genel olarak bir karaktere çalışırken karakterin bütün duygu durumunu çalışıyorum. Yani ağzı bu replikleri söylerken kafasından neler geçiyor, ne hissediyor gibi soruları soruyorum sürekli. İlk kez suyun öte tarafını da gösterebilir olmak benim için çok eğlenceliydi.
Peki, Songül karakterinde size en tanıdık gelen özellik neydi? Ya da karakterin sizi en şaşırtan yönü hangisi oldu?
Gülçin Kültür Şahin: Onu çok etkileyen şeylerden etkilenmiyormuş gibi yapmaya çalışması sadece bana değil, herkese tanıdık gelecek bir özellik bence. Birçoğumuz bunu yapmaya çalışıyoruz günlük hayatta. İçimizi delip geçen şeylere bize değmiyormuş muamelesi yapınca geçip gidecekler sanıyoruz. Ancak öyle olmuyor, çıkacak bir yer illa ki buluyor onlar. Songül’ü de üzen çok şey var ama onların görünür olmaması için çok sert duvarlar örmüş insanlarla arasına.
Bugüne kadar canlandırdığınız karakterlerle Songül’ü yan yana koyduğunuzda Songül’ün en büyük farkı nedir? Karakter nasıl bir yerde sizin için?
Gülçin Kültür Şahin: Songül’ün en büyük farkı üniversite mezunu olması benim için J Türkiye’deki projelerde oyuncu seçimine ilişkin bir süredir kafamı kurcalayan bir şey bu durum. Bir oyuncu hangi projeyle görünürlük kazanıp beğeni topladıysa sürekli benzer karakterler teklif ediliyor. Benzer rollere sıkışıp kalmak tüm oyuncuların en büyük şikâyeti, benim de öyle. Ben de ilk kez bu filmde eğitimli birini oynuyorum. Hâlbuki Gülçin olarak iki lisans bir yüksek lisans diplomam var benim. Cast direktörleri/yapımcılar bana bakınca neden eğitimli birini göremiyor, asla anlamıyorum. Bir kez avukat oynayıp sürekli avukat oynayan oyuncu arkadaşlarım da var. Dünyanın birçok yerinde cast seçimindeki bu kısır düzen değişti, bizde de değişecek, inanıyorum. Bu yüzden kendi filmografime baktığımda bu anlamda önemli bir rol benim için.
Hem bir hemşire, hem bir eş, hem değersizlik hissi içinde boğulan bir kadın Songül. Bir yandan soğukkanlı bir hemşire bir yandan merhametli bir insan bir yandan yalnız bir kadın öte yandan alaycı bir iç ses. Bu katmanlı karakter fikrini ilk duyduğunuzda neler hissettiniz? Normal şartlarda iç ses olmadan dahi böyle katmanlı bir karakteri canlandırmak epey zor olmalı. Fakat o duyguyu jest ve mimiklerinizle, ses tonunuzla, bakışlarınızla seyirciye çok iyi geçirdiğinizi düşünüyorum. Hep zorluklarından bahsettik bir de size en keyif veren sahneyi sormak isterim. Yine olsa yine tekrar tekrar oynarım dediğiniz bir sahne oldu mu?
Gülçin Kültür Şahin: Senaryoyu okur okumaz, beni en çok heyecanlandıran Songül’ün bu katmanlı yapısı olmuştu. Arabadaki sahneleri çok seviyorum. Genel olarak yol hikâyelerini de çok severim zaten. Songül ve iç sesiyle uzun bir yol yapmak isterdim doğrusu.
Deniz Hanım tekrar size dönmem gerekirse; Menderes Bey’in sessiz ve derinden canlandırmasıyla, karakter, dramatize edilmeden o çaresizliği bize çok iyi taşıdı. Büyük tepkiler vermeden ama bir yandan da pes etmeden yana yakıla torununu aramasının ardından bir suçluluk ya da pişmanlık duygusu var mı?
Deniz Koloş: Hayır, öyle bir durum yok. Torunu onu hiçbir zaman habersiz bırakmamış dolayısıyla haber alamayınca bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyor. Aramasının arkasında tamamen endişe ve korku var. Menderes abi de çok güzel oynadı hakikaten.
Songül’ün eşiyle olan diyaloğu ve evlilik yüzüğünü hâlâ parmağından çıkarmamış olması aslında toplumda bir kadının var olma çabasını çok iyi yansıtıyor. Bir mesleği de olsa, mesleğinde çok başarılı da olsa, çok mükemmel bir kadın da olsa o yüzük o parmakta olunca daha az mı yargılanıyoruz sanki? Ya da yaşlı amcanın Songül’ün eşinin öldüğünü düşünmesi bir yandan da Songül’ün ölen bir ilişkinin ardından tuttuğu yası mı anlatıyor bize?
Deniz Koloş: Başarı ve yetkinlik, patriyarkal bakışta kadınları normlardan muaf kılmıyor; toplum hâlâ kadınları “evli olmalı, anne olmalı” gibi roller üzerinden değerlendiriyor. Ne kadar bağımsız veya başarılı olursa olsun, bu normlara uymayan kadın hâlâ eleştiriliyor ve yargılanıyor. Songül bir yandan bu dayatmaların bilinçaltında yarattığı baskıyla, diğer yandan büyük hayallerle kurduğu hayatın sona ermesinin getirdiği duygusal yükle baş etmeye çalışıyor. Kalbi çok kırık. Yaşadığı şeyi henüz kabul edebilmiş değil; bu yüzden yas da tutamıyor. Yüzüğü çıkarmamasının nedeni bu: Sonlandırmaya hazır değil. Ama neyi? Kocasına duyduğu sevgiyi mi yoksa toplumun ona dayattığı ‘evli olma’ rolünü mü? Bunun ayırdında da değil.
Maalesef her gün bir ya da birkaç kadının kaybolduğu ya da öldürüldüğü haberini alıyoruz. Akıbeti bilinmeyen bir genç kadının öylece, alelade bir şekilde bir hastane morgunda bulunması da buna bir vurgu sanırım yanılıyor muyum?
Deniz Koloş: Yanılmıyorsun. Ölümler, faillerin çoğu zaman cezalandırılmaması ya da çok hafif cezalar alması, bu güvensizlik hali, tüm bunlar yazdıklarımızı ve ürettiklerimizi de etkiliyor tabii ki.
Aslında filmde iki farklı çaresizliğin birbiriyle çarpıştığı noktada birbirine derman olabileceğini de görüyoruz. Songül kendi içindeki çaresiz kısır döngüden, karşılaştığı daha büyük bir çaresizlikle mi sıyrılıyor bir bakıma? Filmin isminde de bir metafor gizli. Ölüm ayırırken birleştiriyor da bir yandan. Bunu da özellikle tercih ettiniz sanırım, yanılıyor muyum?
Deniz Koloş: Songül’ü çaresiz görmüyorum ben, donuk ve öfkeli bir kadın var karşımızda. Ve bu karşılaşmayla bir yüzleşme yaşıyor. Başlangıçta, karşısındaki adamın çaresizliği ve acı çekme haline kızıyor. Adamın duygularını, kaygılarını pervasızca ve göz önünde yaşayabilmesi onu sinirlendiriyor; çünkü aslında bu duygular kendi içi, kendi kalbiyle bağlantılı. Adamı arabaya aldıktan sonra, yan koltukta saatlerce kendi duygusunu taşıyor aslında. Ve duygularla temasın kafasında kurduğu kadar korkutucu olmadığını görüyor sonuçta.
Filmin ismine gelince; evlilikler genellikle beraber yaşlanmak ve ölüm ayırana kadar birlikte olmak amacıyla kurulur; Songül’ün evliliğinde bu gerçekleşmiyor. Bir tarafta sona ermiş bir evliliğin yarattığı acı, diğer tarafta torunundan ölümle ayrılmak zorunda kalan bir adamın acısı var. Bu ismi iki karakterin de içinde bulundukları durumu karşıladığını düşündüğüm için seçtim.
Son olarak kısa filmin ülkemizdeki konumundan, hak ettiği değeri görüp görmediğinden bahsetmek isterim. Uzun ve önemli konuları kısa ve sade anlatmak en zor iş bence. Fakat yeteri kadar değer görüyor mu tartışılır. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz, bu konuyla ilgili yaşadığınız zorluklar neler?
Deniz Koloş: Eskiden kısa film öğrencilerin, gençlerin film çekmeyi öğrenmek için yaptıkları egzersizler gibi görülürdü, bunun değiştiğini görmek çok heyecan verici. Kısa film kendi dili olan, özgün bir anlatı biçimi. Süresi daha kısa olan bir ‘film’. Ve kısa zamanda dağılmadan derdini anlatabilmek hiç kolay değil. Kısa filmciler bunu gayet başarıyla yapıyorlar. Teknik olarak da çok gelişti, tamamen profesyonel ekiplerce üretiliyor. Eskiye göre çok daha fazla değer görüyor ve daha görünür; çok sayıda festival var, filmleri gösterecek alanlar var. Ve çok ciddi bir seyircisi var; festivallerde kısa film gösterimleri çok kalabalık oluyor. İnsanların bir dakikalık reelsları bile izlemekte zorlandıkları bir dönemdeyiz, dolayısıyla kısa filmlerin popülerliğinin de artacağını düşünüyorum ben.
Zorlukları da var tabii; kalite yükselince bütçeler de çok yükseldi, ulaşması zor rakamlardan bahsediyoruz artık. Daha çok desteğe ve fona ihtiyaç var.
Röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Çok keyifli bir filmdi. Keşke film bitmese, biraz daha devam etse diye düşündüm izlerken. Tekrar elinize, emeğinize sağlık.
Ben teşekkür ederim. Benim için de çok keyifliydi.

























