Kimi eserler, sahibinin diğer tüm birikimine mâl olacak kadar iz bırakır hafızamızda. Dostoyevski Suç ve Ceza’dır, Beethoven 9. Senfoni; Da Vinci’de Mona Lisa’yı görmek isteriz, Poe’nun adıysa Kuzgun’u çağırır… Her sanatçının böyle bir “altın eser”i vardır; çarpıcıdır, yoğundur, büyüleyicidir. Sanatçının gözbebeği olan bu eser, yaratıcısının sanat tarihinde tehlikeli bir dönüm noktasıdır aynı zamanda. Çünkü başyapıt sıfatının çatısı altına girdiği anda kendisinden önceki eserlerin değerini belirleyen bir yargıç, kendisinden sonra doğacak olanlarınsa kaderini tayin eden bir ölçüt hâline gelir. Ve hitap ettiği kitlede bir beklenti oluşturmasıyla birlikte sanatçının omuzlarına en ağır yükü bırakır: her yeni eserde bir üst düzeye taşınması beklenen niteliği karşılama/karşılayabilme sorumluluğu. Gerek uluslararası alanda bulduğu yankı, gerekse yerel mercilerin ve en önemlisi, hemen her kesim ve görüşten Türk izleyicisinin beğenisini kazanmasıyla Vizontele (2001) de Yılmaz Erdoğan filmografisinin “altın eser” koltuğunda oturur. Daha iyi anlamak için sormak gerekir, neden izleyicisini bu denli kuşatmıştır Vizontele? Çünkü köklerini Anadolu toprağının kalbine salmış, üzerini insan kokusuyla örtmüş; ana yüreğiyle, evlat sevgisiyle, kardeşlikle, savaşla, aşkla, yarayla, hasretle ve umutla sulamış, her şeyin üstüne bir de tebessüm kondurmuştur. Yani insan tabiatının özünü kavramış, bunu da mümkün olan en samimi kurguyla kameraya yansıtmıştır. Ancak bizce Erdoğan’ın esas başarısı, ortaya koyduğu her yeni yapımda Vizontele’yle birlikte kendi sinema üslubuna getirdiği standardı yeniden yakalaması ve beklentileri karşılamasının da üstünde, beklenmeyen bir performansla karşımıza çıkmasıdır. Organize İşler (2005), Neşeli Hayat (2009), Kelebeğin Rüyası (2013) gibi çok ses getiren, Erdoğan imzalı yapımlar da işte böyle bir anlayışın eserleridir. Peki, tüm bu çalışma sürecinin ve ürünlerinin ardında yaşayan hikâyenin pınarı nerededir? Yönetmenliğinin yanı sıra titizlikle örülmüş kurgularıyla da başarılı bir senarist olan Erdoğan’ın yalın, samimi, duru kalemini nasıl bir mürekkep doldurur? 1988 yılında yayıncılık ve sinema sanatıyla ilk kez tanışan hikâye, 2016’ya geldiğimizde bu soruların yanıtını iki kelimeyle perdeye yansıtır: Ekşi Elmalar.
Vizontele’de olduğu gibi yüzünü güneşin doğduğu yere, doğuya çevirir Ekşi Elmalar. Demek ki kaynak orada yatar, Erdoğan’ın da doğum yeri olan Hakkâri’de. Kentin belediye başkanıdır Aziz Reis (Yılmaz Erdoğan). Hakkâri’nin toprağı gibi sert, inatçı, kararlıdır. Masal gibi uçsuz bucaksız, bereketli bir ovada karısı Ayda’yla (Devrim Yakut) Aziz Reis’e, gökten düşen üç elma gibi bahşedilmiştir birbirinden güzel üç kız: Muazzez (Zeynep Farah Abdullah), Safiye (Şükran Ovalı) ve Türkan (Songül Öden). Aralarından neşenin, sevginin, sırdaşlığın hiç eksik olmadığı kardeşler, ne var ki babalarının sert mizacı altında çocukluklarını yaşayamadıkları gibi tüm genç kızlık hayallerini de bastırmak zorunda kalırlar. Hayranlıkla düşledikleri Türkan Şoraylar, Tarık Akanlar, Kadir İnanırlar, sıkı sıkıya kuşatıldıkları soğuk duvarla aralarında hep bir sır olarak kalır; dile getiremedikleri ne varsa üzerine dokudukları halıyla örterler sırrı. Hiç duymadıkları memleketlerde geçen, ama en çok aşina oldukları aşk hikâyeleriyse dolaplara kilitledikleri satır aralarında yaşar. Bu hikâyeler her gece saklandıkları yerden çıkarak kızların rüyalarını süsler. Gün gelir, gerçekliğin soğuk yüzü ile düşlerin cömert kucağı arasında büyüyen kızlar, birer birer aşkın tadına bakmaya başlar. Ama şefkat ve merhamet, Aziz Reis’in dimağına uğramamıştır. Çok övündüğü elma bahçesinde söz geçiremediği ağaçlara yaptığı gibi, kızlarının düşlerini de gözünü kırpmadan budar. Ve aşk, hep bir yara, hep bir uzaklık ve bir kereye mahsus umut olarak sevgiye aç bakan bu üç masalın içinde gömülü kalır. Kaderin getirdiği rastlantılara çarpıp her seferinde yeniden kanayan anıları unutabilmek isterler; ama nihayetinde adını dahi hatırlayamayan, Aziz Reis olur. Yılmaz Erdoğan, üç kardeşin aynı kökten uzanıp ayrı yollara dallanan hikâyelerini film boyunca Muazzezin ağzından dile getirirken, aynı zamanda kendi annesinin ve teyzelerinin hayatına da perde aralamıştır. Filmin galasında da Erdoğan’ın belirttiği üzere her yönüyle insanın anlatıldığı Ekşi Elmalar, dönemin siyasi gündemini de perdeye taşıyan gerçek bir aile öyküsüdür.
Film hakkındaki ilk izlenimlere ve değerlendirmelere gelecek olursak… Filmin çekim ve hazırlık sürecinde Erdoğan, altın eser koltuğundaki yapımına göz kırparak Vizontele tadında bir filmin yolda olduğunu ifade etmişti. Bu açıklamanın üzerine kaçınılmaz olarak artan merak ve beklenti dolayısıyla hemen herkes film boyunca Vizontele’nin izini sürmeye, ona dair bir gönderme yakalamaya çalıştı. İşin aslı bu durum, filmin kendine ait özgün temposunu hissetmektense izleyiciyi, “Ekşi Elmalar, Vizontele’ye ne kadar benziyor?” sorusunun yanıtını arayan bir mukayeseye yöneltti. Dolayısıyla filmden beklediğini alamadığını ve hayal kırıklığına uğradığını söyleyenlerin sayısı az değil. Öte yandan bu yöndeki eleştirilerin, başka herhangi bir yapımla kıyaslamadan filmin kendi değerini ortaya koymaktan uzak, Vizontele’yi sahiplenen duygusal bir bakış açısıyla dile getirildiği de göz önünde bulundurulmalı. Bu yüzden yapıcı bir eleştiri için perdeye düşen ilk sahneyle birlikte diğer tüm yapımlar bir yana, Ekşi Elmalar ayrı bir yana demeli.
BKM sahnesiyle yeni yüzlerin bir araya geldiği yapım, doğu toprağından beslenen kurgusu dolayısıyla oyuncular için sahnelemesi çaba gerektiren bir dil taşıyor. Ancak başlangıçtan itibaren Muazzez karakteriyle dâhil olduğumuz bu dil, Farah Zeynep Abdullah’ın oyunculuğunda çok doğal ve içten bir şekilde yansıyor. Keza Songül Öden, Şükran Ovalı, Fatih Artman gibi başrolde yer alan diğer oyuncular da neşenin, hüznün, kederin dilini, canlandırdıkları karakterlerin gerektirdiği ölçüde ve biçimde konuşuyor. Bu anlamda güçlü ve başarılı bir kadroya sahip olan film, kurgusunda da renk çeşitliliğini aynı şekilde uygun bir kıvamda veriyor. Bunun yanında bölge halkının yüksek uçurum kenarlarına kurulan yaylalara yaptığı göç sahnelerinde, geceleri çadır önünde toplanıp hep bir ağızdan söyledikleri türkülerde, doğunun coğrafyası ile mistik yapısı bir araya geliyor. Erdoğan’ın filmlerinde görmeye alışık olduğumuz çok katmanlı ve nispeten dağınık ilerleyen olay örgüsü, bu kez başlangıçta birbirine bağlıyken hikâye ilerledikçe çözülüp dağılan tüm ipleri, son sahnede yine birbirine düğümlüyor. Uzun, çetrefilli bir kaderin ardından buluşan ayrılıklar, bir mutlu son olur mu bilmem; ama Ekşi Elmalar, içimizde buruk, belki biraz mayhoş bir tat bırakıyor.