1998 Sundance Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü daha önce kimsenin adını duymadığı genç yönetmen Darren Aronofsky kazandı. Yönetmenin aile üyeleri ve arkadaşlarından yüzer dolar borç alarak çektiği ilk uzun metrajlı filmi olan Pi (1998), bağımsız yapım şirketi Artisan Entertainment’ın dikkatini çekti ve şirket sadece filmin dağıtım haklarını satın almakla kalmayıp Aronofsky’ye bir sonraki projesinde fon sağlamayı da teklif etti. Yönetmen Aronofsky ilk filmiyle psikolojik gerilim türünün ustalarından biri olacağının sinyalini vermiş, yönetmenin bir sonraki projesi merakla beklenmeye başlanmıştı.
İki yıl sonra takvimler 2000 yılını gösterirken merakla beklenen ikinci film Requiem For A Dream izleyiciyle buluşur. Filmin senaryosu Hubert Selby Jr.’ın aynı adlı romanından uyarlanırken yazar ve Aronofsky birlikte çalışmış, temelde dört bireyin eroin, kokain ve diyet haplarına olan bağımlılıkları işlenmiştir. Ama filmin isminden de anlaşıldığı üzere ana tema bir düşe, bir umuda olarak olan bağımlılık ve bunun tehlikeli sonuçlarıdır.
Başrolleri paylaşan Ellen Burstyn, Jared Leto ve Jennifer Connelly gibi isimlerin performansları, kurgusu ve görüntü yönetmenliğiyle kült statüsüne ulaşan filmde Aronofsky ile kariyerinin başından beri işbirliği yapan, gelecekte de bu işbirliğine devam edecek olan olan Clint Mansell’in müzikleri, karakterlerin duygularını filmin doğasına uyan ham ve işlenmemiş bir şekilde seyirciye aktarmaktadır.
Geçtiğimiz 18 yıl içinde film defalarca analiz edilmiş, üzerine okumalar yapılmıştır. Yönetmen Aronofsky’nin tarzı yıllar içinde çektiği The Fountain, The Wrestler, Black Swan ve son olarak Mother! ile daha da oturmuş ve artık Requiem For A Dream’in yönetmenin filmografisi içindeki yeri incelenmeye başlanmıştır.
Beni yıllar sonra Requiem For A Dream üzerine bu okumayı yapmaya iten ise -kulağa ne kadar ilgisiz gelse de- bir biyoloji makalesiydi. Pek sık yan yana gelmeyen üç kavram olan sinema, benlik ve biyoloji üçgeninde bir yazı yazma fikri heyecan vericiydi. Yönetmen Aronofsky’nin yanı sıra bunu mümkün kalan bir diğer isim ise akademik çevre dışında ismi çok bilinmeyen bir profesör olan Alfred Tauber. Boston Üniversitesi’nde ders veren 1947 doğumlu Alfred I. Tauber, özellikle biyokimya ve felsefe üzerine çığır açıcı olarak nitelendirebilecek bazı makaleler yazmıştı. Ona göre bağışıklık sistemi ve insan psikolojisindeki benlik algısı düşündüğümüzden daha çok birbirine benzer. İmmünoloji yani bağışıklık bilimi sadece biyolojinin bir alt türünden ibaret değildir. İçinde psikoloji ve sosyolojiyi de harmanlayan, insan doğasına dair bir disiplindir. Bu da akla hemen sinemayı getiriyor tabii ki. Acaba Tauber’in insan doğasına dair yazdıklarını, filmleri okurken kullanabilir miydik? Aklıma Requiem For A Dream’in gelmesiyle eureka anını yaşadım. Karakterlerde ve onların hikâyelerinde bunların hepsini görebildiğimizi fark ettim. Hatta birebir örtüşüyorlardı, bu fikirleri keşfetmek için belki de daha uygun bir film yoktu. Bu sayede hikâyedeki bazı taşlar yerlerine daha iyi oturuyor ve karakterlerin motivasyonlarında değişiklikler daha rahat gözlemlenebiliyordu.
Öncelikle Requiem For A Dream’in bağımlılıkla ilgili olduğu kadar benlikle de ilgili bir film olduğu ön kabulüyle yola çıkmalıydık. Çünkü bağımlılıklarımız, benliğimizle olan ilişkimiz hakkında çok fazla şey söylüyordu. Filmdeki karakterlerin bağımlılıkları, aslında kimliklerini devam ettirmek için süregelen bir adaptasyon savaşından ibaretti. Tıpkı her hücrenin varlığına devam etmek için verdiği mücadele gibi.
Yapısalcılık ekolüne göre her şeyin temelinde yer alan ben ve diğeri ayrımı, eski hücre tanımında da vardır: hücrenin saldırmadığı her şey benliğin bir parçasıdır. Akademisyen Tauber’ın katkıları ise işte bu noktada gerçekleşir. En basit tanımıyla özbağışıklık kavramı, benlik konusunda çok daha esnek bir çerçeve çizer. Dinamik kimlikler ön plandadır. İçsel ve dışsal faktörler göz önünde bulundurularak benliğin değiştiği vurgulanır. İstisnalar önemlidir; normalde verilen tepkilerin bazı koşullarda verilmediği ya da verilmeyen tepkilerin bazı koşullarda verildiği anlaşılır. Requiem For A Dream’e baktığımızda bu istisnaların filmin hikâyesinin başlangıç noktalarını, benliğe yabancı durum ile nasıl başa çıkıldığının ise köşe taşlarını oluşturduğunu görürüz.
Filmin karakterleri Sara, Harry, Marion ve Tyrone hikâyenin başında oldukça sabit kişiliklere sahiplerdir.
Sara kocası öldüğünden beri yapayalnız olan, bütün zamanını televizyon karşısında doldurmaya çalışan yaşlı bir kadındır.
Harry, bir serseri mayındır. Hayata dair geniş çaplı bir planı yoktur. Günü gününe yetecek kadar para kazanıp aynı zamanda kısa yoldan köşeyi dönme hayalleri kurar.
Tyrone tıpkı Harry gibi zaman öldüren biridir. İstediği, bir gün başarılı olup annesini memnun etmektir, annesi artık hayatta olmasa da.
Marion ise güzelliği ve tarzı ile ön plana çıkarılan, ailesiyle sorunlar yaşayan genç bir kadındır.
Harry, Tyrone ve Marion karakterleri filmdeki ilk sahnelerinden itibaren uyuşturucu kullanırken gösterilir. Sara’nın durumunda ise herhangi bir uyuşturucu madde kullanmadığı halde bağımlı olmaya müsait bir kişiliğin ipuçları verilir.
Filmin başlangıç noktalarını oluşturan istisnalardan ilki hamilelik sürecidir. Tauber, anneden farklı bir DNA dizilimine sahip olmasından dolayı yabancı olarak algılanan fetüsün saldırıya uğramamasını bir mucize olarak tanımlar. Bunu sosyal hayata uyarladığımızda, sadece hamilelik değil bütün ebeveyn-çocuk ilişkisi boyunca görebiliriz. Sara ve Harry’nin ilişkisi, yaşadıkları bakımından bunun ekstrem bir örneğidir. Kocasının en sevdiği elbiseye sığmak için diyete giren naif bir kadından elektroşok tedavisine giden çöküşü boyunca Sara, Harry’e asla zarar vermez. Sara, Harry’nin bütün sorularına rağmen hiçbir şey yokmuş gibi davranır ve asla ondan yardım istemez. Üstelik fetüsün anneye zarar verdiği bir sürü durum olmasına rağmen, örneğin filmin başında Harry ile tanışmamız annesinin televizyonunu kiralamak için onu dolaba kilitlemesiyle olur.
Simbiyoz bunlardan diğeridir. Ortak yaşam olarak da çevrilebilecek olan simbiyoz kavramı, her ne kadar birbirlerinden farklı olsalar da yaşamlarına devam etmek için birbirlerine ihtiyaç duyan hücreler anlamına gelir. Tauber bu iki hücrenin birbirine saldırmamasını bağışıklığın bir istisnası olarak görmektedir. Filmde bunun karşılığı Harry ve Marion’ın ilişkisidir. Seyirci olarak ilişkilerini gözlemleyebildiğimiz kadarıyla hayatlarında uyuşturucu hep olmasına rağmen beraber olmayı başarırlar ve birbirlerine iyi gelen enerjileri vardır. Birbirlerinden kopmaya başladıklarında ise gerçek anlamda çöküşleri gerçekleşir.
Bu istisnalardan sonuncusu hücrenin kendi kendine saldırması durumudur. Bu, filmin ‘‘kış’’ segmentinin başladığı bölüme tekabül eder, yani Requiem For A Dream’i Requiem For A Dream yapan sahnelere. Simbiyoz, anne-çocuk ilişkisi gibi umut veren mucizelerden sonra bu değişim seyircide şok etkisi yaratmaktadır.
Film ilerledikçe baştaki statik kişilikler yabancı bir durumla karşılaşıp dinamik hale gelirler. Bu durumun ‘‘iyi’’ veya ‘’kötü’’ olması önemli değildir, bağışıklık sistemi yapısı gereği bir şekilde tepki vermek zorundadır.
Sara, sonunda koltuktan diğer tarafa geçme fırsatı yakalar. En sevdiği yarışma programlarının birinden davet alır.
Uyuşturucu ticareti sayesinde Harry ve Tyrone’un eline birden köşeyi dönebilecek miktarda yüklü para geçer.
Marion ise yine bu para sayesinde hayalindeki gibi bir butik açabilecek duruma gelir.
Ancak benlik karşılaştığı bu fırsatları ve bunların olası sonuçlarını birer tehdit olarak algılar. Karakterleri umutlarını yitirmemek adına normalde asla yapmayacaklarını düşündükleri şeyleri yaparken izleriz; bağlılıklarını devam ettirme, yani benlikleriyle olan ilişkilerini sürdürme uğruna değişim süreçlerinden geçerler. Bu, kendine saldırmaya kadar giden yıkıcı bir değişimdir. Elektroşok tedavisi gören Sara’yı ziyarete gelen arkadaşları, Sara’nın eski haliyle alakası olmadığını ve bir daha da asla olamayacağını fark edip durakta ağlamaya başlarlar, çünkü o kurtulmak uğruna kendi benliğini yok etmiştir. Eroin kullanmaktan iltihaplanan kolu son çare ameliyatla kesilen Harry, hemşirenin ona kız arkadaşını getireceğine söz vermesine rağmen onu dinlemez. Kilometrelerce ötede fuhuş yaptıktan sonra evine dönen Marion ile ortak yaşamlarının bittiğini fark etmesi ile kendi sonu da gelmiştir; gerçekten de bir parçası, bir uzvu kopmuştur.
Tyrone ise hapishanenin vahşi ortamından yine benliğinden fedakarlık yaparak kurtulmaya çalışır, annesiyle olan bağının onu her zaman korumayacağını bilerek.
Seyirci olarak filmin sinema tarihine geçmiş son sahnesini defalarca izlememize rağmen zor hazmederiz. Bütün karakterler cenin pozisyonuna geçip bize anne karnındaki zarar görmedikleri huzurlu ortama geri dönmek istediklerini anlatır.
Aradan geçen yıllara rağmen Requiem For A Dream’i başka bir açıdan izleyip yorumlayabilmenin hâlâ mümkün olduğunu görüp Aronofksy ve Tauber gibi isimlere, birbirinden uzak düşündüğümüz alanların aslında ne kadar yakın olabileceklerini göstermeleri ile bir kez daha hayran oluruz.
Çağla Demirbaş
Merhabalar , alfred Tauberin immünoloji ve benlik ile ilgili önerebileceğiniz bir kitap var mı veya sizinle nasıl iletişime geçebilirim ?