Andrea Arnold, milenyum sonrası İngiliz sineması için çok önemli bir figür. 61 doğumlu Arnold, ilk kısası Milk’i (1998) çektiğinde otuz yedi yaşındaydı. Sinemaya başlamak için görece geç kalınmış bir yaş gibi gözükse de ilk filminden itibaren ekrana yansıyan düşünsel olgunluk, sinemaya çok daha uzun bir zaman önce başladığını kanıtlar nitelikte; her ne kadar bu başlangıç yönetmenin kafasında olmuş olsa da.
İlk kısası Milk (1998) ile Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkmış olan yönetmen, eril dilin her taşın altından çıktığı Britanya coğrafyası ve sineması için yeni bir ses olma özelliği taşıyordu. Çocuğunun beklenmedik ölümü ile sarsılan ve yaşadığı acı ile baş etmeye çalışan bir annenin çıktığı travmatik yolculuğu hızlandırılmış hâliyle on dakikaya sığdırıp seyirciyi etkilemeyi başarmıştı.
Milk, klasik bir anlatıya sahip değil. Üstelik kısa film konseptine hikâye kurgusu anlamında yeni bir dil sunduğu bile söylenebilir. Kısa film için görece uzun bir zaman dilimini kapsayan hikâye, esansını kaybetmeden bir şekilde izleyene derdini anlatabiliyordu. (Ne kadar başarılı olduğu ise tartışılır.) Milk, kariyeri boyunca karaktere odaklanmış (Cow’ın (2021) da bu klasman içerisinde yer alabileceğini düşünüyorum.) Arnold’ın ne yapacağı konusunda fragman sunması açısından önemliydi. Gerçekten de hikâye anlatıcılığı ve sinematik dil bakımından sürekli üzerine koyarak ilerledi, ilerlemeye de devam ediyor.
Ardından gelen Dog (2001), yine bir kadın karakteri odağına alıyor; fakat hikâye kurgusu bakımından klasik kısa film anlatı tarzını izliyor. Film konusundan bahsetmek gerekirse: Genç kız, annesinin onaylamamasına rağmen madde bağımlısı erkek arkadaşıyla buluşmak için dışarı çıkmaya hazırlanır. Sevgililer ıssız bir bölgeye gider ve seks yapmaya başlarlar ancak bir köpek erkek arkadaşının gerçek doğasını ortaya çıkarır.
Dog, apayrı bir film olarak gözüküyor ilk başta. Hikâyeler farklı, ana karakterlerin yaş grupları farklı, gelir grupları farklı vs. Ancak bu bakış açısı bana kalırsa eksik parçalara sahip. Her ne kadar beşeri faktörler farklı olsa da insan doğası, yaşadığı sarsıcı ve travmatik olaylara karşı benzer tepkiler vermektedir. En basitinden reflekslerinizi bir düşünün; ağzından salyalar akarak size doğru koşturan bir sokak köpeği. Okuyucunun bu durum karşısında sakinliğini koruyup köpeği sevgi dolu biçimde kucaklamaya çalışacağını düşünmüyorum. Topukları kalçasına değecek biçimde koşmaya başlayacaktır. Bu analoji, belki de verilebilecek en doğru örnek değil fakat ne demek istediğimi çok iyi özetliyor: İki bambaşka insan (gelir, yaş grubu vs. fark etmeksizin) kendisini güvende hissetmediği ve derinden etkileyen durumlarda benzer biçimde davranır. Arnold, üçlemesinin ilk iki filminde bunu çok iyi işliyor. Kişilerin sosyoekonomik durumlarından bağımsız biçimde ruhuna iniyor ve yaşanılan olumsuz olaylar karşısında bireyin içine sıkıştığı kırılgan kabuğun dibindeki çok küçük çatlağa kamerasını koyarak karakteri çırılçıplak biçimde resmediyor. Aynen anne rahmine tutunmuş bir fetüs gibi.
Uzun metrajların dünyasına geçiş yapmadan önce kendisine hem Oscar heykelciğini hem de Sundance’i kazandıran kısası Wasp (2003), bana kalırsa şu tarihe kadar yapılmış en etkileyici birkaç kısa filmden biri. Bu etkileyicilik, kendisinin kardeşi sayılabilecek May Alcott’ın Little Women (1868) romanında kendine yer edinen ağır melodramdan gelmiyor. Wasp, en kaba sinopsisle, dört çocuğuna tek başına bakmaya çalışan ve yemek alacak parası bile olmayan yoksul Zoë’nin çocukluk aşkıyla birlikte bara gittiği bir akşamı anlatıyor. İngiltere yan mahallelerindeki geçen filmlerdeki sert ofansif dile ve güldürü unsurlarına aşinayız. Wasp de bunlara sahip. Görüldüğü üzere anlatı olarak da izleyene yeni bir şey sunmuyor. Peki bu Arnold kısasını şahane kılan ne?
Etrafınızdaki tüm hikâyelere bakın. Bu yalnızca yazılmış veya çekilmiş olmak zorunda değil. X bir amcadan otobüs durağında dinlediğiniz hikâyeyi aklınıza getirin. Eminim ki aklınıza çok fazla gelmemiştir. Anımsadığınız birkaç tanesinin ortak özelliklerini düşünün. Bana göre hikâyeleri insan nezdinde ölümsüz kılan sahiciliğidir. Sanki hep acıklı olaylar aklımızda kalıyor gibi düşünürüz bazen fakat yanılırız. Hikâye anlatıcısının verdiği detaylar ve bu detaylardaki tarif etmesi zor hissiyatı dinleyiciye aktarmak çok zordur. Bunu iyi yapan, uzun yıllar bozulmaya karşı dayanıklı şekilde üretilen konservenin içinden gelen küf kokusunu yalnızca söylemek ile anlatmak çok farklıdır. Size bunun kendisinde bıraktığı tahribatı anlatan X amca, söyleyenden daha çok iz bırakmıştır sizde. Arnold, bu öyküde tam olarak bunu başarıyor. Otobüs durağında oturan kişiye Zoë’nin çaresizliğini anlatıyor, üçüncü kişi olarak gözlemlerini söylemiyor.
Andrea Arnold’ın filmlerini keşfetmek, insana kendisine dair pek çok şey öğretiyor. Bu birebir içinde bulunduğunuz bir durum veya düşünce ile alakalı değil, çevresiyle alakalı. Arnold, bir bilinçlenme aracıdır. Hayat Bilgisi dersinde sınıf öğretmenleri tarafından gösterilmelidir.