30. Uluslarası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Uzun Metraj kategorisinde yarışan Yüzleşme (2023) filmi hakkında filmin başrol oyuncusu Asiye Dinçsoy ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. İyi okumalar…
Uluslarası Adana Altın Koza ile ilgili daha önceden deneyimleriniz nelerdi biraz festivalden bahsederek başlayalım istedim.
Daha öncesinde de festivale gelmiştim, hatta ilk ödülüm olan Umut Vadeden Kadın Oyuncu ödülü’mü de bu festivalden aldım. Daha sonraki yıllarda da yine katılım sağladım, çok özel bir festival bence burası. Ekipleri buluşturan, daha sıcak bir festival havası oluyor burada. İstanbul Film Festivali havası da güzel mesela ama burada insanlar genellikle şehir dışından gelmiş oluyor, daha çok sohbet etme, karşılaşma imkânı buluyoruz.
İstanbul Film Festivali’nde prömiyerini yapmıştı Yüzleşme, şimdi de Altın Koza yolculuğunu geçiriyor. Bu süreçte filmin seyirci ile kurduğu iletişim nasıl?
Seyirci ile her zaman çok iyi bir iletişim söz konusu oluyor çünkü bu tarz filmler her yere ulaşamıyor. Festivaller onların da beklediği şeyler oluyor ve büyük bir ilgiyle izliyorlar. Mesela dün gösterimden sonra bir söyleşi yaptık ve bir saat kadar sürdü. Bir sürü merak ettikleri şey oluyor hem öğrencilerin hem film yapmak isteyen insanların, o yüzden onlar için de ekipler ile buluşmak bence çok iyi oluyor. Sadece oyuncular ile değil görüntü yönetmenine de soru sormak istiyorlar, yönetmene de sormak istiyorlar. Bundan önce Ayvalık Film Festivali’ndeydim, orada da aynı dinamik söz konusu. Ekiplerle buluşmak çok kıymetli oluyor. Ben de küçük yer insanı olduğum için ve çocukluğum orada geçtiği için aslında bu tarz filmlerin, tiyatroların oralara gitmesinin ne kadar değerli olduğunu çok iyi biliyorum.
Senaryoyu okuduğunuzda ben bu işin içinde olmalıyım hissi nerede geldi?
Ben genellikle hep ilk filmini çeken yönetmenler ile çalıştım, hep onlara destek olmaya çalıştım. İlk işini yapanlar ile çalışmayı çok seviyorum çünkü hepsinin ayrı bir heyecanı oluyor. Senaryo ilk bana geldiğinde bundan bir tık daha değişikti. Sete çıkarken tekrar okuduğumda çok daha tamamlanmış hâlini gördüm. Diyalogları çok gerçekçi ve güzel geldi. Aynı zamanda bir kadın hikâyesi oluşu ve kadın karakterin ön planda olması da çok hoşuma gitti. Yönetmenin amacı da buydu zaten. Başrol olması da etkiliydi. Bir işi kabul ederken farklı denklemlerine bakıyorsun sonuçta. Hikâye değişikti. Biz genelde benzer hikâyeler görüyoruz, bu filmin hikâyesinin farklı olması da hoşuma gitti. Çok inişli çıkışlı, çok büyük laflar söyleyen bir film olmamasına rağmen benim içimde hep bir hüzün, sıkışma hissi uyandırıyor ve o bana doğru bir şey yapmışız gibi hissettiriyor.
Filmde Hatice karakterini bir oyuncu olarak kurarken beslendiğiniz bir nokta var mıydı? Kendinizden veya başka bir karakterden/hikâyeden beslendiğiniz bir nokta olabilir.
Aslında gerçek hayattan esinlenmem var. Biz de altı kardeşiz ve benim büyük ablam çok özverilidir. Biraz ona dair olan gözlemlerimi karaktere kattım diyebilirim. O da her şeye rağmen hep yanımızda olmuş, hep destek olmuş bir şeylere, kendinden çok fedakârlık etmiş, koşuşturan biri. Mesela Hatice annesini kaybediyor ama diğer kızlar gibi durup üzüldüğü bir an çok olmuyor. Çünkü hep o bakmış, o ilgilenmiş. Belki de onun içinde bir kurtuluş olmuş bu. Etrafımızdaki gerçek karakterlerle bağ kurmak, gözlem yapmak onların büyük katkısı oldu bana. Yönetmenimiz Filiz’in de gözlemleri var elbette filmde. O da kalabalık bir ailede büyüdüğü için çok doğru bir şekilde yazmıştı bence karakteri. Ne kadar özveri de bulunuyor ne kadar bulunmuyor, neyi sıkıntı yapıyor neyi yapmıyor gibi şeylerle oluşturduk diyebilirim Hatice’yi.
Üç kız kardeşin dinamiğinden bahsedecektim ben de tam. Aslında bakıldığında üçü de çok farklı karakterler. İçlerinde en anaç olan Hatice, bütün yükleri o kaldırıyor gibi duruyor.
Kader’de diyor ya zaten “Sen bütün yükü yüklenmek zorunda mısın?” diye. Orda karakterim şunu mu deseydi acaba diyorum hep; o zaman al sen yap her şeyi. Hani ailelerde olur ya böyle biri her şeyi yapar ve diğerleri hiç bu yapma etmelerden rahatsız olmazlar. İnsanlar o rahatlıklara, konfora alışıyorlar.
Siz Asiye olarak bu üç kız kardeşten hangisine daha yakınsınız onu merak ettim.
Ben biraz Asiye olarak Kader’e yakınım aslında. Ailemde de öyleyim. Biraz daha fevri ve niye biz bunu kabul ediyoruz, niye bunu yapıyoruz diyen taraf olurum. (Gülüyor) Anaç tarafım oldukça azdır aslında. Üç karakterden daha çok Kader’e yakınım.
Benim hissettiğim kadarıyla Hatice hiçbir zaman Evren’e, Kader karakterinin baktığı bir perspektifinden bakmadı. Polise doğru yürüdüğü bir sahne vardı ama çok doğal ve bedenen bir eylem gibiydi. Hiçbir zaman motivasyonu hemen polise gideceğim, bu adam annemi öldürdü değildi. Siz onu bu yönden nasıl okudunuz onu merak ediyorum. Hatice hiç Evren’i suçladı mı sizce?
Ben oynarken şuradan ele almaya çalıştım; tabii ki keşke bunlar olmasaydı ve annesi yaşasaydı ama kadın çok çekmiş. Hastane köşelerinde perişan olmuş. Bir diğer yanda baba mahvolmuş. Annesi ölünce Hatice aslında bunun nedeninin nasılının peşinden gitmeyi gereksiz buluyor gibi geliyor bana. Ben o şekilde oynadım. Bu tür insanların hayatında biraz da kadercilik vardır. Zaten olmuş bitmiş giden gitmiş tarzında. Mesela kardeşi Evren’i polise ihbar etmeyi söylediğinde bile ilk dediği şey “Annesi ne olacak?” oluyor. Orada bile vicdanını, anaçlığını görüyoruz. Suç ve suçlu ilişkisine bile bu anaçlıktan bakıyor. Aslında biraz da kadına yüklenen toplumsal sorumluluklar gün yüzüne çıkıyor. Patriyarka öyle bir şey ki bize müthiş kutsal bir analık yükleyip oralardan tüm hayatımıza nüfuz ediyor. Yüklenen bu rolleri neden yaptığımızı bile sorgulayacak alanımız olmuyor. Filmin Hatice üzerinden yaptığı şey de bu gibi.
Filmde duygusal açıdan sizi zorlayan bir nokta oldu mu?
Aslında tüm bu konuştuklarımızın toplamı beni duygusal açıdan zorlayan yerlerin hepsi. Bana göre doğru olanı yapıyor Hatice. Onun yüzleşmesi de bu kadar olurdu. Ortalığı yıkan bağıran çağıran bir yüzleşme yaşayamazdı o. Babasına bir laf ediyor ama sonra diyor ki “uykusundan uyanmasın”. Bence çok incelikli anlar bunlar. Bir ailede görebileceğimiz şeyler. Babanla kavga edersin ama bir şey olsa koşarak gidersin. Biz zaten bu bağlarımız ile mücadele ediyoruz hep. Kendi hayatımda da söyleyemediğim o kadar çok şey kalmış ki içimde. Aileden birilerine, çevremden birilerine. Gitmişim, susmuşum. Bunları hepimiz yaşıyoruz. Bence sinema tam olarak bu alanlara bakmalı. Görünmeyene ve söylenmeyene bakabilen senaryolar benim ilgimi çekiyor açıkçası.
Senaryo seçimleriniz ile ilgili de soru soracaktım tam ben de. Çoğunlukla bağımsız yapımlarda yer alıyorsunuz. Kariyer rotanızı böyle çizen biri misiniz? Bağımsız sinemada ve tiyatroda yer almak istiyorum gibisinden mi bakıyorsunuz?
Bu soruya artık çok fazla iş yapmış biri olarak cevap verebilirim galiba. Birçok filmim oldu ve biraz şanslı ilerledi açıkçası benim için süreç. İyi senaryolar geldi. Daha çok sözünü söyleyebilen filmler yaptım. Bana gelen işlerin hepsinde ayrı bir kriterim söz konusu. Ana akım sinemada başka şeye bakıyorum mesela. Orada komedi de yaparsın, dram da yaparsın amaç aslında biraz görünür olmak ana akımda. Fakat bağımsız sinema benim için çok özel. Mesela her işin içinde olmak istemem bağımsız sinemada. Sevdiğim, gerçekten iyi yazılmış, derdi olan işlerin içinde olmak istiyorum. Bence sinema söz konusu olunca zaten derdi olmayan film hemen anlaşıyor. Mesela Toz Bezi (2015) filmim, inanılmaz bir derdi vardı. İçinde bir yarası vardı ve o yarayı açığa çıkarmaya çalışıyordu. Onu okuduğumda da çok etkilenmiştim, iş senaryonun da üstüne çıktı. Ben hep çok iyi bir kariyer süreci yaşadığımı düşünüyorum. Yani tabii ki arada benim de beklediğim ve motivasyonumun düştüğü anlar oldu. Ama o noktada da aldığım ödüller, övgüler bir şekilde hep destekledi beni. Hep böyle ayağa kaldırdı, devam etmeye gücüm oldu.
Moda Sahnesinde bir oyunda oynuyorsunuz diye biliyorum. Tiyatro çıkışlı insanlar için kıyaslanamaz bir ikili oluyor bu genelde ama tiyatro yapma motivasyonu ile sinema yapma motivasyonunu arasında siz hangisine daha yakınsınız?
Ben okuldan mezun olduktan sonra çok az tiyatro yapabildim aslında. Devlet tiyatrosu olabilirdi, şehir tiyatrosu olabilirdi, özel tiyatrolar o dönem çok azdı. Çok emek isteyen, efor isteyen bir iş. Tabii ki tiyatro hep gönlümde yatan ve yapmaktan da zevk aldığım bir şey ama sinema ile arasında bir seçim yapacak olsam sinemayı tercih edebilirim. Bunun en önemli sebebi de kalıcılığın daha yüksek olması. Bundan yirmi yıl önceki filmimi izleyip şimdi mesaj atanlar oluyor. Tiyatroda ise bundan on yıl önceki oyunun sadece bahsi var. Çoğunlukla onu bir daha izleme gibi bir şansın olmuyor maalesef. Tiyatro mu, sinema mı deyince ikisi de. Ama birinciliği tiyatroya vermek istemem açıkçası, sinema da benim çok keyif alarak yaptığım bir şey.
Son olarak Fil’m Hafızası takipçileri için en sevdiğiniz filmleri ve favori kadın oyuncunuzu sormak istiyorum bir de.
Bu arada ne kadar güzel sorular hazırlamışsın, çok keyif aldım. Bu dediğimi de ekle röportaja. (Gülüyor) Kieslowski’nin Dekalog’larını çok seviyorum ben. Sürekli açıp izlediğim şeyler. Müthiş bir felsefesi, dolu dolu bir alt metni var. Çok etkiliyor beni. Only Lovers Left Alive’a (2013) bayılırım. Tarkovski filmlerini de çok severim. Favori kadın oyuncum da sanırım Cate Blanchett, onun oyunculuğunu çok beğeniyorum.