“Akıl hastalığına sahip olmanın en kötü yanı insanların sizden hastalığınız yokmuş gibi davranmanızı istemeleridir,” diyor Arthur Fleck ve tüm kırgınlıklarına, rahatsızlıklarına, hayatının yokuş aşağı süratle sürüklenmesine aldırmadan hayatına devam ediyor; çünkü bunu yapmak zorunda. Evde kendisini bekleyen bakıma muhtaç annesiyle, geleceği için kurduğu hayalleri var.
Psikiyatristler tarafından dissosiyatif kimlik bozukluğu ve travma sonrası stres bozukluğu gibi rahatsızlık teşhisleri konulan Fleck, belki de en çok şizotipal kişilik bozukluğundan mustarip. Sosyal olarak izole olmuş, annesi dışında yakınlık kurduğu biri bulunmayan, günün birinde başarılı bir komedyen olacağını düşünen, içine kapanık, sıra dışı davranışları ve toplumsal anksiyetesiyle kendi hayal dünyasında yaşayan sorunlu biri o. Fiziksel istismar, ihmalkârlık ve dengesiz beslenmenin yanı sıra bir de evlat edinilmiş olması onun rahatsız edici şiddete eğilimini açıklamaya yetiyor. Zira yapılan araştırmalara göre annesinden ayrılan bebekler, büyüme evrelerinde anneleri ile kurmaları gereken bağ kırıldığı için ileriki yaşlarda suça, normal gelişim süreci geçirenlerden iki üç kat daha meyil gösteriyor.
Fakat -ne kadar üzerine basa basa söylesek az- akıl hastalığı ile şiddetin paralellik gösterdiğini savunmak, herhangi bir kişilik bozukluğu ya da rahatsızlığı bulunan kişileri tehlikeli olarak lanse etmek yanlış olur. Hatta ruhsal bozukluğu olanların daha çekinik, daha içine kapanık ve daha pasif hayatlar sürdürdüğü görülmektedir. Bu nedenle Arthur’un akıl rahatsızlıklarının ancak reaktif agresifliğinin sebeplerinden biri olduğunu belirtmeliyiz. O nedenle filmi izleyip kurmaca bir karakter olan Joker’i kendilerince yorumlayan, sonra yaptıklarını meşrulaştırmak için Arthur Fleck’i bahane gösteren kişiler ve bu kişilerin varlığını işaret ederek filmi eleştirenler kabul edilebilir değil.
Her ne kadar Arthur Fleck, yazarı tarafından istatistiklerden ve gerçekler üzerine oturtulmuş nedenlerden yola çıkılarak derinleştirilmişse de kendisi hayali bir karakter ve ilk defa antagonist (filmdeki kahramanın temel rakibi) değil, bir anti-kahraman olarak çıkıyor karşımıza. İzleyicilerin reaksiyonları da bu noktada negatifleşiyor. Bugüne kadar adeta kendisinden nefret ettiren; empati, sempati, idealizm ve ahlak kavramlarından yoksun Joker’in de aslında insan olduğu ve korkunç bir hayata mahkûm edildiği görülüyor. Bu nedenle senaristin, bu “caninin” yaptığı onca kötülüğe bir “kılıf bulması” kabul edilemiyor. Hâlbuki Arthur Fleck aslında psikopat değil. Film de bize onun karakterini ince ince dikkatlice işliyor, bizi her sahnesiyle karakterin iç dünyasına kolaylıkla sokuyor ve onun neyi neden yaptığını belirli temellere başarıyla oturtuyor. Dolayısıyla filmin, Arthur’un yalnızca psikopat ve ehlileştirilemez bir canavar olarak saymak isteyenlerin tepkisini çekmesi kaçınılmaz oluyor.
Karakter odaklı filmlerin en güzel örneğidir Joker. Olayları değil, karakteri izleriz. Onunla nefes alır, onunla yaşarız. İzleyicinin empati seviyesinin en üstte olduğu filmler de bunlardır aslında. Herkes kadar psikiyatristlerin bile filmin eleştirmenliğine soyunmaları, iki saate sığdırılabilmiş çok katmanlı bu karakteri ve yaptıklarını yermelerinin nedeni de budur. Çünkü herkes bu versiyondaki Arthur Fleck’i tanıyor; başından geçenleri biliyor, karakter değişimini net bir şekilde görüyor. Bu da filmin başarısını kanıtlıyor.
Arthur’la ilk olarak “iş yerinde” tanışıyoruz. Küçücük bir oda, kendi aralarında konuşan palyaço kıyafetli dört beş adam, 1980’ler Gotham’ı arka planında, odanın ortasında, aynanın karşısında, herkesten izole olmuş, palyaço makyajını yapan bir adam. Hayatının komedi mi trajedi mi olduğunu çözmeye çalışıyor. Bir yandan eliyle iki yana açtığı dudaklarıyla gülümserken diğer yandan gözünden bir damla yaş dökülüyor. Belki de filmin en güçlü sahnesinden biri bu. Suratına sürdüğü yalnızca boya değil, her gün takmak zorunda olduğu maske; çünkü içi kan ağlarken yüzü gülmek zorunda. Birazdan da yeşil saçını takacak ve şehrin kalabalığı arasına karışarak elindeki reklam panosuyla insanların dikkatini çekmeye çalışacak Arthur. Yüksek binaların ve onca insanın içinde küçücük, önemsiz, kimsenin umursamadığı bir palyaço olarak yine de elinden geleni yapacak. Suratında kocaman bir gülümsemeyle çalan müziğe ayak uyduracak ve her şeye rağmen işine devam edecek. Bunda annesinin etkisi büyük. Tek arkadaşı, dert ortağı annesi hayatının önemli bir parçası olduğundan kadının dediklerini adeta kulağına küpe yapmış. “Annem her zaman gülümsememi ve mutlu bir surat ifadesi takınmamı öğütler, amacımın dünyaya kahkaha ve neşe getirmek olduğunu söylerdi,” diyor. Bir gün komedyen olacağından çok emin. Bu nedenle “esprilerini” yazdığı, zaman zaman da içini döktüğü defterini film boyunca yanından eksik etmiyor. Filmin temalarından biri olan gülümsemek, her şeye rağmen gülebilmek ve güldürebilmek daha ilk sahnelerden işte bize böyle yansıyor.
Kişinin olmadığı biri gibi davranması, dünyaya ayak uydurmak ve kabul görmek de yine sahneler içine yedirilmiş diğer temalar. Kalabalık bir dünyada yapayalnız kalan Arthur, diğerleri gibi olabilmek için çabalıyor. Filmin ilk yarısında başına gelenleri sindirip mümkün olduğunca pasif davranması da bu yüzden. İkinci yarıda ise yaşadıkları onu nihayet kırılma noktasına getiriyor ve en sonunda Arthur’un Joker’i için perde aralanıyor.
Son sekansta ise gelişimi tamamlanmış Joker’in hükümdarlığını tescil etmesiyle işler çığırından çıkıyor. Artık Arthur’un doğduğu kişi değil, olduğu kişi terör estiriyor sokaklarda. Palyaço maskesi takmış kalabalık bir grup isyan başlatıyor. Arthur ise hiçbir alakası olmayan bu başkaldırıdan son derece memnun; kendisine hayranlık duyan bu barbarları kucaklıyor ve gururlanıyor. Herkes gibi davranmayarak, bekleneni yapmayarak, fevri hareketlerinin sonucu olarak en sonunda kabul görüyor, sapkınlara ilham kaynağı oluyor. Ardından kaldırıldığı akıl hastanesinde aklına bir şaka geldiğini söyleyip ilk defa samimiyetle gülümsüyor ve Frank Sinatra’nın That’s Life şarkısıyla kapanışı yapıyor.
“Bu hayat
Ne kadar komik görünse de
Bazıları tekme yer
Hayalleri yıkılır
Ama bunun beni yolumdan alıkoymasına izin vermiyorum
Çünkü yaşlı dünya dönmeye devam ediyor…”
İzleyicisini kimi zaman ters köşeye yatıran, Arthur’un trajikomik hayatına konuk eden Joker filmi, ardında cevaplanmamış birçok soru bırakarak veda ediyor. Hastane kayıtları Arthur’un evlatlık olduğunu söylese de Arthur gerçekten evlatlık mı? Annesinin gençlik fotoğrafının arkasındaki “T.W.” imzası Thomas Wayne’e mi ait? Eğer öyleyse annesi Thomas Wayne ile ilişki yaşadı mı? Yoksa Thomas Wayne Arthur’un gerçek babası mı?
Tüm bu soruların yanında film boyunca yaşanan bazı olayların yalnızca Arthur’un sanrılarından ibaret olması, geri kalan sahnelerin de gerçekliğini sorgulatıyor. Bu bağlamda tüm filmin hayal ürünü olduğu ve Arthur’un en başından beri akıl hastanesinde yaşadığı konuşulanlar arasında. Belki de Arthur gerçek Joker değil, yalnızca Joker’e ilham veren bir ruh hastasıydı. Sizce?
Bu yorumla beraber anlaşılıyor ki bunun gibi daha binlerce yorum alacak derecede iyi bir film